SİYASİ TARİH - Ünite 5: Soğuk Savaş ve İdeolojik Bölünme Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: Soğuk Savaş ve İdeolojik Bölünme

İkinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Genel Görünüm

İkinci Dünya Savaşı insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biridir. 50 milyondan fazla insanın öldüğü, daha fazlasının yaralandığı veya sakat kaldığı bu savaşta, nükleer silahların da ilk defa kullanılmıştır. Başta Yahudiler olmak üzere milyonlarca insan Nazilerin toplama kamplarında yok edilmiştir. Bu savaşla altyapıları büyük ölçüde tahrip olan Avrupa ülkeleri tarihlerindeki en büyük ekonomik çöküşle yüz yüze kalmıştır. Sürekli yükselen enflasyon, daralan istihdam, dış ticaret açığı ve gıda sıkıntısı bir araya geldiğinde savaşta galip gelen Fransa, İngiltere ve Sovyetler Birliği (SSCB) gibi devletler bile iflasın eşiğine gelmiştir. Örneğin Fransa’da savaştan hemen sonra millî gelir 1938’dekinin yarısı düzeyine inmiştir. Ekonomik şartların kötüleşmesi Fransa’da işçi sendikalarının ve Komünist Parti’nin hızla yükselmesine yol açmış, bu durum ise ABD’yi hayli endişelendirmiştir.

Bu dönemde İngiltere’deki ekonomik durum Fransa’dan farksızdır. Dış ticaret açığı üç kat artan İngiltere’nin ihracatı 1945’te 1938’dekinin üçte birine düşmüştür. İngiltere ABD yardımına bağımlı idi ve İngiltere sömürgeleri arasında para birliğini sağlayan “sterlin bloku” bu dönemde ortadan kalkmıştır. İngiltere’nin benzer durumdaki Fransa’dan en önemli farkı ekonomik sorunların da etkisiyle yükselen bir komünist akımın olmamasıydı. Savaş ekonomisinin getirdiği yıkım ile İngiltere “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak başat güç olma özelliğini yitirmiş ve deniz aşırı topraklarını birer birer kaybetmiştir. 1947’de Filistin’den çekilmesini, Hindistan ve Pakistan’ın bağımsızlıkları izlemiştir.

Savaş esnasında taraf değiştiren ve Müttefikler safına geçen İtalya’da da savaş sonrası durum oldukça ağırdır. İtalya’nın sanayi tesislerinin %80’ni savaş sırasında yok edilmiştir. Ekonomisi 1938’e oranla %40 küçülen İtalya’da da Fransa’da olduğu gibi Komünist Parti yükselişe geçmiştir. İtalya’nın 1947’de Marshall Planı’na dahil edilmesinde ve 1949’da NATO’ya katılmaya davet edilmesinde bu durum etkili olmuştur.

SSCB ise savaştan en fazla insan kaybıyla çıkan ülke olmasına ve ciddi ekonomik sıkıntılar yaşamasına rağmen, Batı Avrupa ülkelerindeki gibi bir siyasal istikrarsızlık yaşamamıştır. Savaşın getirdiği ekonomik yükleri ise Doğu Almanya’daki nüfuz bölgeleri ile aşmaya çalışmıştır.

Savaşın kaybedenleri arasında yer alan Almanya’nın fiziki altyapısı neredeyse tamamen yok olmuştur. Savaş sonrasında ABD, Fransa, İngiltere ve SSCB’nin işgaline uğrayan Almanya’nın geleceği ABD-SSCB arasındaki pazarlıklara göre şekillenecektir. 1946’da Batı ve Doğu Almanya’da ayrı ayrı yapılan seçimler, ABD ve SSCB arasında ülkenin geleceğine yönelik pazarlıkların anlaşmazlıkla sonuçlanacağının, fiili bölünmenin hukuki bölünmeyi de getireceğinin habercisi gibidir. Savaş sonrasında müttefikler, Nazi savaş suçlularının yargılanması konusunda ise tam bir görüş birlikteliği sergilemiştir. Kasım 1945-Ekim 1946 arasında Almanya’nın Nürnberg kentinde kurulan Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi 11 kişiyi savaş suçlusu bularak ölümle cezalandırmıştır.

Yunanistan’da ise bu dönemde siyasi durum çok karışıktır. Komünistlerin çoğunluğunu oluşturduğu ELAS ile İngiltere ve ABD’nin desteklediği Kralcılar arasında başlayan Yunan İç Savaşı; Mart 1947’de Truman Doktrininin ilan edilmesinden sonra Kralcılara verilen ABD desteğinin artması ve Yugoslavya üzerinden ELAS’a gelen yardımın kesilmesiyle ELAS’ın aleyhine sonuçlanmıştır. Yunanistan’da Batı yanlısı bir yönetim kurulmuştur.

İkinci Dünya Savaşı’ndan ekonomik, askerî ve siyasi açıdan güçlenerek çıkan ABD’nin, sanayi üretimi %90, GSMH’si ise %60 oranında artış göstermiştir. ABD bir yandan SSCB ile rekabete hazırlanırken, diğer yandan da çöken Avrupa ekonomilerinin kendisi için oluşturduğu tehdide çözüm aramıştır.

ABD ile Japonya arasında savaşı hukuken sona erdiren barış antlaşmasının 1951’de imzalanmasından sonra, iki ülkenin güvenlik konularındaki iş birliği de hız kazanacak, eski düşman Japonya, ABD’nin Pasifik bölgesindeki önemli müttefiklerinden biri hâline gelecektir. Bu arada, tıpkı Almanya’da olduğu gibi Japonya’da da savaş suçluları yargılanmıştır. Uzakdoğu Uluslararası Askeri Ceza Mahkemesi adıyla 1946-1948 döneminde Tokyo’da çalışan mahkeme 6 kişiyi ölüm cezasına, çok sayıda kişiyi de çeşitli hapis cezalarına çarptırmıştır.

Savaş sonrasında İngiltere ve Fransa’nın çekildiği alanlarda ortaya çıkan boşluk, bir yandan bağımsızlıkçı hareketlerin yükselmesine yol açarken diğer yandan ABD ile SSCB arasında oluşmaya başlayan ideolojik gerginliğin bu alanlara yansımasına neden olmuştur.

Uzakdoğu’da Japonya’nın teslim olmasından sonra Japon işgal güçlerinin boşalttığı topraklarda nasıl yönetimler kurulacağı konusunda ABD ve SSCB arasında görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. Çin’de ABD’nin desteklediği Milliyetçi Parti lideri Çang Kai Şek ve SSCB’nin desteklediği Komünist Parti lideri Mao Zedung arasındaki mücadeleyi komünistler kazanmıştır. ABD’nin, XIX. yüzyıl sonundan beri izlediği “tek Çin” politikasının bir sonucu olarak milliyetçiler ve komünistler arasında bir uzlaşma sağlamaya yönelik girişimleri sonuç vermemiştir. Bu politikayla ABD Avrupalı sömürgecilerin aksine Çin’in nüfuz alanının bölünmesine karşı çıkmış, Çin’in bütünleşik bir pazar olarak kalmasını hedeflemiştir. Mao 1 Ekim 1949’da başkenti Pekin olan Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) kurulduğunu ilan etmiştir.

Diğer yandan Japonya’nın teslim olmasından sonra boşalan Hind-i Çini bölgesinde Fransız Hükûmeti’nin denetimini yeniden tesis etmeye girişmesi, bölgede tepkilere yol açmıştır. Ho Şi Minh yönetimindeki Viet Minh partisi Fransa’nın sömürgeci çabalarına karşılık, 1945’te Vietnam’ın bağımsızlığını ilan etmiştir. Fransa bu kararı tanımamış ve 1954’e kadar sürecek olan Birinci Hind-i Çini Savaşı çıkmıştır.

Uzakdoğu’nun diğer bölgelerinde de II. Dünya Savaşı sonrası bir bağımsızlık dalgası yükselmiştir. Burma, Malezya, Endonezya ve Filipinler bu süreçte bağımsızlıklarını kazanmıştır.

Ortadoğu’da ise Suriye ve Lübnan 1944’te bağımsızlıklarını kazanmıştır. Savaş sonrasında Mısır ve Irak’ta ise Batı yanlısı monarşiler ile Batı karşıtları arasında sert mücadeleler başlamıştır. 1946’da bağımsız olan Mavera-i Ürdün ise, 1949’da Haşimi Ürdün Krallığı adını alarak Batı yanlısı politikalar izlemeye başlamıştır.

Yahudilerin Filistin’de yurt edinmesini hedefleyen Siyonist hareketin güç kazanmasıyla Filistin’e göç ise hızlanmıştır. Ülkeye yerleşen Yahudiler ile Araplar arasında çatışmalar başlamış, kendisine de yönelen Yahudi terörüne karşı denetimi sağlayamayan İngiltere Filistin Sorununu 1947’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na taşımıştır. BM Filistin’in Araplar ile Yahudiler arasında bölünmesine karar vermiş ve 1948’de İsrail devleti ilan edilmiştir.

İran’da ise SSCB’nin desteği ile Tebriz kentinde Azerbaycan Halk Hükümeti ve Mahabad kentinde 1945’te Kürtler tarafından bir cumhuriyet kurulmuştur. Her iki girişim de İran ordusu tarafından Batı’nın desteği ile 1946 sonunda ortadan kaldırılmıştır. Karşılığında İran petrol kaynaklarının kullanımını başta İngiltere olmak üzere Batı’ya açmıştır.

II. Dünya savaşı sonrasında Asya olduğu gibi Afrika’da da bağımsızlıkçı ve anti-emperyalist hareketler yükselmiş, 1950’lerden itibaren çok sayıda Afrika devleti bağımsızlığını kazanmıştır.

Britanya İmparatorluğu’nun en önemli sömürgesi olan Hindistan’da XX. yüzyılın başından itibaren güçlü bir bağımsızlık hareketi gelişmiştir. Ülkede Hindular ve Hint Müslümanları ayrı örgütlenmiş; “Pasif Direniş” yöntemini son derece başarılı biçimde uygulayan Mahatma Gandhi Hinduların doğal lideri hâline gelirken Muhammed Ali Cinnah Müslümanların siyasal haklarını korumaya çalışmıştır. Bağımsızlık hareketlerini bastıramayan İngiltere Parlamentosu bir yasayla Hindistan’a bağımsızlığını vermiştir. Bunun hemen ardından 14 Ağustos 1947’de Hint Müslümanları Pakistan adıyla bağımsız devlet kurmuştur. Aynı gün Hindular da Hindistan’ın kurulduğunu ilan etmiştir. Hindistan’ın bağımsızlık sürecinde bölünmesi farklı etnik topluluklar arasında çatışmalara yol açmış, iki taraf arasında yapılan görüşmelerle milyonlarca insan yer değiştirmiştir. İki ülke arasındaki Keşmir bölgesinin aidiyeti bugün hala bir gerginlik konusudur.

Savaşın yoğun yaşandığı Avrupa ve Asya’ya coğrafi olarak uzak olmaları Latin Amerika ülkelerinin çatışmanın etkilerini doğrudan hissetmesini engellemiştir. Fakat II. Dünya Savaşı sonrasında yükselen sosyalist hareket, bölgede etkisini yitirmek istemeyen ABD’nin bu bölgeye sık sık müdahale etmesine neden olacaktır.

II. Dünya Savaşı devam ederken, devletlerarası anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözülmesini sağlayamayan ve savaşın çıkmasını engelleyemeyen Milletler Cemiyeti’nin yerine, yeni ve etkili yaptırım mekanizmalarıyla donatılmış bir uluslararası örgüt kurulması fikri ortaya çıkmıştır. Savaşın sona ermesinden sonra 26 Haziran 1945’te ABD’nin San Fransisco kentinde bir araya gelen 50 devletin temsilcileri Birleşmiş Milletler’i kuran antlaşmayı (BM Şartı) imzalamıştır. BM’nin temel amacı uluslararası barışı sağlamaktır. Tüm ülkelerin egemen eşitliğine saygı gösterilmesi, anlaşmazlıkların barışçıl yollardan çözülmesi gibi ilkeler üzerine kurulmuş olan BM’nin, Milletler Cemiyeti’ne göre daha etkili bir yaptırım gücüne sahip olması tasarlanmıştır.

En önemli organları;

  • Genel Kurul: Tüm ülkeler temsil edilir.
  • Güvenlik Konseyi: ABD, Çin, Fransa, İngiltere ve SSCB (bugün Rusya) daimi üye olmak üzere toplam 15 üyeden oluşur. Bu beş ülkenin alınacak kararları veto etme yetkisine sahip olması, daha baştan devletlerin eşitliği ilkesinin sorgulanmasına yol açmıştır.
  • Ekonomik ve sosyal Konsey, Uluslararası Adalet Divanı, Vesayet Konseyi ve Sekreterya adlı organlar dışında BM’ye bağlı çalışan pek çok ihtisas ajansı vardır.

2011’de Güney Sudan’ın katılımıyla BM üye ülke sayısı 193’e çıkmıştır.

ABD-SSCB Anlaşmazlığı ve Soğuk Savaş

İngiltere’de savaştan sonra seçimleri kaybeden Winston Churchill’in yerine gelen İşçi Partisi lideri Clement Atlee ile ABD’de Franklin Roosevelt’in yerine gelen Harry Truman SSCB lideri Stalin ile ilk kez 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihlerinde Berlin yakınlarındaki Potsdam’da bir araya gelmiştir. Bu toplantıyla taraflar arasındaki anlaşmazlıkların daha da derinleşeceği anlaşılmıştır. Potsdam Konferansında Almanya, Polonya ve Türk Boğazlarının durumu taraflar arasında tartışılan önemli konular olmuştur.

II. Dünya Savaşı’ndan sonraki barış antlaşmalarının mekânı olarak da Paris seçilmiş ve 29 Temmuz-15 Ekim 1946 tarihleri arasında, savaşan 21 devletin katıldığı konferanslar dizisi yapılmıştır.

Bölünmüş Almanya ile ise Paris’te barış antlaşması yapılmamıştır. 1949’da kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti ile Batılı ülkeler arasında savaş durumunu sona erdiren antlaşmalar ancak 1951’de imzalanmış, SSCB ise ancak 1955’te Almanya ile savaş durumunun bittiğini açıklamıştır.

Avusturya ise Batılılar tarafından “işgale uğramış dost devlet” kabul edilmiş olduğu için, bu devletle bir barış antlaşması imzalanmamıştır. Fakat Avusturya ile ABDİngiltere-SSCB arasında 15 Mayıs 1955’te imzalanan Avusturya Devlet antlaşması, Avusturya’nın egemenliği garanti almış, ülkede faşist partilerin kurulmasını yasaklamış ve ülkeyi daimi tarafsız statüye sokmuştur. Bu yüzden Avusturya hala NATO üyesi değildir.

II. Dünya savaşı sonrasında başlayan ve 45 yıl boyunca devam eden, ABD ve SSCB’nin başını çektiği Batı ve Doğu Blokları arasındaki ideolojik temelli gerilim dönemine Soğuk Savaş adı verilmektedir. Bu dönem boyunca taraflar arasında doğrudan sıcak çatışma yaşanmamış, fakat Soğuk Savaş’ın dinamikleri dünyanın çeşitli bölgelerinde savaşlara yol açmıştır. Tam olarak hangi olayın başlattığı net olmayan Soğuk Savaş şartları 1945-1948 arasındaki bir dizi gelişme ile şekillenmiştir.

Soğuk Savaş’ın daha ilk yıllarında Doğu ve Batı Blokları ve bu bloklarda yer alan ülkeler belirginleşmiştir. Doğu Avrupa ülkeleri SSCB’nin yanında yer almış ve Kominform ve COMECON gibi örgütlerle çeşitli alanlarda bütünleşme yoluna girmişlerdir. SSCB yanlısı Doğu Avrupa ülkeleri, Batılılarca uzun yıllar Demir Perde Ülkeleri olarak adlandırılmıştır. Bu tabir ilk defa 1946’da Churchill’in Fulton’da yaptığı bir konuşmada geçmekte ve Avrupa’nın yaşadığı ideolojik bölünmeyi simgelemektedir.

SSCB’nin nüfuz alanını genişletmesi karşısında endişelenen ABD Truman Doktrini ve Marshall Planını devreye sokmuştur. ABD’nin SSCB’yi ve kendi tabiriyle “uluslararası komünizmin yayılmasını durdurmak için” benimsediği yol “çevrelemeydi”. ABD’nin Moskova büyükelçisi George Kennan tarafından ortaya atılan bu politikanın amacı; SSCB’nin nüfuz alanına girebilecek ülkeleri Batı ile yakın ilişkilere sokarak, SSCB etrafında bir güvenli alan oluşturmaktı.

Bu dönemde Batı Bloku da Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom enerjisi Topluluğu gibi oluşumlarla entegrasyon yoluna gitmiştir. Batı Blokunun en önemli örgütlerinden bir kuşkusuz SSCB tehdidine karşı Avrupalı devletleri korumak amacıyla 4 Nisan 1949’da ABD öncülüğünde kurulmuş olan NATO’dur. NATO’nun kuruluşu Doğu ve Batı arasında artık kesin bir ayrışma olduğunun kanıtı olmuştur. Ayrıca bu antlaşma ile ABD’nin 1823’ten beri izlediği yalnızcılık politikasının temeli olan Monroe Doktrini de sona ermiştir.

Avrupa’da bu gelişmeler yaşanırken Kore Yarımadası’nda da önemli gelişmeler yaşanmıştır. II. Dünya Savaşı sonucunda Kore’yi işgal altında tutan Japonya’nın teslim olmasından sonra ülke Eylül 1945’te, 38. paralel üzerinden ikiye bölünmüş, güney ABD’nin, kuzey ise SSCB’nin nüfuz alanına girmiştir. 1950’de iki taraf arasında başlayan çatışmalar, Doğu ve Batı Blokunu harekete geçirmiştir. ABD öncülüğünde 19 ülke Güney Kore’ye yardım için bölgeye asker göndermiş, buna karşılık SSCB ve Çin de Kuzey’i desteklemiştir. Çoğunlukla 38. paralel üzerinde devam eden çatışmalar, 1953’te ateşkesle sonuçlanmış, Kore’nin bölünmüşlüğü devam etmiştir. Kore Savaşı ile ABD’nin çevreleme politikasının Avrupa’yla sınırlı olamayacağı, komünizmin küresel çapta çevrelenmesi görüşü güç kazanmıştır. Bu doğrultuda ABD Güneydoğu Asya’da savunma amaçlı SEATO’yu kurmuş, çevrelemenin Orta Doğu’daki ayağı olarak da Bağdat Paktı’nı kurdurtmuştur. Kore Savaşı’nın hemen ardından, ABD ve SSCB nükleer yarışa başlamıştır. ABD 1952’de ilk hidrojen bombası denemesini yapmış, bir yıl sonra da SSCB hidrojen bombası üretmiştir.

Bu gelişmeler olurken, SSCB de NATO ve SEATO’ya karşı 1955’te bir savunma örgütü olarak Doğu Bloku ülkelerinin üye olduğu Varşova Paktı’nı kurmuştur.

Soğuk Savaş’ın İlk Aşamasında Ortadoğu Gelişmeleri

BM Genel Kurulu 29 Kasım 1947 aldığı 181 sayılı karar ile Filistin’in bir Arap, bir de Yahudi devleti kurulacak şekilde bölünmesine, Kudüs’ün ise her iki devlete de ait olmayacak şekilde uluslararası yönetim altına sokulmasına karar verilmiştir. Filistin’deki İngiliz mandasının sona ermesiyle 14 Mayıs 19482de Tel Aviv’de toplanan Yahudi Halk Konseyi İsrail Devleti’ni ilan etmiştir. Bunun üzerine Irak, Lübnan, Mısır, Suriye ve Ürdün birlikleri İsrail’e saldırmış; 1949’a kadar kesintilerle süren ilk Arap-İsrail Savaşı çıkmıştır. Arap ülkeleri bu savaştan yenilgiyle çıkmıştır. Yaklaşık 750000 Filistinli Arap, İsrailliler tarafından yaşadıkları topraklardan çıkarılarak, Arap ülkelerine mülteci olarak sığınmıştır.

İran’da ise 1951’de başbakanlığa gelen İran Ulusal Cephesi lideri Muhammed Musaddık’ın İngiltere’ye karşı İran petrollerini millileştirme çabası İngiltere’nin büyük tepkisiyle karşılaşmış. Komünistlerin ve diğer muhalif kesimlerin desteğini alan Musaddık gitgide Batı’da daha fazla rahatsızlığa neden olmuştur. 1953’te CIA’in desteği ile devrilen Musaddık sonrası dönemde İran, Şah Rıza Pehlevi’nin İslam Devrimi’yle devrileceği 1979’a kadar Basra Körfezi’nde ABD’nin en önemli müttefiki olmuştur.

Mısır’da ise Arap milliyetçilerinden oluşan Hür Subaylar Hareketi 1952’de askeri darbeyle Kral Faruk’u devirmiş ve 1953’te monarşiyi tamamen kaldırarak cumhuriyet ilan etmiştir. Darbenin başındaki isim olan General Muhammed Necip Mısır’ın ilk devlet başkanı olmuştur. Fakat 1954’te anlaşmazlığa düştüğü darbenin asıl örgütleyicisi Yarbay Cemal Abdul Nasır’a koltuğunu bırakmak zorunda kalmıştır. Nasır Arap milliyetçiliği söylemini yükseltmiş, muhaliflerine karşı şiddetli bir mücadele yürütmüş, Müslüman Kardeşleri yasadışı ilan etmiştir. 1955’te İsrail’in Gazze şeridini işgal etmesi üzerine hızla silahlanmış, Çekoslavakya ile silah anlaşmaları yapmış, Çin Halk Cumhuriyeti’ni resmen tanımış, Bağdat Paktı’nı kuruluşunu sert bir dille eleştirmiş ve 1955’te Bandung Konferansı’na katılarak Bağlantısızlar Hareketi’nin liderleri arasına girmiştir. 1956’da ise hisseleri İngiltere ve Fransa’ya ait olan Süveyş Kanalı Şirketi’ni millileştirdiğini ilan eden Nasır’ın bu adımı Süveyş Bunalımı olarak adlandırılan gerilimin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

ABD NATO ve SEATO’ya benzer bir örgütü Orta Doğu için de kurmak istemiştir. 1954’te Türkiye ile Pakistan arasında, 1955’te ise Bağdat’ta Türkiye ile Irak arasında karşılıklı işbirliği paktı imzalanmıştır. Irak’tan başka Arap ülkesi Bağdat Paktı’na üye olmamıştır. 1958’de Irak’ta darbeyle iktidara gelen General Kasım ülkesinin Pakt’tan çekildiğini açıklamıştır. Bunun üzerine adı CENTO (Merkezi Antlaşma Örgütü) olarak değiştirilmiş ve ABD de örgüte üye olmuştur.