TÜRKİYE EKONOMİSİ - Ünite 1: Türkiye Ekonomisinin Temel Özellikleri ve Dünya Ekonomisindeki Yeri Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: Türkiye Ekonomisinin Temel Özellikleri ve Dünya Ekonomisindeki Yeri

Giriş

Bir ülke ekonomisini değerlendirirken, söz konusu ülkenin sahip olduğu tüm kaynakları ve potansiyellerini dikkate almak gerekir. İlk önce söz konusu ülkenin üretim faktörleri (işgücü, sermaye ve doğal kaynaklar) stokuna bakmak gerekir. Ülke nüfusunun niceliği ve niteliği (beşerî (insan) sermayesi), fiziki ve finansal sermayesi, yeraltı ve yerüstü kaynakları, ülkenin üretim gücü ve dış ticareti gibi faktörler, ülkenin kendi kendine yeterliğini ve diğer pek çok değişkeni etkilemektedir.

Türkiye’nin Coğrafi Konumu ve Doğal Kaynakları

Türkiye’nin yüzölçümü 783.577 km2 , izdüşümü ise 779.452 km2 ’dir. Türkiye yüzölçümü bakımından dünyanın 37’nci ülkesidir. Türkiye coğrafi olarak Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birbirine en çok yaklaştığı yerde; Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran iki önemli deniz boğazının üzerindedir. Ülke topraklarının yaklaşık %97’si Asya, %3’ü ise Avrupa kıtasındadır.

Türkiye coğrafi olarak 7 bölgeye ve idari açıdan 81 vilayete (il) ayrılmıştır. Türkiye iklimsel olarak yarı kurak bir iklim özelliğine sahiptir. Kuzeyde her mevsim yağışlı olan Karadeniz iklimi, güneyde yazları kurak ve çok sıcak, kışlar ise ılık ve yağışlı olan Akdeniz iklimi görülür. İç bölgelerde (İç Anadolu, Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu’nun büyük bir kısmında) karasal iklim görülür. Az yağış alan bu bölgelerde yıllık ve günlük sıcaklık farkları çok olup, özellikle İç ve Doğu Anadolu’da kışlar uzun ve soğuktur.

Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığına göre, dünya genelinde ticareti yapılan 90 çeşit madenden sadece 13’ünün varlığı Türkiye’de henüz tespit edilememiştir. Türkiye, 27 çeşit maden bakımından yetersiz kaynaklara sahip olmasına karşılık, 50 çeşit maden açısından zengin ya da çok zengin kabul edilmektedir.

Türkiye birincil enerji talebinin %74’ünü yurt dışından karşılamaktadır (Sayfa 4, Tablo 1.1). Türkiye dünya linyit rezervlerinin yaklaşık %1,6’sına sahiptir. Mevcut linyit rezervlerinin yaklaşık %46’sı Afşin-Elbistan havzasında bulunmaktadır (Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı). Linyit rezervlerinin yaklaşık üçte ikilik kısmının ısıl değeri düşük olması nedeniyle, bu maden daha çok termik santrallerde kullanılmaktadır. Dünyada 8 ülkede bulunan bor rezervinin yaklaşık %73’ü Türkiye’dedir. Borun işlenerek daha fazla katma değer ve ihracat geliri sağlamasına yönelik çalışmalar neticesinde 2000-2014 döneminde bor kimyasallarının ihracattaki payı ise %53’ten %95’e yükselmiş, ihracatta konsantre borun oranı ise %43’ten %5’e düşmüştür.

Türkiye üç tarafı denizlerle çevrili olmasına karşılık deniz ürünleri ve deniz taşımacılığından yeterince faydalanamamaktadır. Aynı şekilde akarsular açısından sahip olunan zenginlik nehir taşımacılığına yansımamaktadır. Akarsular kuvvetli eğimleri ve gömük yataklarıyla büyük bir hidroelektrik potansiyeline sahiptirler.

Türkiye’de kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1.519 m3 civarındadır. Türkiye, kullanılabilir su açısından zengin bir ülke değil, aksine su azlığı yaşayan bir ülkedir.

Nüfus ve Demografik Göstergelerde Gelişmeler

Nüfus, ülkenin emek (işgücü) arzının belirleyicisidir. Ayrıca, nüfus toplam tüketimi ve asker sayısını da belirlemektedir. Nüfus artışı sermaye birikimi, işgücü ve istihdam düzeyi, doğal kaynaklar, teknolojik gelişme, millî gelir, kamu harcamaları, konut talebi, beslenme, iç göç ve kentleşme (şehirleşme) gibi pek çok ekonomik ve sosyal değişkeni etkilemektedir. Hızlı nüfus artışı, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, sınırlı kaynakların önemli bir kısmı demografik yatırımlar için harcanması demektir.

Optimal nüfus; ülkenin doğal kaynaklarının mevcut sermaye ile en iyi şekilde kullanılabileceği nüfus miktarıdır. Nüfus sayımı ülke içinde yaşayan nüfusu doğru bir şekilde tespit edebilmek için yapılmaktadır. Bu sayımlarda nüfusun idari birimlere göre dağılımının yanı sıra toplumun başlıca demografik, sosyal ve ekonomik niteliklerini tam ve doğru bir şekilde ortaya çıkarmak önemlidir.

Cumhuriyetten önce Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk nüfus sayımı II. Mahmut döneminde 1830-1831 arasında yapılmıştır. Bu sayımda sadece erkek nüfus sayılmıştır. Bu nüfus sayımında amaç, devletin asker potansiyeli ve vergi kaynaklarını tespit etmektir. Osmanlıda modern anlamda ilk nüfus sayımı ise 1882-1890 döneminde gerçekleştirilmiştir.

Cumhuriyet döneminde ilk nüfus sayımı 1927 yılında yapılmıştır. Bu sayımda toplam nüfus, yaklaşık 13,7 milyon kişidir (Sayfa 6, Tablo 1.2). İkinci nüfus sayımı 1935 yılında yapılmış, 1990 yılına kadar her beş yılda bir yapılan nüfus sayımı, 1990 yılından sonra on yılda bir yapılmaya başlanmıştır. 25 Nisan 2006’da çıkarılan 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi’ne (ADNKS) geçilmiştir. ADNKS’ye dayalı ilk nüfus sayımı ise 2007 yılına aittir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki savaşlar nedeniyle ülke nüfusu özellikle de erkek nüfusu azalmış idi. Diğer yandan yetersiz sağlık hizmetleri, bulaşıcı hastalıklar, yetersiz beslenme, yüksek ölüm oranları ve diğer faktörler de ülke nüfusunu olumsuz etkilemiştir. Cumhuriyetin ilanından sonra nüfus artışı teşvik edilmiştir. İlk yıllardaki nüfus artışında, doğum oranlarındaki artış kadar eski Osmanlı topraklarından mübadele anlaşmaları ve göçlerle gelenler de etkili olmuştur. II. Dünya Savaşı’na denk gelen 1940-1945 döneminde ortalama yıllık nüfus artışı hızı binde 10,59 ile Cumhuriyet tarihinin en düşük seviyesine inmiştir. Nüfus artışı 1955-1960 döneminde nüfus artışı rekor düzeye ulaşmıştır.

Türkiye’de eğitim seviyesinde artış, kentleşme, kadının çalışma hayatına daha fazla katılımı, evlenme yaşının giderek yükselmesi, doğurganlığın azalması ve diğer sosyoekonomik şartlar ailelerde çocuk sayısının azalmasında etkili olmuştur.

Eğitim, işgücünün daha nitelikli hâle gelmesini sağlayarak beşerî (insani) sermayeyi geliştirir. Eğitimle nitelik kazandırılmış nüfus (beşerî sermaye), en az fiziki sermaye kadar önemli bir faktördür. Türkiye’de eğitim ve öğretim anlamında Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze önemli ilerleme sağlanmış olsa da gelişmiş ülkelerin düzeyi henüz yakalanamamıştır. 1927’de %10’lar düzeyinde olan okuryazarlık oranı 2017’de %97’ye yükselse de hâlâ kadın nüfusun %4,9’u okuryazar değildir. Türkiye nüfusunun yaklaşık %13’ü (10.340.326 milyon kişi) yüksekokul ve üstü eğitime sahiptir.

İşgücü Piyasası ve Sosyal Güvenlikte Gelişmeler

Aktif nüfus, ülke nüfusunun çalışma çağındaki nüfusu için kullanılır ve 15-64 yaş arasındaki bireylerden oluşur. Aktif nüfus (daha geniş tanımla kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfus), ülkenin işgücü arzını oluşturur. Üniversite yurtları, yetiştirme yurtları (yetimhane), huzurevi, özel nitelikteki hastane, hapishane, kışla vb. yerlerde ikamet edenler dışında kalan nüfus kurumsal olmayan nüfustur.

İşgücüne katılma oranı (İKO), nüfusun işgücü olan kısmının kurumsal olmayan çalışma çağındaki nüfusa (15 ve üstü yaş grubuna) oranıdır.

İşgücü maliyeti, işverenin ücretli çalışanlara yaptığı toplam ödemelere (kazanç) ek olarak sosyal güvenlik ödemeleri ve diğer işgücü maliyeti ödemelerini kapsar.

1970’lerden günümüze Türkiye ekonomisinin karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi işsizliktir. Nispeten daha liberal ekonomi politikalarının izlendiği 1980 yılından günümüze işsizlik oranları %6,5’in altına indirilememiştir. 2002 ile 2008’in ilk yarısındaki dönemde ise hızlı ekonomik büyümeye rağmen, işsizlik oranları genelde çift haneli rakamlarda seyretmiştir. Üretim artışı için yeni işgücü alımı yerine mevcut işgücünün vardiyasının artırılmasının yanı sıra daha yoğun teknoloji ve makine kullanımı işgücü piyasasına olumsuz yansımış ve işsizliği artırmıştır. Küresel mali krizin etkisiyle 2009 yılında üretimde yaşanan daralma, işsizlik oranını %14 gibi rekor düzeylere çıkarmıştır.

2000-2018 döneminde toplam istihdamda tarımdaki istihdamın payı hızla azalarak, %36’dan %19,4’e inmiştir. Tarımdan ayrılan işgücünün çoğunluğu hizmetler sektöründe istihdam edilmektedir. Tarımın istihdamdaki payı azalırken, hizmetler sektörünün payı %46,3’ten %54’e yükselmiştir. Türkiye’de, tarımın istihdamdaki payı gelişmiş ülkelere göre hâlâ oldukça yüksektir.

Türkiye’de işgücüne katılma oranı, gelişmiş ülkelere göre düşüktür. 2017 yılında Türkiye’de İKO %52,8 iken, bu oran AB’de %73, G7’de %74 ve OECD’de %72’dir.

Türkiye’de kadınların işgücüne katılımının düşük olması toplam İKO’yu olumsuz etkilemektedir. 2004–2018 (Ağustos) döneminde kadınların işgücüne katılım oranı %23’lerden %35’ler seviyesine çıksa da bu oran gelişmiş ülkelerin (AB-28’de %62,5) oldukça gerisindedir.

2016 verilerine göre, imalat sanayisinde saat başına brüt giydirilmiş ücret, istihdamdaki vergi yükü, kıdem tazminatı yükü ve işten çıkarma maliyetinde, Türkiye OECD ülkeleri arasında ilk sıralardadır. Türkiye’de çalışılan saatle (üretimle) bağlantılı ücret payının küçüklüğü nedeniyle ücret-verimlilik ilişkisi kurulamamakta ve ücret artışlarının verimliliğe etkisi çok sınırlı kalmaktadır.

Sosyal güvenliğin temeli, bireylerin yaşamlarında karşılaşabilecekleri muhtemel risklere karşı önceden tedbir almalarına dayanır. Uluslararası standartlar bakımından sosyal güvenliğin kapsamında kısa ve uzun vadeli ekonomik ve sosyal risklere karşı sigorta oluşturulması ve belirlenen hak sahiplerine aylık bağlanması ya da diğer ödemelerin yapılması yer almaktadır. Geniş anlamda sosyal güvenlik kapsamına sosyal hizmetler ve sosyal yardımlar da girmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nde sosyal güvenlikle ilgili düzenlemelerin bir kısmının temeli Osmanlı İmparatorluğu dönemine dayanmaktadır. 19.yy’da Darülaceze (düşkünler yurdu), Darüşşafaka (yoksul, öksüz ve yetimler için okul) gibi kurumların yanı sıra emeklilik ve yardımlaşma sandıkları kurulmuştur. Modern anlamda sosyal güvenlik Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa’ya oranla oldukça geç gelişme göstermiştir. Türk Sosyal Güvenlik Sistemi’nin ilk kurumu 1946’da oluşturulan İşçi Sigortaları Kurumudur. Bu kurum 1965’te Sosyal Sigortalar Kurumuna (SSK’ya) dönüştürülmüştür. 1950’de 11 farklı emekli sandığı birleştirilerek Emekli Sandığı kurulmuştur. BAĞ-KUR ise 1972 yılında kurulmuştur. 2006 yılındaki 5502 sayılı Kanun ile Emekli Sandığı, SSK ve BAĞ-KUR, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) çatısı altında toplanmıştır.

Bir sosyal güvenlik sisteminin sağlıklı bir finansman yapısına sahip olması için aktüeryal dengenin en az 4 (1 emekli başına düşen çalışan kişi sayısı) olması gerekmektedir.

Tasarruf Eğiliminde ve Bölgesel Kalkınmada Gelişmeler

Dışa kapalı bir ekonomide tasarrufların yatırımlara eşit olduğu kabul edilir. Ülkede yurt içi tasarruf eğiliminin (oranının) yüksek olması, yatırımların finansmanını kolaylaştırır. Dışa açık ekonomide ise yurt içi tasarrufların yetersiz olduğu durumda yurt dışı tasarruflara başvurulur. Yurt dışı tasarruflar, kısa vadede ekonomide ek kaynak yaratmaları ve düşük maliyetli olmaları bakımından tercih edilse de istenmeyen sonuçlar da ortaya çıkabilmekte; ekonominin dışa bağımlılığı artmakta, uzun vadede ülkenin hem ekonomik hem de siyasi bağımsızlığına etki edecek sonuçlar ortaya çıkabilmektedir.

Tarihsel olarak incelendiğinde Türkiye’de yurt içi tasarrufların GSYH’ya oranı, dalgalı bir seyir izlemekle birlikte genelde arttığı görülmektedir. 1970’lerin ikinci yarısında başlayan ekonomik bunalım sürecinde giderek artan enflasyon oranı, yurt içi tasarrufları negatif etkilemiştir. 1980-1988 döneminde yurt içi tasarruflar ve sabit sermaye yatırımları artmıştır. 1989-2017 döneminde yurt içi tasarruflar/GSYH oranı azalma eğilimindedir. 1992-2004 döneminde tasarruf oranının azalmasında kamunun negatif tasarrufları etkili olmuştur. 2001 sonrası dönemde tasarruf oranlarının azalmasında özel sektördeki tasarruf eğilimindeki düşüş belirleyici olmuştur. 2000’li yıllara kadar kamu tasarruf açığı özel tasarruf fazlası ile kapatılırken, 2000’li yıllarda durum değişmiş, mali disiplin sayesinde kamu tasarruf açığı azalma eğilimine girmiştir. Özel kesim tasarruflarındaki düşüşün kamu kesimi tasarruflarındaki artıştan fazla olması nedeniyle toplam yurt içi tasarruf oranı azalmıştır.

Türkiye’de tasarruf oranlarına baktığımızda, tasarruf eğilimimizin orta-yüksek gelirli ülkelerin tasarruf oranlarının altında olduğu anlaşılmaktadır.

AB Müktesebatına uyum kapsamında AB’nin bölgesel politikasının önemli bir unsuru olan İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (İBBS) sistemine geçilmiştir. İBBS’ye (NUTS) göre üç farklı bölge sınıflandırması (Düzey 1, Düzey 2 ve Düzey 3) yapılmıştır. Düzey 1 bölgeleri kendi içlerinde Düzey 2 ve Düzey 3 alt bölgelerine ayrılmaktadır. Düzey 2’ye göre belirlenmiş 26 bölge merkezinde ise bölgesel kalkınma ajansları oluşturulmuştur. Yeni bölgesel kalkınma politikalarında yerel aktörler giderek daha fazla ön plana çıkmaktadır.

Türkiye’de bölgeler arasında kişi başına gelir, işsizlik oranları, nüfus artış hızı, net göç hızı, bebek ölüm oranları, doğumda anne ölüm oranları, üniversite sayıları, kişi başına düşen uzman hekim ve hemşire sayıları gibi birçok ekonomik, sosyal, demografik ve sağlıkla ilgili değişkende önemli farklılıklar mevcuttur. Düzey 2 bölgesi sosyoekonomik gelişmişliğe (kalkınmışlığa) göre sıralandığında, ilk 14 bölge Türkiye ortalamasının üstünde, 15.sırada yer alan Samsun’un ise Türkiye ortalamasında bir gelişmişliğe sahip olduğu görülmektedir (Tablo 1.6). Ülke nüfusunun yaklaşık %30’unun bulunduğu geri kalan 11 bölge ise Türkiye ortalamasının altında bir sosyoekonomik gelişmişliğe sahiptir. Sosyoekonomik gelişmişlik farklılıkları, az gelişmiş bölgelerden gelişmiş bölgelere doğru göçü hızlandıran etkenlerin başında gelmektedir.

TÜİK (2014) verilerine göre, Türkiye’de bölgesel düzeyde (Düzey 2) temel sektörlerin bölgesel gayri safi katma değere (GSKD) katkısında ciddi farklılıklar mevcuttur. Tarımın bölgesel GSKD’ye en fazla katkı sağladığı ilk üç bölge sırasıyla Ağrı, Kırıkkale ve Konya’dır. Sanayi sektörünün bölgesel GSKD’ye en fazla katkı sağladığı ilk üç bölge Tekirdağ, Kocaeli ve Bursa, sanayinin bölgesel katma değerde en düşük paya sahip olduğu bölge ise Ağrı’dır. Sektörlerin istihdama katkısı açısından bakıldığında tarımın istihdama en fazla katkı yaptığı ilk beş bölge Ağrı, Kastamonu, Trabzon, Van, Erzurum ve Samsun şeklindedir.

Dünya Ekonomisinde Türkiye’nin Yeri

Türkiye, IMF’nin 2017 yılı verilerine göre, cari fiyatlarla, 851,5 milyar dolar GSYH büyüklüğü ile dünyanın 18’inci büyük ekonomisidir. 2017 verilerine göre, Türkiye nüfus büyüklüğü bakımından dünyanın en kalabalık 19’uncu ülkesidir.

UNDP, ülkeleri insani gelişmişlik düzeylerine göre çok yüksek insani gelişme, yüksek insani gelişme, orta insani gelişme ve düşük insani gelişme olmak üzere 4 gruba ayırmaktadır. 2017 verilerine göre, Türkiye insani gelişmişlikte 178 ülke arasında 64’üncü sırada olup, yüksek insani gelişme grubunda yer almaktadır. Türkiye insani gelişmişlikte (İGE değeri 0,791) dünya ortalamasının (0,728) üstünde yer alsa da İGE değeri gelişmiş ülkelerin (2017 yılı için OECD ülkeleri İGE değeri; 0,895) gerisindedir.

Türkiye, Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF) yayımlamış olduğu küresel rekabetçilik endeksi sıralamasında (2018) 140 ekonomi arasında 61’inci sıradadır. İlk üç ülke ABD, Singapur ve Almanya şeklindedir. Türkiye küresel rekabetçilik endeksinde dünya ortalamasının üstündedir.

Dünya Ekonomik Özgürlük Endeksi’nde (2018) Türkiye 162 ülke arasında 86. sırada yer almaktadır. İlk sıralarda Hong Kong, Singapur ve Yeni Zelanda’nın yer aldığı endekste, son sırada Venezuela bulunmaktadır.