KENTLER, PLANLAMA VE AFET RİSK YÖNETİMİ - Ünite 6: Türk Kentlerinin Afet Geçmişi ve Tehlike Profili Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 6: Türk Kentlerinin Afet Geçmişi ve Tehlike Profili

Kent ve Afet

İnsan yerleşmelerinin oluştuğu başlangıç dönemlerinden itibaren farklı sebepler ile bu yerleşmelerin afet olaylarına maruz kalması, yerleşenlerin kendilerini ve mal varlıklarını korumak için çeşitli önlemler almasına neden olmuştur. Bu yerleşimler ilkçağlardan itibaren geçmiş deneyimlere de bağlı olarak topoğrafyanın, bitki örtüsünün, iklimsel özelliklerin ve doğal kaynakların (su ve tarım arazileri gibi) sağladığı çeşitli avantajları da dikkate alarak uygun alanlarda oluşmuşlardır. Bu alanlar hem doğal olaylardan en az etkilenebilecekleri(sel yataklarından uzakta, heyelan tehlikesi düşük yerler gibi) hem de farklı tehlikelerden (işgalciler, yağmacılar, düşmanlar vd.) kendilerini koruyabilecekleri yerler arasından seçilmişlerdir. Düz alanlarda (ova, plato, sahilkıyı bandı vb.) yerleşmenin dezavantajları olsa da zaman içinde artan ticaret ve ulaşım faaliyetleri sonucu doğal ve insan yapımı tehlikelere daha açık bölgelerde de (kıyı alanları, sel yatakları, fay hatları vb.) yerleşimler kurulmaya başlanmıştır.

İlk ortaya çıkan büyük yerleşim yerleri daha çok kale kent olarak tanımlanabilecek ve yönetim merkezinin bir kale ile korunduğu, sivillerin ise kale duvarlarının arkasına ve çeperlerine yerleştiği alanlardır.

Kent nüfuslarının artması ve kale kent anlayışından çıkılarak büyüyen nüfus, göçler, sanayileşme ve diğer bir çok etken ile Ortaçağ sonrasında genişleyen yerleşim alanları ve şehirlere dönüşen yerleşimler beraberlerinde farklı ve daha şiddetli afet olaylarının yaşanmasına da sebep olmuşlardır. Afet olaylarının şiddetini arttıran temel neden ise kentsel alanlarda ortaya çıkan kontrolsüz yapılaşma ve büyüyen nüfus ile birlikte afet risklerinin artması, bu riskler karşısında toplumların dirençlilik ve baş edebilme mekanizmalarının oluşmamış olmasıdır. Özellikle deniz aşırı ve kıtalararası ticaretin de yaygınlaşması ve sanayileşme yönünde önemli adımların atıldığı 18. yüzyıl dünya üzerinde büyük ticaret ve sanayi kentlerinin de ortaya çıkmaya başladığı bir dönemdir. Bu süreci, kentsel afetler ile daha sık karşılaşmanın gözlemlendiği bir dönem olarak da değerlendirmek mümkündür. Örneğin; 1755 yılında Portekiz’in Lizbon kenti büyük bir deprem ile sarsılmıştır. O dönemin parlayan, yıldız kentleri arasında olan ve Avrupa’nın dünyaya açıldığı çok önemli bir liman ve ticaret kenti olan Lizbon’da yaşanan deprem, arkasından ortaya çıkan tsunami ve yangın gibi ikincil afetler neticesinde binlerce insan hayatını kaybetmiş ve Lizbon şehri büyük ölçüde hasar görmüştür. 1755 Lizbon depremi dünyada kentsel afetler açısında bir dönüm noktası olmuştur. Bu deprem sonrası kentlerin daha sağlıklı ve güvenli inşa edilmesi yönünde önemli tartışmalar başlamış, doğa olaylarının afete dönüşmesinin sorumlusunun insanoğlu ve onun faaliyetleri olduğu daha güçlü bir biçimde tartışılmaya başlanmıştır.

Türkiye’de Kentsel Afetlerin Kısa Tarihçesi

Ülkenin kentleşme süreci ve afet tecrübesini Cumhuriyet’in kuruluşunun öncesi dönemden itibaren ele almak kentsel alanlarda geçmişten miras kalan afet risklerini de anlayabilmek açısından faydalı olacaktır. Bu süreci tarihsel dönem içinde ele alırken Cumhuriyet Öncesi ve Sonrası olarak iki tarihsel dönemde incelemek yerinde olacaktır.

Cumhuriyet öncesi dönemde kentsel alanlarda afet etkileri

Özellikle Türk kentlerinin afet tecrübesini kısaca anlatırken afet olaylarına ilişkin ilk yazılı dokümanlara ulaşılabilen 1509 tarihi ile başlamak uygun olacaktır. 14 Eylül 1509 tarihinde meydana gelen ve “Küçük Kıyamet” olarak adlandırılan deprem (büyüklüğü 7.6 – 8.0 arasında tahmin edilmekte) Türkiye’nin afet tarihinde kayda geçmiş en büyük depremlerden birisi olarak yazınımıza girmiştir.

Depremde ahşap yapıların daha iyi davranış göstermesi ve ayakta kalmaları sonucu 1509 depremi sonrası ahşap yapı üretiminin teşvik edilmesi ile daha sonraki dönemlerde başka bir sorunu, suriçi yangınlarını gündeme taşımıştır.

Bu anlamda 1633 (Cibali-İstanbul) ve 1693 (İstanbul) Yangınları hem konutlara hem de işyerlerine ağır hasar veren afetler olarak arşivlerde yerini almıştır. 1766 yılında başta İstanbul olmak üzere Marmara Bölgesini ciddi oranda etkileyen bir deprem yaşanmış, önemli bir tsunami (deprem dalgası) etkisi olduğu da birçok tarihi belge ve resimler de tasvir edilmiştir.

Özellikle Avrupa’da 17. ve 18. yüzyıllarda sanayileşmenin etkisi ile hızla büyüyen kentsel yerleşimlerde ortaya çıkan sorunlar yeni planlama ve güvenlik önlemleri çalışmalarına yol açmıştır.

Bu dönemde yapılan çalışmalarda kentsel afet risklerini azaltmaya yönelik olarak yangınların yayılmasına neden olan ve kontrol altına alınmasına da engel olan çıkmaz sokakların tamamen kaldırılması, yapıların ahşap yerine taş malzeme ile inşa edilmesi ve yine yangınların yayılmaması için kent meydanları oluşturulması gibi öneriler oluşturulmuştur.

Daha sonraki yıllarda deprem ve yangın felaketleri başta olmak üzere birçok afeti yaşamaya devam eden bu coğrafyada devlet farklı felaketlerle de uğraşmaktadır. Anadolu coğrafyasında kuraklık, hijyen koşulların oluşmaması ve benzeri sebeplerle sık sık salgın hastalıklarla karşılaşılmıştır. Bu durumu anlatan döneme ait halk arasında kullanılagelen bir söz de “ Anadolu’nun salgını İstanbul’un yangını Rumeli’nin bozgunu... ” şeklindedir ve ülkenin afet profili hakkında da açık bir bilgi vermektedir. Özellikle imparatorluğun dağılma ve parçalanma sürecini hızlandıracak olan savaşların (Osmanlı-Rus Savaşı, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı gibi) ardı ardına patlak vermesi afet riskleri ile mücadele sürecinde ve kentsel alanların fiziksel güvenliği çerçevesinde imar ve denetim yaklaşımlarının gelişmesinde önemli aksamalara neden olmuştur.

Cumhuriyet dönemi afet profili

1939 yılı Cumhuriyet tarihi için önemli bir afet olayına sahne olmuştur. Merkez üssü Erzincan olan 7.8 (kimi kayıtlara göre 7.9) büyüklüğündeki deprem ülkeyi vurmuş ve Cumhuriyet tarihinde aletsel olarak ölçülebilen en büyük deprem olarak kayıtlara geçmiştir. Erzincan-Kelkit bölgesi başta olmak üzere ülke coğrafyasının %5’ini oluşturan bir alanda, bir çok kentsel ve kırsal yerleşimde 32.000’den fazla insanın hayatını kaybettiği, 116.720 yapının hasar gördüğü bu deprem sonucunda mevcut yapıların deprem ve diğer afetler karşısındaki dayanıksızlığı da bir kez daha gözler önüne serilmiştir Bu depremi takip eden süreçte, Türkiye’deki kentlerin depremler karşısında dayanıklı olmamasının nedenleri de tartışılmaya başlanmıştır. 1939 Erzincan depremini takip eden sürecin bir başka ilginç özelliği ise 5 yıllık bir dönem içerisinde peş peşe 5 büyük sismik hareketin ülkeyi etkilemesidir. Bu sismik aktiviteler sonucunda 1939-1944 döneminde meydana gelen deprem afetlerinde 44.000’e yakın can kaybı, 75.000 yaralı ve 200.000 civarında yıkık yapı ortaya çıkmıştır.

1955-2002 yılları arasında 1.235 kişinin ölümüne ve 61 bin konutun ağır hasar görmesine neden olan 1.308 sel felaketi meydana gelmiştir. İzmir, Bartın, Hatay, Gaziantep ve Trabzon’da meydana gelen seller, 100 milyon dolar kayıp yaratmıştır.

İstatistiksel olarak 1950-2008 döneminde ülkenin ve kentlerin afet profiline bakıldığında, depremlerden etkilenen toplam afetzede sayısının 158.241 olduğu, afet türlerine göre %55’lik bir paya sahip olduğu tespit edilmektedir. Heyelanlardan etkilenen toplam afetzede sayısının ise 59.345 olduğu ve afet türlerine göre %21’lik bir paya sahip olduğu söylenebilir. Su baskınlarından etkilenen toplam afetzede sayısının ise 22.157 olduğu, afet türlerine göre %8’lik bir paya sahip olduğu görülmektedir. Bir başka afet türü kabul edilen kaya düşmelerinden etkilenen toplam afetzede sayısının 19.422 olduğu ve afet türleri içinde %7’lik bir paya sahip olduğu istatistiksel bir veridir. Çığ afetinden etkilenen toplam afetzede sayısının ise 4.384 olup, afet türleri içinde %2’lik bir paya sahip olduğu bilinmektedir.

Türkiye’de bir çok farklı türde afet sonucunda çok sayıda yapı ağır hasar görmüş ya da yıkılmıştır. İstatistiklere göre 20. yüzyılın başlarından 21. Yüzyılın başlarına kadar geçen sürede Türkiye’de 650 bin (650.000) den fazla konut afetler nedeni ile yıkılmıştır.

İstatistiklerden de görülebileceği üzere Türkiye kentleri bir çok faktöre bağlı olarak çeşitli doğal olayların afete dönüşme tehlikesi ve riskleri ile karşı karşıyadır.

Kentlerde Afet Tehlikesi ve Risklerini Oluşturan Temel Nedenler

Doğal tehlikeleri ortaya çıkaran faktörler çoğunlukla engellenmesi mümkün olmayan durumları göstermektedir. Örneğin, deprem tehlikesini ortaya çıkaran faktör bir bölgede sismik aktivitelerin olmasıdır.

Fay hatlarının geçtiği yerlerde belirli periyodlarda sismik hareketler sonucu enerji açığa çıkması ve fayların hareketlenmesi ile depremler oluşmaktadır. Ülkemizde de fay hatlarının yaygın bir şekilde bulunması ve onların aktif hareketleri sonucunda bir önceki kısımda tarihsel olarak örneklerle bahsedilen yıkım ve kayıplar sıklıkla meydana gelmekte ve yerleşimlerin bulunduğu bu büyük coğrafyada deprem tehlikesi varlığını her zaman sürdürmektedir. Fay hatlarının yerini değiştirmek ya da ortadan kaldırmak mümkün olmadığına göre tehlikeyi de ortadan kaldırmak mümkün olmayacaktır. Ancak depremlerin yerleşimlerde hasar meydana getirmesi ise sadece fay hatlarının yakınlığı ve mekanizmaları ile ilişkili değil, aynı zamanda yerleşim yerlerinde bulunan binaların dayanıklı olup olmaması ile de ilgilidir.

Kentlerin sağlıklı gelişimi ve güvenli kentsel alanlar oluşturulması ülkenin sürdürülebilir kalkınması için de gerekli bir koşuldur. Afetler ise sürdürülebilir kalkınma önünde her zaman bir engel teşkil edecektir. Dolayısıyla ülkenin afet profili çizilirken aslında ekonomik kalkınma modeli ve bu modelin başarı şansı da ortaya çıkmaktadır.

Afet ve ekonomi arasında bu denli sıkıbir bağlantı bulunmaktadır. Ülkemiz kentleri, özellikle büyük şehirler ülke ekonomisine en fazla katkı yapan yerleşim alanlarıdır. Bu alanların farklı afet tehlike ve riskleri ile karşı karşıya olması ekonomik kalkınma için de engel oluşturacaktır.

Türkiye’de kentlerde tehlikelerin afetlere dönüşme nedenleri: Kentsel risk havuzları

Kentsel alanlarda artan afet risklerini ekonomik kalkınma temelli faktörler üzerinden değerlendirmek gerekirse bir takım genel etmenler ortaya konmaktadır. Bunlar;

  • Sağlıksız arazi yönetimi
  • Nüfusun tehlikeli alanlarda giderek daha fazla yoğunlaşması
  • Çevresel bozulmalara neden olan hatalı çevre yönetimi
  • Çevresel bozulmalara neden olan hatalı çevre yönetimi
  • Mevzuatın (hukuksal ve yönetsel) eksikliği veya uygulamanın yetersizliği
  • Toplumsal yoksulluk ve sosyal adaletsizlik
  • Hazırlıksız toplum ve hazırlıksız kurumlar
  • Kaynakların uygun olmayan biçimde kullanımı

Bu faktörler birbirleri ile ilişkili olup, hep birlikte afetlere karşı toplumsal dirençsizlikleri artıran bir eğilim oluştururlar ve sonuç olarak da, toplumun herhangi bir afet sonrası ortaya çıkan koşullardan normal yaşama dönüşü hızlı bir biçimde olamamaktadır.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de artış eğilimi gösteren kentsel afetler çeşitli nedenlere bağlanmaktadır. Bu afetlerin ortaya çıkmasına neden olan riskleri belirlemek yeni afet politikalarının öncelikli hedeflerindendir. Risk belirleme çalışmaları farklı düzeylerde yürütülmekle birlikte bunların arasında en karmaşık risk belirleme çalışması kent düzeyinde olanıdır. Kent ortamında çok yönlü risklerin belirlenmesi; kentin fiziki, ekonomik ve sosyal özelliklerinin bir birliktelik içinde ve bir sistem dahilinde gözetilerek kentin bilimsel yöntemlerle çözümlenmesini gerektirir. Buna bağlı olarak, Türkiye kentlerinin kritik risk havuzları oluşturması ve aşırı ölçüde riskler göstermesinin temel nedenleri şöyle özetlenebilir.

  1. Ülkenin Coğrafi Konumu ve Yerleşimler: Buna göre, Türkiye’de yerleşim yerlerinin pek çoğu tehlike gösteren konumlarda bulunmaktadır. Kuzey Anadolu Fay (KAF) hattı üzerinde yer alan yerleşimlerin yoğunluğu buna en güzel örnek olarak verilebilir; başta İstanbul, Kocaeli, Gebze, Yalova gibi sanayi kentlerinin bulunduğu bir çok yerleşim KAF üzerindedir.
  2. Hızlı ve Kontrolsüz Kentleşme: Özellikle ülkenin 1950’lerden sonra ortaya çıkan yapı üretim modeli ağırlıklı olarak arsa rantı üzerine dayandırılmış ve arsa üzerinde hisse sahipliği ile apartmanlaşma modeli benimsenmiştir. Bu model ile kentsel alanlar hızla “apartmankentlere” dönüşmeye başlamıştır. Apartkentlerin bina yığınları halinde ortaya çıkışı buralarda nüfus yığılmalarına, sağlıksız altyapılara, çeşitli tehlikelerin birikmesine ve bu alanların risk havuzlarına dönüşmesine neden olmuştur.
  3. Hatalı ve Uyumsuz Fonksiyon Kullanımları: Tehlike içeren kullanım türlerinin kullanım yerleri, yer seçimleri ve sanayinin korunmasızlığı bu anlamda önemli bir risk kaynağı oluşturmaktadır.
  4. Sosyo Kültürel Etkenler: Özellikle, toplumun afet politikaları karşısındaki eğitim ve bilinç düzeyi ile afet risklerini algılama biçimi bu yönde önemli bir sorun alanı oluşturmaktadır.
  5. Politik Etkenler: Ülkede siyasi otoriteyi temsil eden ve gücü elinde bulunduran siyasi erkin kararlarını ağırlıklı olarak afet sonrası aşamalara, yara sarma politikalarına yönlendirmesi bu yönde önemli bir zafiyet olarak algılanabilir.Aynı şekilde, siyasi otoritenin elindeki kıt kaynakları bütünüyle afet sonrası yardım adıyla dağıtma yönünde irade kullanması, tercihte bulunması ve bu kaynak dağıtımında da hesapsız davranabilmesi, risk azaltma (sakınım) yönünde yeni politikalara geçişte engeller yaratmaktadır.

Ülkemizde kentleri tehdit eden afet risklerinin başında deprem gelmektedir. Bu nedenle deprem riskinin belirlenmesi ve bu yönde stratejiler oluşturulabilmesi ülke için en öncelikli politikalardan birisi olmak zorundadır.

Türkiye’de Kentsel Alanlarda Deprem Riski

Ülkemizde kentsel alanlarda depremin yol açtığı hasarlar gerek üst yapıda gerekse de alt yapıda ciddi hasarlara neden olmaktadır. Üst yapı hasarları ağırlıklı olarak konut yapıları üzerinde gözlenmekle birlikte kamuya ait yapılarda da (okul, hastane, sağlık ocağı, askeri bina, lojman, köprü vb.) önemli ölçüde hasarlar oluşmakta ve can kaybı yaşanmaktadır. 1999 Doğu Marmara Depremlerinde ise özellikle konut yapılarında ortaya çıkan büyük hasarlar ve bu hasarlarla birlikte meydana gelen can kaybının bilançosu yaşanan afeti yüzyılın felaketi olarak niteleyecek ölçüde büyüktür. 1999 Depremi (17 Ağustos) neticesinde Türkiye’nin en bilinen petrol üretim ve depolama tesislerinden olan TÜPRAŞ’da meydana gelen depreme bağlı yangının yol açtığı hasar ve çevresel kirlenme buna örnektir.

Türkiye’de özellikle 1950’lerden sonra nüfusu ile birlikte paralel olarak hızla artan plansız kentsel yapı stokları imar kurallarına ve yönetmeliklere uyulmadan yapıldığı, gerekli mimarlık ve mühendislik hizmetlerini almadığı, kaçak olarak inşa edildikleri, iyi denetlenemedikleri ve kalitesiz yapı malzemelerinin kullanıldığı bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.

1999 depremlerinden sonra yaşanan kentsel alanlardaki betonarme yapı hasarlarının maalesef Van’da da devam ettiği görülmektedir.

1999 Marmara depremleri sonrasında oldukça fazla değişim ve dönüşüm gösteren afet yönetimi ile ilgili yasal ve yönetsel çerçeve sonrası oldukça büyük derecede hasara sebep olan en yakın deprem 2011 yılında gerçekleşen Van depremleridir.

Dolayısı ile Van’da yaşanan yıkımın da gerçek nedenlerinin aranması, yapısal hasarı ortaya çıkaran sosyal, ekonomik, fiziksel ve politik süreçlerin hep birlikte değerlendirilmesi gerekir. Tek yapı ölçeğinde yapılacak değerlendirmeler sorunun kökenlerine inilmesinde ve gerçek sebeplerin bulunmasında asla yeterli olamayacaktır. Bu anlamda yapı üretim sürecine bütüncül olarak bakılmalı ve planlama ölçeğinden tek yapı üretim ölçeğine ve yapı kullanımı sonrası değerlendirme sürecine kadar giden bütüncül bir çerçeveden değerlendirmeler gerçekleştirilmelidir. Ülkemizde depremlerden sonra gözlenen çok tipik betonarme yapı hasarlarının sebepleri şu şekilde belirtilebilir.

Malzeme, taşıyıcı sistem, denetim: Yerel zemin koşulları ile yapının uyumsuzluğu, yapının mimari ve taşıyıcı sistem tasarımında yapılan hatalar, malzemenin kalitesiz olması ve işçilikte karşılaşılan hatalar, yapı denetimindeki önemli eksiklikler en temel faktörlerdir.

Kısa kolon, yumuşak kat : Zemin sıvılaşmasına bağlı olarak yapıların devrilmesi ya da yıkılması, kısa kolon, yumuşak kat ve/veya zayıf kat, kolon mafsallaşması sebebiyle bütünüyle yıkılan (pancake collapse) yada ağır. hasar gören binalar da tipik hasar sınıflarında önde gelmektedir.

Makine ve elektrik projeleri: Proje eki olarak düşünülen ancak en az mimari ve statik projeler kadar önemi olan makine ve elektrik projelerinde hem genelde hem de detayda sunulan uygulamalarda karşılaşılan hatalar ve uygulamaların yeterince denetlenmemesi gerek yapısal gerekse yapısal olmayan hasarlara neden olabilmektedir.

Tesisat uygulamaları ve tadilatlar: Depremde duvar hasarlarının fazla olmasının bir başka sebebi de kötü duvar işçiliği yanında, tesisat uygulamaları için duvarlarda açılan kanal ve benzeri uygulamalardır. Bu ve benzeri sebeplerle deprem sırasında taşıyıcı elemanlara yardımcı olan bölme duvarlar iyi performans gösterememektedir.

Yalıtım sistemleri: İnsan sağlığını da doğrudan etkileyen rutubet gibi dış etkenlere karşı koruma sağlamayan eksik yalıtım sistemleri, bina taşıyıcı sistemlerinde kullanılan donatıları da etkilemekte, bu nedenle binanın taşıyıcı sistem elemanlarının yük taşıma kapasiteleri olumsuz olarak etkilenmektedir.

Beton kalitesi: Proje ve imalat hataları yanında çok sık rastlanan sorunlardan biri de yapılarda kullanılan betonun kalitesi ve dayanım özelliklerinin yetersiz olmasıdır.

Yanlış donatı : Tüm bunların yanında hatalı ve yanlış donatı kullanımı (düz demir kullanılması, etriye sıklığının özellikle kolon-kiriş birleşimlerinde arttırılmaması, yetersiz çiroz kullanımı vb.) diğer bazı hasar sebepleri olarak belirtilmelidir.

Ülkemizde kentsel alanlarda deprem kaynaklı risklerin gerek fiziksel, gerek ekonomik, gerekse insan kaybı açısından değerlendirilmesi, tespiti ve riskleri azaltacak yaklaşımların ortaya konması bu anlamda önemli görünmektedir. Konut üretim sürecinin işleyiş biçimi ve bu süreçte rol alan aktörler aynı zamanda konut yapılarının deprem tehlikesi karşısında dayanıklı olmasından da sorumlu aktörlerdir. Yapı üretim sürecinin denetlenmesi önemli bir risk azaltıcı faaliyet olarak kabul edilebilir. Dolayısıyla deprem risklerini azaltma faaliyetlerinin başında yapı denetim sistemi gelmektedir.

Kentsel alanlarda depremden kaynaklanan risklerin tek yapı ölçeğinde değil daha bütüncül ve büyük ölçekte belirlenmesi ve değerlendirilmesi temel hedef olmalıdır. Bir yapının taşıyıcı sistemini deprem karşısında dayanıklı olacak şekilde tasarlamanın yanında, bu yapının çevresindeki diğer yapılarla birlikte bir risk oluşturmaması da sağlanmalıdır. Aynı şekilde, tek yapı ölçeğinde afet risklerinin değerlendirildiği tasarımın çevresel etkisi ve kent ölçeğinde yakın çevresi ile olan ilişkisi bağlamında (acil durumlar için kaçış güzergahları, acil durum tesislerine uzaklığı, açık alanlara ulaşılabilirlik, çevre ulaşım ağlarına ulaşılabilirlik vb.) taşıdığı riskler de önceden belirlenebilmeli ve tasarım buna göre gerçekleştirilmelidir.

Günümüz Türkiye Kentlerinin Tehlike Profili

Türkiye coğrafyasının, topoğrafik özelliklerinin, iklimsel karakteristiklerinin ve doğal tehlike kaynaklarının büyük bölümü geçmişten miras kalan özelliklerdir. Ancak bu özelliklerin ortaya çıkardığı tehlikeli durumlar kentleşme, yapı üretim süreci, denetim mekanizmaları, yasal yönetsel kurumsallaşma, mevzuat boşlukları ve uygulama yetersizlikleri sebebi ile geçmişten gelen afet mirasını büyütmüş ve kentleri risk havuzlarına çevirmiştir. Mevcut yerleşimlerin içinde bulunduğu geçmişten miras alınan karmaşık tehlike profili üzerine günümüzde etkisini yavaş yavaş ortaya çıkarmaya başlayan doğal kaynaklı (küresel iklim değişimi ve buna bağlı küresel ısınma, aşırı ve ani yağışlar, kuraklık, yangınlar, aşırı hava kirliliği, hızlı çevresel bozulma vb.) ve insan yapımı (teknolojik ve endüstriyel kazalar, patlamalar gibi) tehlikeler eklendiğinde günümüz Türkiye yerleşmelerini gelecekte afetlere dönüşme olasılığı yüksek olan çeşitli tehlike ve riskler beklemektedir.

Sel ve su baskınları Türkiye için bir başka önemli tehlike profili faktörüdür. Geçmişte sel ve taşkınlardan edinilen tecrübeler, ülkemizde mutlaka planlı ve sağlıklı bir sel tehlike profili oluşturulması ihtiyacını göstermekte, sürekli güncellenen bu tehlike profiline uygun bölgesel ve yerel ölçeklerde sel tehlike haritalarının kullanılması ile yerleşimlerin bu tip tehlikelerden korunması ihtiyacı bulunmaktadır.

Türkiye’de heyelanlar ve kaya düşmeleri de önemli can ve mal kayıplarına neden olmaktadır. Heyelan ve kaya düşmeleri kendi başlarına bir afet olarak ortaya çıkmakla birlikte kimi zaman başka afetlerin tetiklemesi ile de oluşabilmektedir. Örneğin depremler, seller vb. afetler de heyelan ve kaya düşmelerini tetiklemektedirler. Deprem, sel, heyelan, kaya düşmesi, çığ, fırtına, hortum vb. afetler ani gelişen ve sonuçları yıkıcı olabilen afet türleridir. Bir de yavaş gelişen, etkileri uzun vadede görülebilen ancak sonuçları en az diğer afetler kadar ağır olabilen afet türleri de bulunmaktadır. Bu tür afetlerin başında kuraklık gelmektedir.

Ülkemiz de kuraklık açısından tehlikeli bir coğrafyada bulunmakta ve iklimsel koşullar altında yer almaktadır. Kuraklık afetinin sonuçları ağır olabilmekte, açlık, salgın hastalıklar ve kitlesel göç hareketleri ile bölgesel çatışmalar ve savaşlara kadar gidebilecek farklı afetleri de tetikleme potansiyeline sahiptir. Ülkemizde küresel iklim değişimi ve kuraklık ile ilgili çalışmaların yürütülmesi bu sebeplerle son derece önemli görünmektedir.

Deprem gibi ani gelişen ve büyük yıkımlara yol açan doğal kaynaklı afetler geçmişi Türkiye’de kentlerin büyük tehlike ve riskler altında olduğunu göstermektedir. Kentsel altyapıların güçlendirilmesi, yerleşimlerin yerel afet karakteristikleri çerçevesinde afet tehlike ve risk profillerinin belirlenmesi, buna göre yapılacak risk azaltma çalışmalarının planlanması gerekmektedir. Kentlerin karmaşık yapısı ve dayanıksız yapılaşması sebebi ile çoklu afetlerle karşılaşmak da olası görünmektedir.

1999 Marmara Depremi sonrası TÜPRAŞ tesislerinde çıkan yangın ve bunun çevreye etkisi de yine çoklu afetlere örnek olarak verilebilir.

Karmaşıklaşan kentsel afetler ve etkileri ile baş edebilmek için farklı disiplinlerin, sektörlerin ve sivil toplumun birlikte ve eşgüdüm içinde çalışmalarına ihtiyaç duyulmaktadır. Öncelikle, risk havuzlarına dönüşen yerleşimlerde tehlike profili oluşturulmalı, bunun için başta Coğrafi Bilgi Sistemleri (CBS) olmak üzere teknik, hukuksal, yönetsel, ekonomik ve sosyo-kültürel veriler toplanarak analiz edilmelidir.

Tehlike haritaları, makro ve mikro ölçekli risk haritaları ve yerleşime uygunluk analizleri gerçekleştirilmeli, kentsel alanların fonksiyon kullanımları (konut, ticaret, sanayi, açık alanlar, rekreasyon alanları vb.) hem bölgesel hem de tek yapı ölçeğinde analiz edilerek risk oluşturan uyumsuzhatalı fonksiyonlar ayrıştırılmalı, bozulan ve yıpranan kentsel doku rehabilite edilmeli veya yeniden inşa edilerek tehlike ve riskler azaltılmalıdır.

Kent yaşamı ve kent sakinleri için afet risklerini azaltacak yaklaşımları benimsetecek eğitim ve bilinçlendirme çalışmaları karmaşıklaşan kentsel afet riskleri karşısında toplumun baş edebilme kapasitesini arttıracaktır.