SİYASET SOSYOLOJİSİ - Ünite 3: Otorite, Siyasal İktidar ve Meşruluk Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Otorite, Siyasal İktidar ve Meşruluk

İktidar İlişkisi, Sosyal İktidar, Mikro İktidar

Siyasetin ilişkiye dayalı olması, siyasal olanın ancak sosyal bir bağlam içerisinde ortaya çıkabileceği anlamına gelir. Yani tek bir kişinin olduğu bir yerde iktidardan yahut kontrolden söz ediliyorsa burada ‘iktidar’ kavramı siyasal anlamının dışında kullanılıyordur. Ancak iki kişi olduğu zaman ‘iktidar’ ve ‘kontrol’ kavramlarının siyasal anlamda kullanılması mümkündür. Max Weber, iktidarı: “Bir kişiye, kendi isteğine karşıt bir şey yaptırabilme gücü” olarak tanımlar. Bu noktada ‘özgürlük’ kavramı da işin içine girer. ‘Özgürlük’ kavramı, kişinin karar ve eylemlerinin bizatihi kendi iradesinden kaynaklanmasını ifade ediyorsa burada felsefi bir anlam taşıyordur. Örneğin kimi bağımlılıkları sebebiyle futbol oynayamayan bir futbolcu, istediği bir şeyi yapması başkaları tarafından engellendiği için özgürlükten uzak değildir. Kendisine engel olan şey gene kendisi olduğundan, burada sözü geçen özgürlük, siyasal değil, felsefi bir anlam taşır. Eğer bu futbolcu yabancı bir futbolcu olsaydı ve bulunduğu ülkedeki merciler kendisine oynama hakkı vermeseydi, o durumda siyasi bir özgürlükten söz edilebilirdi. Çünkü bu durumda futbolcunun futbol oynamasına engel olan şey kendisinden değil, başka bir kişi (ya da kurum) den kaynaklanmış olacaktır.

Siyasetin ilişkisel olması, farklı ilişki biçimlerinde farklı biçimlerde ortaya çıkmasına yol açar. Carl Schmitt, siyasal olanı karakterize eden antagonizmanın, son tahlilde, dost-düşman ayrımı olduğunu belirtir. Schmitt’in bu ayrımı bazı sorunlar içermekle birlikte, siyasal olanın ilişkisel karakterinin anlaşılmasında, iki bakımdan aydınlatıcıdır:

Birincisi; ‘dost’ ve ‘düşman’ kavramları ancak bir karşıtın varlığı üzerinden tanımlanabileceği için, siyasetin, izole edilmiş birey üzerinden anlaşılamayacağının altını çizer.

İkincisi; Schmitt, siyasal bir varlığın ancak bir düşmanın varlığı halinde söz konusu olabileceğini varsayarak, siyasal olanın ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki karşıtlık ilişkisinden kaynaklandığını belirtir.

Örneğin bir kadın işçi, ekonomik çıkarları için mücadele ederken, ‘biz’i işçi sınıfı, ‘onlar’ı işverenler olarak görür. Fakat aynı kadın işçi başka bir platformda, kadın hakları için mücadele verirse bu kez ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımını farklı bir temel üzerine kuracaktır.

Biz’ ve ‘onlar’ arasındaki ilişki, süreğen bir düşmanlık ilişkisi olarak düşünülmemelidir. Karşılıklı mücadele içerisinde birbirini etkileyen, dönüştüren iki unsurdur. Modern dönemde siyasetin çatışmacı ve dinamik doğasını anlamayı zorlaştıran iki yaklaşım hâkim olmuştur. Bunlar: siyaseti devlet ve devleti oluşturan kurumların işleyişine ilişkin bir faaliyet olarak ele alan kurumsalcı yaklaşım ve siyaseti bireysel hakların korunmasına yönelik sınırlı bir fonksiyonla tanımlayan liberal siyasal düşüncedir.

Siyasetin ilişkisel olduğunu belirtmek, siyaseti anlamak açısından önemli olmakla birlikte yeterli değildir. Bu noktada, ‘iktidar’ ve ‘yönetim’ kavramlarının anlaşılması önemlidir.

Her yönetim ilişkisi, bir iktidar ilişkisi de içerir. İktidar, daha çok modern devletin merkezi niteliğinin belirtilmesi amacıyla siyaset düşünürlerince kullanılan bir olguyken, yönetim siyaset felsefecilerin üzerinde durduğu bir olgu olmuştur. İktidar olgusunu bağımsız şekilde ele alan ilk düşünür Machiavelli’dir. Machiavelli’nin iktidar kavramına ilişkin saptamaları, Jean Bodin’in elinde geliştirilmiş, Thomas Hobbes’un egemenlik kavramlaştırılmasıyla da en sistematik ifadesini bulmuştur

Foucault, ‘mikro iktidar’ düşüncesini ortaya atmıştır. Foucault’ya göre ‘iktidar’, sadece devletle özdeşleşen bir makro iktidar düşüncesinin aksine, sosyal hayatın çeşitli kademelerinde ortaya çıkan bir ilişki biçimidir. Toplumdaki bütün resmi ya da resmi olmayan birlikteliklerde (aile, okul, dernek, parti vs.) iktidar ilişkilerini görmek mümkündür. Foucault’ya göre iktidar ilişkisi, bir tarafın (kişi, grup veya kurum) diğer tarafın (kişi, grup veya kurum) eylemleri üzerinde eylemde bulunduğu bir ilişki biçimidir. Bu tanım, iktidar ilişkisinde yönlendirme eylemine maruz kalan tarafın pasif bir konumda olmayıp çeşitli eylemlerde bulunabilmek anlamında özgür olduğunu varsayar. Foucault’ya göre iktidar, davranışları yönlendirmeyi, davranışların muhtemel sonuçlarını bir düzene koymayı, yani başkalarının mümkün eylemler alanını yapılandırmayı amaçladığı için, iktidarın ilk, asıl ve sürekli işlevi üretimdir.

Foucault’nun ortaya koyduğu bir diğer kavramsa ‘biyoiktidar’ kavramıdır. ‘Biyoiktidar’, beden üzerinde kurulan iktidardır. Burada kastedilen beden, sosyal bedendir. Yani ‘biyoiktidar’, iktidar ilişkileri içerisinde belirli yaşam tarzlarının üretilmesine işaret eder. Foucault’ya göre iktidar ilişkileri içerisinde özneler, uysal bedenler haline getirilir. İktidar ‘normal’ bir yaşam tarzı tanımlar ve sosyoloji, psikoloji, psikiyatri, kriminoloji gibi bilimler sayesinde bir değerler sistemi oluşturarak bireyleri bu ‘normal’ davranış formuna sokmayı hedefler, bu normalliği meşrulaştırır. Böylece bir ahlak sistemi oluşturularak bireyler bu sisteme göre şekillendirilir. Bu sisteme uymaları sağlanır

Foucault’nun iktidar kavramlaştırmasında toplum, “tek bir iktidarın uygulandığı üniter bir gövde” değil “farklı iktidarların yan yana gelmesi, ilişkisi, koordinasyonu ve hiyerarşisi”dir.

Siyasal İktidar ve Otorite

Siyasal iktidar, üç ayırt edici özelliğe sahiptir: birincisi, siyasal iktidarın ülke ya da toplumun tamamı üzerinde etkili olmasıdır. İkincisi, siyasal iktidarla toplumdaki diğer iktidarlar arasında eşitlik ilişkisi değil, hiyerarşik bir ilişki bulunmasıdır. Üçüncüsü ise, siyasi iktidarın, maddi kuvvet ve zor kullanma gücünü tekelinde bulundurmasıdır.

İktidar gibi yönetim de sosyal hayatın her düzeyinde rastlayabileceğimiz bir olgu olarak karşımıza çıkar. Siyasal yönden önemli olan yönetimin ayırıcı vasfı, kapsamıdır. Bu anlamda siyaset, bütünün yönetimi ile ilişkili bir kavramdır. Bütün (siyasal birlik) kısmi (tikel, özel) çıkarların gerçekleşmesine olanak sağlayan diğer sosyal birliklerden farklıdır.

Schmitt’e göre siyasal birlik, düşmanın kim olduğunu belirleme, dolayısıyla da savaşa karar verme gücüne bağlı olarak, insanın fiziksel yaşamı üzerinde tasarrufta bulunma imkânına sahip olduğu için, hiyerarşik olarak diğer sosyal birliklerin üzerinde yer alır.

Aristoteles, insanın doğal olarak iyi bir varlık olduğunu ve insan doğasının ancak iyi bir topluluk yaşamı içerisinde açığa çıkacağını kabul ettiği için, siyasal birliği, ortak iyinin hayata geçtiği yaşam olarak düşünürken; Schmitt, insanın tehlikeli karakterini varsaymasına bağlı olarak, siyasal birliği, bir topluluğun kendisine düşman olan toplulukla mücadelesi bağlamında varlık kazanan yaşam olarak düşünmüştür.

Aristotelesçi siyasal birlik, homojen bir topluluk yaşamı demektir. Oysa günümüzde siyasal birlik, farklı yaşam tarzlarını içerisinde barındırdığı için, heterojen bir karaktere sahiptir. Bu nedenle, günümüzde, siyasetin amacı olan ortak iyiyi belirli bir topluluğun iyisiyle özdeş olarak göremeyiz.

Schmittçi siyasal birlik anlayışının, iki açmazı vardır: Öncelikle, Schmitt, siyasal birliği homojen bir bütünlük olarak gördüğü için, siyasal mücadeleyi siyasal birlikler arasındaki bir mücadele olarak alır. Oysa günümüz dünyasında siyasal mücadele, farklı yaşam tarzları arasındaki mücadele olarak, siyasal birlik içerisinde de kendini gösterir. İkincisi, Schmitt, bir düşmanın varlığının siyasal birliğin varlık koşulu olduğundan hareketle, siyasal birliğin ancak başka bir siyasal birliğin varlığı durumunda var olabileceğini kabul ettiği için, global ölçekte vücut bulabilecek bir siyasal birlik imkânını reddeder. Bu da, Schmitçi siyasal birlik anlayışını, siyasetin günümüz dünyasında öne çıkmış olan global boyutunu anlamak bakımından uygun bir temel olma niteliğinden yoksun kılar

Siyasi birlik (bütün), tarih içerisinde farklı ölçeklerde düşünülmüş ve farklı kavramlarla ifade edilmiştir. Antik Yunan dünyasının siyasi birliği, bir şehir devleti (Polis) iken, modern dünyada siyasal birliğin adı ulus-devlettir.

Siyasi birlik (bütün), tarih içerisinde farklı ölçeklerde düşünülmüş ve farklı kavramlarla ifade edilmiştir. Antik Yunan dünyasının siyasi birliği, bir şehir devleti (Polis) iken, modern dünyada siyasal birliğin adı ulus-devlettir.

İktidar ilişkisi çift yönlü bir ilişkidir. İnsanlar, siyasal iktidara itaat edebilecekleri gibi direniş de gösterebilirler. ‘Korku’, siyasal iktidara yönelik tutumu belirleyen önemli bir faktördür. Fakat korkudan daha belirleyici olan faktör, insanların siyasi iktidara ilişkin değerlendirmeleridir

Siyasal iktidar çeşitli eylemlerde bulunur ve her eylemin de bir amacı vardır. Leo Strauss, bütün siyasi eylemlerin iki amacı olduğunu ileri sürer: korumak ya da değiştirmek. Var olan durumdan memnun olunması durumunda koruma, memnunsuzluk durumunda ise değiştirme amacı güdülür.

Siyasal iktidar, toplumun bütünü üzerinde etkiye sahip olabilecek kararlar da alabilir. Bu tip kararlar toplumun tamamı üzerinde etki oluşturacağından, her bir birey de bu kararlara ilişkin değerlendirmede bulunur. Örneğin asgari ücrette ciddi bir artış gerçekleşse, toplumun farklı kesimleri tarafından farklı değerlendirmeler gerçekleşecektir.

Siyasal iktidar, salt güce ya da insanların rızasına dayalı olabilir. Rızaya dayalı siyasal iktidarı nitelemek için, otorite kavramı kullanılabilir. Bu tanım, Max Weber’e aittir. Otorite kavramı yüzyıllar boyunca olumlu anlamlar taşımıştır. Ancak günümüzde olumsuz anlamlar da çağrıştırmaktadır: “Otoriter Kişilik” ya da “Otoriterizm” gibi. Otoriterizm, diktatöryel bir devlet düzeni anlamına gelmektedir. Otoriterizm bu şekilde baskıcı bir yönetim anlamına gelmesine karşın, otorite kavramı zoru ve baskıyı değil, rızayı içerir. Bir şeyi yaptırabilme gücünü anlatır. Otorite, kendiliğinden kabulü gerektiren bir etki ve yetki biçimidir.

Hannah Arendt’e göre, otorite ilişkisinin iki temel özelliği vardır. Buna göre, otorite ilişkisi; ilişkiye konu olan iki taraf arasında eşitsizliğin bulunduğu ve üstün olan tarafın diğer tarafa kendini kabul ettirmek için ikna ve şiddet araçlarını kullanmaya ihtiyaç duymadığı bir ilişki biçimidir. Örneğin hasta-hekim ilişkisi böyle bir ilişkidir. Hekim, tıp konusundaki bilgisi ile hastanın saygısını kazanır ve hasta, hekimin dediklerini yapar. Bununla birlikte hekim, hastaya bir yaptırım uygulamaz.

Otorite ilişkisi toplumsal yaşamın her noktasında karşılaşabileceğimiz bir ilişki biçimidir. Bir öğretmenle öğrenci arasında, babayla evlat arasındaki ilişki hep otorite barındırır. Otorite bu şekilde kişiler arasında olabileceği gibi, kişilerle kurumlar, kurumlarla kurumlar arasında da olabilir. Otorite rızaya dayalı iktidardır ve bir iktidarın rızaya dayanması o iktidarın meşru olduğunu gösterir. Siyasal iktidarın meşruiyeti neye dayanır? Bu soru bizi otoritenin kaynakları konusuna götürür. Konu sosyolojik ve felsefi olmak üzere iki perspektifle ele alınabilir:

Meşruluk ve Meşruluğun Kaynakları

Sosyolojik perspektifle ele alındığında meşruluk, toplumların yaşam tarzları, bilgi, inanç ve değer sistemleri; yani toplumların kültürleri bağlamında düşünülmesi gereken kavram olarak karşımıza çıkar. Toplumların kültürleri birbirinden farklı olduğu için, meşruluk anlayışı da toplumdan topluma farklılık gösterir. Örneğin demokratik değerlerin hâkim olduğu bir toplumda, siyasal iktidarların meşru olabilmeleri seçimle işbaşına gelmeleri koşuluna bağlıyken, siyasal kültüründe demokratik değerleri barındırmayan bir toplumda bu koşul aranmayabilir.

Sosyolojik bakış açısı farklı toplumlara ilişkin gözlemlerde bulunur, bu gözlemlerden benzer noktaları dikkate alarak birtakım sonuçlar çıkarır ve bu sonuçlardan hareketle de bir tasnif yapar. Max Weber ve David Easton’un, meşruluğun kaynağına ilişkin görüşleri, söz konusu tasniflerin biri klasik diğeri modern, iki önemli örneğini teşkil eder:

Weber’in otorite tipolojisinde geleneksel otorite, karizmatik otorite ve yasal-ussal otorite olmak üzere üç otorite tipi söz konusudur. Bu tiplerin her biri meşruluğun bir kaynağına işaret eder:

Geleneksel Otorite: Weber’e göre, geleneksel otorite daha çok geleneksel toplumlarda görülen ve siyasal iktidarın, meşruiyetini toplumun geleneklerinden aldığı otoritedir. Patriarkal, feodal ve monarşik otoriteler geleneksel otoritenin başlıca örneklerini oluşturur.

Karizmatik Otorite: “Karizma” eski Yunancada “Tanrı vergisi” anlamına gelen bir kelimedir. Karizmatik otoritede siyasal iktidar, meşruluğunu insanların kendisine atfetmiş olduğu olağanüstü niteliklere bağlı olarak kazanır. Burada önemli olan, siyasal iktidarı elinde bulunduran kişinin gerçekten olağanüstü meziyetlerinin olması değil, insanların onda bu meziyetlerin bulunduğuna inanmalarıdır.

Yasal-Ussal Otorite: Bu otorite tipinde siyasal iktidar, meşruiyetini akılcı kurallardan alır. Bu anlamda gerek siyasal iktidarın iş başına gelmesi, gerekse yapıp ettiklerinde meşruiyetin ölçütü söz konusu kurallara uygunluktur. Easton da, Weber gibi, meşruluğun üç kaynağının bulunduğundan bahseder. Easton’a göre bunlar ideolojik kaynak, yapısal kaynak ve liderlerin kişisel özellikleridir. İnsanların rejimin temelinde bulunan ideolojiye bağlıkları çeşitli faktörlere dayanır. Kuşkusuz en temel faktör, ideolojinin toplumun istek ve beklentilerine cevap verebilir bir özelliğe sahip olmasıdır. Bir diğer önemli faktör ise, siyasal endoktrinasyondur. Siyasal endoktrinasyon siyasal rejimin temel değerlerinin vatandaşlara aşılanması demektir

Küreselleşme nedeniyle söz konusu değerler, dünyanın birçok bölgesinde iktidarları ve yürüttükleri siyasetleri değerlendirmede kullanılan kriterler haline gelmiştir. İçinde bulunduğumuz çağımızda, insan haklarının ihlali ve yöneticilerin başvurdukları demokratik olmayan yöntemler ciddi şekilde tartışılmaktadır. Bu tartışmalar dolayısıyla meşruluğun felsefi temelleri ile ilgili düşünceleri Hobbes, toplumu, bireyler arasındaki sözleşmeye dayandırır. Toplum sözleşmesi, Hobbes’un, temel motivasyonu kendini korumak olan birey anlayışının zorunlu bir sonucudur. Hobbes’un doğa durumu olarak kavramlaştırdığı toplum öncesi durum, bireylerin kendilerini korumak için sürekli daha fazla güç arayışında oldukları bir savaş durumudur.

Hobbes gibi Locke da siyasal iktidarın meşruiyetini toplum sözleşmesine dayandırır. Fakat Locke ile Hobbes’un izahları arasında üç önemli farklılık söz konusudur:

Öncelikle, Locke, devlet öncesi durumu, yani doğa durumunu bir savaş durumu olarak nitelendirmez. Locke’a göre, doğal hukuk hüküm sürdüğü ve bütün bireyler akıl sahibi varlıklar olarak birbirlerinin doğal hukuktan kaynaklanan haklarını tanıdıkları için, doğa durumunda, Hobbes’un bahsettiği gibi bir hayatta kalma mücadelesi söz konusu değildir. İkincisi, Locke, devleti, bağlayıcılık gücü daha yüksek, bireylerin rızalarının çok daha ön planda olduğu bir toplum sözleşmesine dayandırır. Locke’taki toplum sözleşmesinin sonuçları, Hobbes’takinden farklıdır. Locke’a göre bireyler, devleti, zaten var olan hakların daha iyi korunması amacıyla yarattıkları için, ona sınırlı bir güç verirler.

Rousseau, birey merkezli toplum anlayışına karşı çıkarak, insanın doğası gereği toplumsal bir varlık olduğunu kabul eder. Buna göre, toplum verilidir ve bireyler, zihni ve ahlaki meziyetlerini toplumdan aldıkları, toplumsal yaşam içerisinde insan oldukları için, birey ancak toplum içerisinde anlamlıdır. Rousseau, doğaya içkin bir hukukun ve adaletin bulunduğu ve buna bağlı olarak bütün insanların doğal birtakım hak ve özgürlüklere sahip oldukları yönündeki doğal hukukçu görüşe de aynı nedenle karşı çıkar. Rousseau’ya göre, tıpkı birey gibi, hukukun, hakkın, adaletin ve özgürlüğün varlığından bahsedilebilmesi için de, öncelikle doğru bir toplumun varlığı gereklidir.

Liberal siyaset felsefesinin çağdaş temsilcilerinden John Rawls, adil topluma ilişkin düşüncelerini, “A Theory of Justice” (Bir Adalet Teorisi) isimli çalışmasında ortaya koyar. Söz konusu çalışmasında, Rawls, “Adil bir toplumsal düzen hangi ilkeler üzerinde temellenmelidir?” sorusuna bir cevap vermeye çalışır. Rawls toplumu sözleşme temelinde açıklayan diğer liberal filozoflar gibi, toplum öncesi bir durumu varsayarak, böyle bir durumda bireylerin toplumu kurmak için üzerinde anlaşacakları adalet ilkelerinin neler olabileceğini araştırır. Rawls’ın, bireylerin, üzerinde anlaşacakları ilkelerin adalet ilkeleri olması için, toplum öncesi durumda, kurulacak olan toplumdaki konumlarının avantaj veya dezavantajlarını bilmeleri, fakat kendilerinin hangi konumda olacaklarını bilmemeleri gerektiğini varsayar.

Rawls’a göre bireyler, iki temel adalet ilkesi üzerinde anlaşabilirler:

1. Her birey, diğer bireylerin özgürlüğüyle uyumlu en geniş bütüncül özgürlük sistemine ilişkin eşit hakka sahiptir.

2. Ekonomik ve toplumsal eşitsizliklerin düzenlenmesi; en dezavantajlı olanın en büyük yararı sağlamasına ve konumlara ulaşmada fırsat eşitliğinin bulunmasına uygun olmalıdır.

Rawls, liberal meşruiyet anlayışının çağdaş siyaset felsefesindeki önemli örneklerinden biri sunarken; Habermas, demokratik meşruiyet anlayışının çağdaş siyaset felsefesindeki önemli bir örneğini ortaya koymuştur. Habermas, bir siyasal sistemin meşru olabilmesinin, siyasal kararların vatandaşlar tarafından tartışıldığı bir kamusal alanı barındırmasına bağlı olduğunu düşünür.

Habermas’a göre, geç modern dönemde siyasal kararların tartışılma zemini işlevi görmüş olan kamusal alanın yerini, devlet, özel şirketler ve medyanın manipüle ettiği bir kamusal alanın almış olması, siyasal sistem açısından bir meşruiyet krizini de beraberinde getirmiştir. Habermas açısından bakıldığında, bu bağlamda zuhur eden meşruiyet sorunu, her ne kadar sistemin kendi iç mantığına bağlı olarak aşılabilse de, böyle bir aşma süreci, insani özgürlüğün feda edilmesi pahasına gerçekleştirilmek durumundadır. Habermas, siyasal katılımın vatandaşların belirli periyotlarla yapılan seçimlerde oy verip önceden belirlenmiş olan siyasetleri onaylamalarıyla sınırlı olduğu mevcut liberal demokratik rejimlerin meşruiyet sorunuyla malul olduklarını düşünür. Habermas, meşruiyet sorununa yönelik sahici bir siyasal çözüm olarak, katılımcı demokrasi modelini önerir. Habermas’ın önermiş olduğu demokrasi modeli, bütün siyasal norm ve kuralların vatandaşlar arasındaki rasyonel tartışmalar yoluyla belirlenmesine zemin oluşturacak oldukça geniş bir siyasal kamusal alan vizyonunu içerir.