BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ - Ünite 6: Bilim ve Teknoloji Tarihi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 6: Bilim ve Teknoloji Tarihi

Giriş

Rönesans’ın sözcük anlamı yeniden doğuş demektir. Bu haliyle de kuşkusuz bir anlam ifade etmektedir; ancak yeniden doğanın ne olduğu açıkça belirtilmedikçe, sözcüğün taşıdığı gerçek etki bütünüyle ortaya çıkmamaktadır. Bu sıkıntıyı aşabilmek için hem dönemsel hem de sözcük olarak Rönesans’ın anlamını kısaca analiz etmekte yarar vardır.

Önce dönemsel anlamına bakarsak, Rönesans’ın Orta Çağ ve Modern Çağ arasında kalan bir zaman dilimi olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Orta Çağ da, Modern Çağ da tanımlanmış zihniyet biçimleri, değer yargıları, insan, doğa ve evren karşısında aldıkları tutumlarıyla belirgin birer çağ olduklarına göre, demek ki Rönesans, tarihsel olarak bir geçiş dilimini oluşturmaktadır. Bu yüzden ne Orta Çağ’dır ne de Modern; ne olduğu şeydir, ne de olmak istediği; ancak her ikisinden de bir miktar. Bu yüzden Rönesans’ın ne zaman başladığı ve ne zaman sona erdiği konusu pek çok belirsizlik taşımaktadır. Esasen kültürel anlamdaki büyük dönüşümler için başlangıç ve bitiş belirlemeye çalışmak zaten beyhude bir gayrettir. Çünkü kültürel hareketler birden bire gerçekleşmezler ve tedrici, aşama aşama ve geçişlidirler. Buna karşın yine de çeşitli tarihlendirmeler yapılması alışkanlık olmuştur ve pedagojik açıdan biraz da gerekliliktir. Çünkü başlangıcı ve bitişi olmayanı zihinsel olarak kavramak zordur.

Bir toplumun Rönesans’ını yaratabilmesi için öncelikle bilgiyle yakın bağ kurmasının, bilgiye sahip olmasının ve bilgiyi etkin bir biçimde kullanmasının sağlanması gerektiği anlaşılmaktadır. Bilginin en etkin kullanılacağı alan ise eğitim öğretimdir. Dolayısıyla kafaları uygarlık yaratan bilgilerle donatmak, yani yeniden biçimlendirmek hedeflenmektedir. Rönesans’ın daha köklü anlamı zaten burada yatmaktadır. Bu anlamıyla Rönesans Orta Çağ’a egemen olan yapının çözülüp, Modern Çağ’ı oluşturacak bireysel, toplumsal ve düşünsel yapıda geçerli olacağı düşünülen ilkelerin, kuralların ve yasaların geliştirilip, hayata geçirilmesini belirtmektedir. Dolayısıyla Rönesans, Batının kendi tarihsel gelişim süreci içinde kendi başarısızlıklarıyla hesaplaştığı ve düştüğü karanlıktan çıkmak için aydınlık olduğunu düşündüğü değerlere öykündüğü bir düşünce hareketinin adıdır. Bundan çıkması gereken sonuç şudur: Eğer bir toplum bilim, felsefe ve sanat alanlarında benzer ilerlemeleri gerçekleştirmek istiyorsa, bilgi temelli kendi Rönesans’ını yaratmakla yükümlüdür.

Rönesans Döneminde Bilim

Matematik

Rönesans döneminde gelişme gösteren bilim dallarının başında matematik gelmektedir. Matematiğin gelişmesini etkileyen temel etkenlerin başında ise coğrafi keşifler gelmektedir. Zira coğrafi keşifler arttıkça yerleşik Avrupa kültürü sadece yabancı çok sayıda yerel kültürle karşılaşmıyor, bu yeni coğrafi yerleşim yerlerindeki toplumlarla hem ekonomik hem de ticari etkileşime girmek durumunda kalıyordu. Tıpkı İslâm dünyasının başlangıçlarında gerçekleşen duruma benzer bir durumla, ticari ilişkilerin düzenlenmesi, alış veriş mantığının gelişmesine koşut olarak başta dört işlem olmak üzere hesap bilgisinde hızlı bir gelişme gerçekleşti ve bunun doğal bir sonucu olarak birçok matematikçi ticaret alanında iş görecek, deyim yerindeyse ticaret aritmetiği konusunda çalışmaya başladılar. Çalışmaların ilk verimli sonucu üçüncü derece denklemlerin çözümünün gerçekleştirilmesi oldu.

Astronomi

Güneş Merkezli Evren Modeli

Antik Çağ’da Yer merkezli, Güneş merkezli ve Yer-Güneş merkezli üç ayrı evren modeli ileri sürülmüştü. Milattan Sonra 150’lerden başlayarak Ptolemaios (Batlamyus), Yer merkezli evren modelini etkin kılınca, diğer iki model uzun zaman karanlıkta beklemek durumunda kaldı. Rönesans’ın yarattığı düşünce özgürlüğü ve insan ruhunun araştırmacı yönünü teşvik edici tutumu, kısa süre içerisinde gelenek haline gelmiş bir açıklama modeli olan Yer merkezli evren modeline tepki duyulmasına ve almaşık açıklama modellerin arayışına yol açtı. Çünkü Yer merkezli model aslında Hıristiyanlığın ve Kilisenin resmi görüşü haline gelmişti ve insanlar Rönesans döneminde en fazla tepkiyi zaten dine ve Kiliseye karşı geliştirmekteydiler. Yeni model arayışları kısa süre içerisinde karanlıkta kalmış olan Güneş merkezli ve YerGüneş merkezli modellerin gün ışığına çıkmasına fırsat tanıdı. Bu sürecin belirleyici başarısını Güneş merkezli evren modelini yeniden canlandıran Mikolaj Kopernik (D.1473-Ö.1543) elde etti.

Yer-Güneş Merkezli Evren Modeli

İleri görüşlü Kral bu işi gerçekleştirmesi için emrindeki soylulardan biri olan Tycho Brahe’yi (D.1546-Ö.1601) görevlendirdi. Brahe çözümün ayrıntılı gözlem yapmaktan geçtiğini, bunun için de o zamana kadar yapılmamış büyüklükte ve dakiklikte gözlem araçlarıyla donatılmış bir gözlemevine gereksinim olduğunu biliyordu. Kral, Brahe’ye böyle bir gözlemevini inşa etmesi için yeterli para ve gözlemevini kurması için sakin bir yer olan Hven Adası’nı verdi.

Coğrafya

Rönesans dönemi sadece zihinsel veya ruhsal açıdan büyük bir dönüşümün oluşmasını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda Yer de yeniden keşfedilmek üzere büyük bir merak konusu haline geldi. Bu dönemde insanların büyük çoğunluğunun haberdar bile olmadığı yerlerin varlığı her geçen gün merak konusu olmaya başlamıştı. Rönesans yeniyi arama ve bulma merakıydı ve yeni yerlerin bulunması da yeni evren modelleri kadar önemliydi. Özellikle ticarete duyulan büyük ilgi, keşif merakını da harekete geçirmekteydi. Çünkü yeni yerlerin keşfi daha fazla ticaret de demekti. Bu merak ve ilginin sonucu olarak bu dönemde yapılan keşiflerle dünyanın bilinen kısmı neredeyse iki katına çıkmıştı. Ticaret zenginleşmeye yol açtı ve zenginlik artıkça daha fazla keşif yapılmaya başlandı. Bu karşılıklı beslenmeyle Dünya denizden dolaşılır hale geldi. Keşi er sadece maddi zenginliğe yol açmıyordu. Yeni yerler yeni bitkiler, yeni hayvanlar ve yeni madenler ve hatta yeni hastalıklar demekti. Ancak Avrupa için en büyük fırsat keşfedilen yerlerin bütün zenginliğinin üzerine konacak bir düzenin de başlaması oldu. Bu düzen sömürgecilikti ve Avrupa bu sayede her gün biraz daha zenginleşiyordu. Zenginliğin ve refahın tadına varan Avrupa giderek bireysel merak ve ilgisi olan kimselerin de desteklendiği bir aşamaya ulaştı. Kristof Kolomb’un (D.1451-Ö.1506) gezileri bu durumun en tipik örneğidir. İki yüz yıl süren keşif hareketiyle Avrupa’nın hem kendisi hem de dünya hakkındaki bilgisi, önceki dönemlerle kıyaslanmayacak denli arttı. Bilgiyi sağlam ve güvenilir güç olarak görmeye başlayan Avrupalı yöneticiler, bireysel keşif yolculuklarına çıkanlar ve ticaret kolonileri aracılığıyla aslında denizlerde belirgin bir üstünlük elde etmeye başlamıştı. Üstünlük kolonileşmeyi ve kolonileşme de daha da büyük ticaret ve köle düzenine destek sağladı. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere ve Fransa bu sürecin galipleri oldular. Sömürgeciliğe dayalı zenginlik, keşi erle elde edilen bilgiler, kolonileşme derken ortaya çıkan dev bilgi ve para birikimi, en sonunda kapitalizm ve sanayi devrimiyle gelişimini tamamladı.

Biyoloji ve Tıp

Biyoloji ve tıp alanındaki gelişmeler büyük ölçüde keşifler tarafından desteklendi. Çünkü keşfedilen yeni coğrafyalardaki bitki ve hayvan türleri, biyologların bilgi birikimlerinin artmasını sağlarken, o zamana kadar Avrupa’da görülmeyen birçok yeni ve bulaşıcı hastalığın da bu yoldan taşınması söz konusu oldu. Bunun sonucunda bulaşıcı hastalıklardan korunma yolları geliştirildi ve karantina uygulaması başlatıldı. Uzun süren savaşlar nedeniyle cerrahi konusuna ilgi arttı, yaraların tedavisinde yeni yöntemler geliştirildi, ilaçla tedavi konusu yeniden gözden geçirildi ve yeni yaklaşımlar keşfedildi.

Tedavide bitkisel ve hayvansal kökenli drogların kullanılması üzerinde yoğunlaşan biyologlar, giderek düşünsel arka planına yeni canlı tanımını alarak farklı yaklaşımların önünü açtılar. Bu yaklaşımlardan biri olan İatrokimya böylece doğdu ve bu yeni yaklaşımın esasını “canlıların kimyasal unsurlardan oluştuğu” kabulü veya sayıltısı oluşturmaktaydı. İatrofizik denilen diğer bir yaklaşım ise bu kez canlı tanımını yaparken bütünüyle fizik kurallara bağlı kalan bir anlayışı esas aldı. Bu iki yaklaşım kısa süre sonra dönemin biyoloji anlayışının şekillenmesini sağladı ve böylece “biyolojide de fizik ve kimya alanında söz konusu edilen ilkeler, kurallar ve yasalar geçelidir” yaklaşımı egemen olmaya başladı.

Teknoloji

Rönesans’ın düşünsel arka planına karşın, bu düşünsel hedeflerin gerçekleşebilmesi için yerleşik toplumsal düzenin değişmesini gerektireceği veya toplumsal düzende değişme olmadığı sürece bu fikirlerin hayat bulanmayacağı açıktır. Toplumsal düzenin değişimi demek o düzeni savunan güçlerle mücadele edebilecek fiziki, entelektüel ve maddi güce sahip olmayı gerektirir. İşte Rönesans düşünce hareketini yaygınlaştıran nedenleri doğru kavrayabilmek için üç önemli icattan söz etmek gerekmektedir. Birincisi barut, ikincisi pusula ve üçüncüsü de matbaanın icat edilmesidir.

Etkileri günümüze kadar ulaşan sonuçlara yol açmış üç önemli teknik buluş olan bu üç keşiften barut tam anlamıyla fiziki güç demektir. Ateşin bir savaş silahı olarak kullanılması çok eski dönemlere ait olmakla birlikte, savaş tekniğinde önemli dönüşümlere yol açan barutlu top ancak 14. yüzyılda İngiltere ile Fransa arasındaki bir savaşta (1346) kullanılmıştır. Barutun yaygın olarak kullanılmasıyla savaşma tarzı tamamen değiştiği gibi, döküm işçiliği, dövmecilik, marangozluk ve barut hazırlama vb. birçok uğraş alanının da doğmasına yol açıldı. Barut toplumsal yaşamı da etkiledi, zengin derebeyleri ordularını topla güçlendirerek, diğerlerine saldırıp topraklarını ele geçirdiler ve böylece derebeylik yerine monarşi geçti. Monarşi yönetimlerinin devamında ulus düşüncesi ve ardından ulus devletler ve ulusal dillerin doğması tesadüfi değildir.

Pusulanın bulunuşu benzer bir toplumsal dönüşün araçlarından biri olmuştur. Çünkü başlangıçta kıyıları gözeterek sınırlı deniz yolculukları yapan ticaret filoları, artık pusulayla birlikte uzak diyarlara ve denizlerin içlerine korkusuzca açılabilmelerine olanak tanıdı. Bunun sonucu olarak coğrafi keşi er hızlandı ve daha fazla maddi zenginliğin doğuşunu sağlayan ticaret gelişti. Pusulanın yararları, aynı zamanda pusulanın geliştirilmesine neden oldu, önce Alexander Neckam (D.1157-Ö.1217), mıknatısın sürekli Kuzeyi göstermesi nedeniyle, gemicilerin gökyüzü kapalı olduğunda da Kuzeyi bulabileceklerini ileri sürdü ardından 1269’da ise Peter Peregrinus pusulaya cetvel ekledi.

Döneme damgasını vuran matbaanın gelişimi ise çok daha köklü değişimleri hazırladı. Öncelikle keşfedilen yeni yerler, yeni toplumlar, yeni yaşam biçimleri ve buralarda edinilen yeni bilgi ve beceriler, mevcut Avrupa bilgi dünyasının ve yaşamının bir parçası haline geldi. Matbaa bu bilgilerin doğru bir biçimde ve çok daha geniş bölgelere yayılmasının aracı oldu. Böylece doğru bilgilere dünyanın değişik bölgelerindeki çok sayıda insan hızla ulaşmaya başladı ve sonuçta bilgi toplumsallaştı. Matbaayla birlikte aynı zamanda kâğıt, mürekkep ve oymacılık tekniği gelişen beceri dalları oldu.

Leonardo da Vinci

Rönesans’ın simge kişiliklerinden olan Leonardo da Vinci (D.1452-Ö.1519), bütün eğitimini bir ressam, heykeltıraş ve mimar olan Andrea del Verrocchio’dan (D.1435Ö.1488) almıştır. Bu yüzden heykele ve mimariye de ilgi göstermiş olmasına karşın, Leonardo’nun gerçek başarısı resim alanındadır. Aynı zamanda dönemin genel tutumunun bir parçası olarak Leonardo da birden çok alanda çalışmayı yeğlemiş çok yönlü bir entelektüeldir.

Aydınlanma Döneminde Bilim 17. ve 18. Yüzyıllar

Matematik-Analitik Geometrinin Kuruluşu

Bu dönemde matematikte ortaya çıkan en önemli gelişme René Descartes’ın (D.1596-Ö.1650) analitik geometriyi kurmasıdır. Analitik geometride cebirsel bir ifade, bir geometrik şekille, bir geometrik şekil de bir cebirsel ifadeyle açıklanabilmektedir. Descartes bu yolla cebir işlemlerine geometrik yorumlarla anlam kazandırmayı amaçlamış, klasik geometriye cebircilerin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Bu sayede ilk defa bir noktanın konumunu belirlemek için gereken eksenler olan ve birbirlerini o noktasında dik olarak kesen, ox ve oy doğrularından oluşan koordinat sistemi gelişmiştir. Böylece bir noktanın konumu x ekseni ve y ekseni üzerinde çizilen doğrularla belirlenebilmiştir.

Astronomi

Elips Yörüngelerin Keşfi ve John Kepler

Yukarıda tanıtımı yapılan Yer-Güneş merkezli evren modelini yeniden canlandıran ve Hven adasında yaptığı gözlemlerle Yer merkezli evren modelinin yıkılmasını sağlayan Tycho Brahe, ömrünün sonlarına doğru yıldızı parlayan genç bir din bilgini olarak eğitilmesine karşın, astronomiye tutkulu bir genç olmayı yeğleyen Kepler’i (D.1571-Ö.1630) yanına çağırmış ve birlikte yaklaşık iki yıl çalışmışlardır. Brahe hem bir dindar hem de bir gelenekçi olarak daima Yer merkezli modeli savunmuş, ancak yaptığı gözlemlerle savunduğu modelin aslında geçersiz olduğunu kanıtlamıştı. Kepler ise tam aksine başlangıcından itibaren Güneş merkezli modelin evrenin gerçek yapısını temsil ettiğini savunmuştur. Fikir farklılıklarına karşın, bilim insanı vasfı yüksek bir kimse olan Brahe bütün gözlem kayıtlarını Kepler’e vermekten çekinmemiş ve son sözü bilimin söylemesi gerektiğine saygılı olmuştur. Bu amaçla Kepler’e verdiği gözlem kayıtlarına dayanarak ondan iki şeyi gerçekleştirmesini istemiştir: “Gözlem kayıtlarımı düzenleyerek yayımla; “Mars’ın yörüngesini tam olarak belirle.”

Gözlemsel Astronomi

Bu dönem astronomisinin dikkat çeken özelliği teleskopun gökyüzünün gözlemlenmesinde yoğun bir biçimde kullanılmasıdır. Giderek astronomi çalışmalarının ayrılmaz bir parçası haline gelecek olan teleskop, o zamana kadar bilinmeyen birçok gökcisminden haberdar olunmasını sağlamıştır. Bu sürecin önemli çalışmalarını sergileyenlerden biri Galileo Galilei’dir (D.1564-Ö.1642). 1609 yılında, kendi yaptığı bir teleskopla Güneş merkezli evren modelini destekleyen, Aristoteles fiziğinin geçersizliğini kanıtlayan birçok gözlem yapmış ve gözlemlerini Yıldız Habercisi adlı kitabında yayımlamıştır.

Fizik

Mekanik

Bu dönemde fizikteki en dikkat çekici gelişme Yer’in hareket ettiği düşüncesini salt varsayım olmaktan çıkarıp, fizik bir temele oturmak yönündeki girişimlerdir ve bu başarılı girişimin sahibi de Galileo’dur. Galileo başını Kiliseyle derde sokmasına neden olan bu başarısını gözlem, deney ve geometri aracılığıyla oluşturana kadar egemen fizik Aristoteles fiziğiydi ve bu fizik kuramsal olmaktan çok gözlem temelliydi. Gözlem verileri de büyük ölçüde hayatın olağan akışı içinde elde edilmişti. Örneğin bir işçinin itmediği sürece el arabasının hareket etmemesi veya rüzgâr savurmazsa yaprağın yer değiştirmemesi gibi durumlardı. Böyle olmakla birlikte Aristoteles, bu gözlemlerden bir sonuç çıkarmış ve “kuvvetsiz hareket olmaz” biçiminde bir yargı elde etmişti. Güneş merkezli evren modeli epeyce güçlenmesine karşın, Yer’in sorunsuz olarak, başka bir deyişle evrendeki düzeni bozmadan, nasıl hareket ettirileceği hala bir sorundu. Başka bir deyişle, Kopernik’in Yer’e hareket veren bir sistemi öne sürmesi ve Brahe’nin Aristoteles fiziğinin açmazlarını gözlemsel olarak kanıtlaması, ardından da yörüngelerin daire değil, elips olduğunun Kepler tarafından gösterilmesiyle artık yerleşik fiziğin anlamsızlığı açıkça görülmüştü. Başka bir deyişle kozmos, yani düzenli sanılan evren aslında sanıldığı kadar düzenli değildi veya en azından artık zorlanmış bir düzenden söz edildiği anlaşılmıştı. Öyleyse çare yeni bir fizik geliştirmekti. Bu işi Galileo üstlendi.

Optik

Optiğin modern dönem öncesi tarihini oluşturan problemler neredeyse ışığın kaynağı ve görmenin oluşumunun fiziksel analizinden ibaretmiş gibi gözükmektedir. Buna karşılık ışığın doğası ve yayılımının niteliği konuları ise optiğin modern döneminin konularıdır. Bu dönemden başlayarak yapılan çalışmalar iki farklı ışık kuramının doğmasıyla sonuçlandı: Parçacık ve Dalga. Aynı şekilde bugün bütün fiziksel optik olgularının incelendiği fiziksel optiğin aşağıdaki temel ilkeleri de bu dönemde belirlendi:

  1. Işık, homojen bir uzayda, sabit bir hızla ve doğrusal çizgilerde yayılır.
  2. Farklı yoğunluklu iki ortam arasındaki sınırda kırılmaya uğrar.
  3. Verilen bir ortam çifti için, kırılma indeksi her bir renk için farklıdır.
  4. Işık çok dar aralıklardan veya nesnelerin kenarlarından geçerken kırınıma uğrar.

Elektrik

Doğa karşısında ilerleme kaydetmek ve bu yoldan doğada olup bitenleri kontrol altına almak isteyen insanoğlu, yaşam serüveni boyunca her gün daha yoğun bir şekilde çevresinde olup bitenleri gözlemlemesi gerektiğini anlamıştır. Bu anlayış giderek örneğin birbirine sürtünen iki ağaç parçasının ısındığını veya reçine benzeri katılaşmış nesnelerin ovulduğunda, saman çöpü veya küçük kâğıt parçaları gibi şeyleri kendisine çektiğini fark etmesini sağlamıştır. Bu fark ediş sonuçta etkisi günümüze kadar gelen ve elektriklenme denilen olgunun keşfinden başka bir şey değildir. Katılaşıp billurlaşan reçinenin, kehribar olarak adlandırıldığı ve bu adlandırmanın aslında bazı nesnelerin ovularak elektriklenme özelliğine sahip olmalarını ifade ettiği bugün olduğu kadar aslında eski dönemlerde de bilinmekteydi. Ancak elektrik konusunda asıl çığır açıcı bilgilerin, diğer bilim dallarında olduğu gibi, modern dönemden itibaren ivme kazandığı unutulmamalıdır.

Konuyu gözlem ve deney bağlamında oldukça bilimsel kabul edilebilecek tarzda işleyen ilk bilgin Mıknatıs Üzerine, (1600) adlı kitabın yazarı ve bu kitabıyla Kepler’e anima motrix (hareket ettirici güç) fikrini ilham eden William Gilbert’tir (D.1540-Ö.1603). Versorium adlı bir aletle çok sayıda nesneyi inceleyen ve ovulduğunda elektriklenenleri saptayan Gilbert, kehribar ve değerli taşlardan başka kükürdün ve camın da elektriklendiğini bularak, elektriklenenler ve elektriklenmeyenler diye bir ayrıma gitmiştir. Bu basit sınıflandırma aslında, doğal nesnelerin farklı niteliklerine dayanılarak farklı şekillerde sınıflandırılabileceğini ve ister istemez sınıflandırmanın bilimsel bilgi elde etmede değerli bir akıl yürütme olduğunu göstermesi bakımından önemli bir adımdır. Zira elektriklenen nesnelerin nesneleri kendisine doğru çektiğinin gözlemlenmesi, mıknatısın benzeri bir çekme etkisinin elektriklenmeyle de gerçekleştiğinin anlaşılmasına yol açmıştır. Nitekim bu çekmenin gözlemlenmesinden sonra Nicola Cabeo’nun (D.1585Ö.1650) testere tozlarının elektriklenmiş nesnelere değdiğinde itildiklerini keşfetmesiyle (1639) birlikte, elektriklenmenin çekme ve itme gibi iki farklı davranışa yol açtığının anlaşılmasına neden olmuştur. Gözleme dayalı bu keşi er, bilimsel araştırmada gözlem ve deneyin taşıdığı yüksek değerin bu dönemden itibaren derinden kavranmasına ve deneysel araştırmanın gittikçe öne çıkmasına yol açmıştır. Bu aslında bilimsel devrime giden sürecin nasıl hazırlandığının açık ipuçlarını ortaya koyması bakımından ayrıca önemlidir.

Coğrafya

İlerleyen dönemlerde yeryüzü hakkında kazanılan bilgilerin artmasıyla, bu bilgilerin düzenlenmesi, sistemleştirilmesi ve sınıflandırılması çalışmaları başladı sonuçta coğrafya tanınan bir bilim dalı oldu. Keşi erle dünyanın bilinen bölgelerinin artması sonucunda, ilgili bölgelerin yerleşim yerlerini, kıyılarını, limanlarını vb. anlatan kitapların yazılması kaçınılmaz hale geldi. Bu yazılı anlatımlar coğrafya terminolojisinin oluşmasına giden süreci başlattı ve iklim, nüfus, insan, ekonomi gibi kavramlarla birlikte kavramlar da çeşitlenmeye ve zenginleşmeye başladı. En sonunda Jean Bodin (D.1530Ö.1596) ve Bernhardus Varenius’un (D.1622-Ö.1650) katkılarıyla bağımsız bilim dalı olarak coğrafya doğdu. Daha sonra sürece Immanuel Kant (D.1716-Ö.1804), Alexander Von Humbolt (D.1769-Ö.1859) ve Carl Ritter (O.1779-Ö.1859) katıldı ve coğrafyanın modern dönemi başladı.

Biyoloji

17. yüzyıl biyolojide de köklü gelişmelerin olduğu bir zaman dilimidir ve bu gelişmenin temel nedeni mikroskobun esaslı bir şekilde kullanılmasıdır. Başka bir deyişle, teleskobun kullanılmasının astronomide oynadığı role benzer bir süreç de mikroskobun biyolojik süreçlerin anlaşılmasında kullanılmasıyla gerçekleşmiştir.

Mikroskobun kullanılmasının ilk belirgin keşfi hücre fikrine ulaşılması ve bunun bir sonucu olarak da bitkilerin hücrelerden oluştuğunun açıkça gözlenebilmesidir. Bu başarı Robert Hook’a (1635-1703) aittir ve Micrographia or Some Physiological Descriptions of Minute Bodies Made by Magnifying Glasses with Observations and Inquiries, başlıklı kitabında büyütücü camlar dediği mikroskopla elde ettiği gözlemlerini çizerek okuyucuya aktarmak gibi önemli bir işi gerçekleştirmiştir. Kitapta çizimini verdiği 57 ilginç görüntü arasında ilk kez bir sineğin gözünü, arının iğnesini, bit ve pirenin anatomisini, kuş tüyünün yapısı yer almaktadır. Hücrenin tanınması biyolojiye modern yapısını kazandırmıştır ve bu yoldan ilerleyen Marcello Malpighi (D.1628-Ö.1694) iç organların dokularını ayrıntılı olarak gözlemlemiştir. Antonio von Leeuwenhoek (D.1632-Ö.1723) çamurlu suyu mikroskop altında incelediğinde, tek hücreli canlıların varlığını keşfetmiş, canlılar dünyasının görünenlerden oluşmadığını ilan etmiştir. Swammerdam (D.1637-Ö.1680) ise mikroskobunu böcekler dünyasına çevirmiş ve onların da evrim geçirdiklerini bölünerek çoğaldıklarını belirlemiştir.

Teknoloji

Bu yüzyılda sık kullanılan bir araç olması dolayısıyla teleskop en yaygın gözlem aracı haline gelmiştir. Ne zaman icat edildiği belirsizlik taşısa da, uzun bir zaman dilimi boyunca birçok bilim insanının kitabında, özellikle de ışık üzerine çalışanların teleskobu çağrıştıran araçlardan söz ettikleri görülmektedir. Merceklerin yapımına ilişkin bilgilerimiz erken dönemleri işaret etmekle birlikte, büyütücü veya yaklaştırıcı özellikli aletlerin tarihi 16. Yüzyılın başlarına kadar götürülebileceğini göstermektedir. Örneğin ünlü Türk astronomu ve matematikçisi Takîyüddîn, 1574-1580’li yıllarda İstanbul’da bir gözlemevi kurmuş ve optik konusunda kaleme aldığı kitabında da teleskop yaptığını söylememize yol açan bir tanımlamada bulunmuştur. “Ben uzakta bulunmaları nedeniyle görülemeyen [gözden gizlenmiş olan] eşyayı en ince ayrıntılarıyla gösterebilen ve ortalama uzaklıkta bulunan gemilerin yelkenlerini bir ucundan tek bir gözle baktığınızda görebileceğiniz bir billur [mercek] yaptım” demektedir. Bu açıklamalara dayanarak Takîyüddîn’in Galileo ve Newton gibi kendisine bir teleskop yaptığını söylemek olanaklı görünmektedir.