ADALET MESLEK ETİĞİ - Ünite 3: Bir Değer Olarak Adalet Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Bir Değer Olarak Adalet

Adaleti Tanımlamak

Adalet Kelimesinin Anlamı

Türkçe’de kullandığımız adalet kelimesi Arapça kökenli olup “adl” kökünden türer. Fakat kelime, yine kökü Arapça’ya dayanan başka kelimelerle birlikte bir bütün oluşturur. Adaletle aşağı yukarı aynı anlama gelen bu kelimeler arasında “kıst”, “mizan” ve “hakk” bulunur. Bu bütünü oluşturan kelimelerle birlikte düşündüğümüzde adaletin denk olmak, birbirine eşit olmak, doğru olmak, terazinin kefelerini eşit hale getirmek, insaf etmek, herhangi bir işte doğru olmak, eşit muamele etmek, tarafsızlık, eşitlik, hakkı yerine getirmek, haksızlıktan kaçınmak, ölçülü hareket etmek, istikamet, ifrat ile tefrit arasında olmak, hakkı ve eşitliği gözetmek, işleri yerinde ve zamanında yapmak gibi maddi ve manevi” geniş bir kullanım alanına sahip olduğu görülür.

Bir Fikir ve Bir Kavram Olarak Adalet

Her ne kadar adalet, bitmez tükenmez tartışmalara konu olmuşsa da bütün bu tartışmalı özelliğine karşın adalete dair Platon’dan beri kabul edilen bir gerçek vardır ki o da adaletin bir “ide” oluşudur. Bundan maksat, adaletin “gerçek” bir şey değil de bir “fikir” olduğudur. Peki fikir derken neyi kastediyoruz? Fikrin ne olduğunu ve bir fikir olarak adaletten ne anlaşılması gerektiğini daha iyi kavrayabilmek için daha genel bir düzeyde varolanları belirli bir tasnife tâbi tutmamız, diğer bir ifadeyle varlığı bölümlere ayırmamız gerekir.

Bu anlamda varlık öncelikle ideal varlık ve reel varlık olmak üzere ikiye ayrılabilir. Reel varlık alanında “gerçek” tabir ettiğimiz varolanlar yer alır. Bu varolanlar, zaman ve mekân içerisinde yer alır; iç ve dış duyulara konu olabilir. Buna karşılık ideal varlık alanı, iç ve dış duyularla bilinemeyecek varolanların alanıdır. Bu varolanlar, duyum dışı ve soyuttur. Zaman ve mekân koşullarına tâbi değildirler. Diğer bir ifadeyle ideal anlamda varolurlar, yani bunlar “fikir” olarak isimlendirilirler; gerçek olduklarından bahsedilemez. Zira ancak düşünme ile bilinebilirler. Matematik ve mantığın konusunu oluşturan kavramlar ile etik ve estetiğin konusunu oluşturan değerler, ideal varolanlar arasında sayılabilir.

Bu kısa açıklamadan sonra fikrin, insan zihninin bir tasarımı olduğu söylenebilir. “Bilgi”, “inanç” gibi insan zihninin diğer tasavvurlarından farklı olarak fikir, dış dünyada varlığı olmayan, dolayısıyla herhangi bir nesneyle doğrudan ilişkilendirilemeyen, bu anlamda kendi nesnesini yaratan, buna karşılık onu düşünene bağlı olmayan, yani öznel değil de nesnellik özelliğine sahip bir düşünce tasarımıdır. Bu bağlamda “fikirler tarihe getirilir ve orada uzun ya da kısa bir süre etkili olurlar, yani fikirler tarihsel varlığa katılır.” Fikirlerin gerçek olmayışı, ancak düşünme ile kavranması ve kendi nesnesini yaratması, kolay kolay tanımlanamayışlarına yol açar. Fikirler alanında belirli bir bulanıklık, belirsizlik her zaman görülür. Buna karşılık bu özelliği fikirlerin, felsefenin ilgi alanına girmesini, felsefi düşünmenin konusunu oluşturmasını da mümkün kılar. Fikirlerin felsefi düşünmenin konusunu oluşturması ise kavramlaştırma ile olur. Yani fikirler ancak kavramlaştırılmak suretiyle anlamlı hâle getirilir. Adalet de işte bu tür bir fikirdir ve üzerinde düşünebilmek ve konuşabilmek için kavramlaştırılması gerekir. Bu kavramlaştırmanın ilk adımı ise gündelik yaşamda insanların adalet derken neyi kastettiklerine bakmak olabilir. Bu açıdan bakıldığında adaletin bir hak talebi olduğu rahatlıkla söylenebilir. İnsanlar, adaletten bahsederken aslında sahip olduklarını veya sahip olmaları gerektiğini düşündükleri bir hakkı talep eder veya haksızlığa uğradığını ileri sürer. Bu basit gerçekten hareketle adalet nedir sorusu kısaca “herkese hak ettiğini vermek” şeklinde cevaplandırılabilir. Fakat bu cevap, adaletin ne olduğuna dair tartışmaları sona erdirecek yeterlilikte değildir.

Adaletin Türleri

Adalet kavramı üzerine felsefi plânda ilk sistematik düşünmeyi Eski Yunan’da, özellikle de Sokratik okul olarak isimlendirdiğimiz Sokrates-Platon-Aristoteles çizgisinde görüyoruz. Bu düşünce çizgisinde adalet, ikili bir anlamda kullanılmaktadır. Modern zihnin anlamakta zorlanacağı bu ikili yaklaşımda adalet, bir yandan devleti oluşturan farklı zümrelerin arasındaki ilişkilerin, diğer yandan da insan ruhunun bir özelliğidir. Üstelik insan ruhunda görülen bir denge durumunu ifade eden adalet, devletteki zümrelerin arasındaki ilişkinin bir yansımasıdır. Bu açıdan bakıldığında adalet, hem devleti oluşturan zümrelerin herbirinin üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmesi anlamına gelir hem de ruhunun farklı bölümleri arasında denge bulunan insanın sahip olduğu bir erdemin ismidir.

Eski Yunan’dan özellikle de Aristoteles’ten beri yaygın kabul edilen diğer bir adalet tasnifi ise denkleştirici adalet - dağıtıcı adalet - hakkaniyet (nasfet) şeklindedir. Denkleştirici adalet, Aristoteles’in pazar adaleti dediği, eşya ve hizmetlerin değiş tokuşunda geçerli adalettir. Temelinde edim - karşı edim ilişkisinin yer aldığı bu adalet türünün temelinde bir eşitlik düşüncesi vardır. Herkese eşit olanın verilmesi ilkesine dayanan denkleştirici adalet, bu anlamda aritmetik eşitliği kabul eder. Bu adalete göre hiç kimse verdiğinden daha fazla almamalıdır. Aksi takdirde taraflar arasındaki denge bozulmuş olur. Eğer söz konusu denge bozulursa ya ödeme ya da onarma yoluyla eşitlik tekrar kurulmalıdır. Denkleştirici adalet çoğu zaman alım-satım ilişkilerinde karşımıza çıksa da suç-ceza ilişkisinde de uygulama alanı bulur. Kişi, hangi suçu işlemişse ona uygun bir ceza almalıdır. Dağıtıcı adalet, aritmetik değil de geometrik eşitliğe dayanır. Yani burada mutlak değil, orantılı bir eşitlik söz konusudur. Herkese eşit olanın verilmesi, herkesin eşit muamele görmesi, bazen adaletin ihlali anlamına da gelebilir. Zira kişilerin sahip olduğu birtakım özellikler, içinde bulundukları koşullar, ihtiyaçları, yetenekleri, imkânları farklıdır. Bu farklılıklar, eşitlikten taviz verilmesini veya eşit durumdakilere eşit davranılmasını gerektirebilir. Nitekim herkesten aynı miktarda vergi alınması ciddi adaletsizliklere yol açar. Herkesin geliri aynı değildir. Burada gelire göre vergi vermek eşitliği bozsa da adaletin bir gereğidir.

Hakkaniyet veya nısfet (nasfet/nasafet), diğer iki adalet türünden farklı olarak hiçbir şekilde eşitliğe dayanmaz. Her bir durumu kendine özgü koşulları içerisinde değerlendirir, her bir kişiye farklı ve durumun gerektirdiği şekilde davranmayı talep eder. Eşitliği bozması, öngörülebilirlik ve ölçülebilirlik açısından sorun teşkil etse de gündelik yaşamın olağan akşında karşılaşılan farklı durumlarda her bir kişiyi kendi tekliğinde ve birey olarak muhatap alır. Burada söz konusu kişinin öznel koşulları dikkate alınarak bir karara varılır. Örnek olarak şöyle bir hadiseyi gösterebiliriz. Diyelim ki bir hastanede birinci dereceden bir akrabası ameliyat masasında hayatını kaybeden bir kişi, o ân ameliyathaneden çıkmasını isteyen hasta bakıcıya veya doktora zarar verici bir müdahalede bulunsa normal şartlarda kanunen suçlu kabul edilecek ve cezası neyse onu hak edecekken o ânki ruh hâlinden ötürü daha az cezayı alabilecektir.

Adalet İlkeleri

Adaletin ne olduğuna ilişkin tartışmalarda ileri sürülen farklı görüşlere bakıldığında ısrarla üzerinde durulan, sürekli etrafında dolaşılan birkaç kavram vardır. Her ne kadar bu kavramların ne anlama geldiği, neyi içerdiği ve gerçek yaşamda neye karşılık geldiği konusunda tam bir uzlaşma yoksa da adalet hakkında yürütülecek herhangi bir teorik soruşturmanın adalet ile bu kavramlar arasında zorunlu bir bağ kurması gerektiği açıktır. “Adaletin unsurları” veya “adalet ilkeleri” olarak isimlendireceğimiz bu kavramlar şunlardır:

  • Eşitlik ilkesi
  • Hak ediş ilkesi
  • Mütekabiliyet ilkesi
  • İhtiyaç ilkesi

Çağdaş Adalet Teorileri

Liberal Siyaset Teorisi ve Adalet Sorunu

Son iki yüzyıldır Batı siyaset teorisine hakim liberal siyaset ve ahlâk anlayışı; hem bir olgu, hem de bir ilke olarak, insan için neyin iyi olduğu veya insan doğasının neyi gerektirdiği gibi soruların tam bir uzlaşmayla cevaplandırılamayacağı, zira bu konuda ileri sürülen görüşler arasında radikal ve giderilemez farklılıklar olduğu önkabulünden hareket eder. Bu önkabule göre siyaset alanında, nihai anlamda bir iyi veya kötüden bahsetmeye imkân yoktur; zira bu kavramlar nesnelleştirilemeyecek nitelikte öznel değerlerdir. Bu anlayışın karşısında yer alan ve Platon ve Aristoteles’den ilham alan diğer bir anlayışa göre ise siyaset teorisinin en önemli görevi, insan için ortak olan iyinin elde edilmesini temin edecek temel birtakım değerlerin geliştirilebileceği siyasi bir toplum inşa etmektir.

Liberal siyaset teorisine göre liberalizmin çözmesi gereken temel sorun, siyasi iktidarın, her bireye eşit muamele etmesini sağlayacak ve onlara herhangi bir özel iyi anlayışını zorla kabul ettirmesini engelleyecek kurallar bütününü belirlemektir. Liberalizmin temel değeri tarafsızlıktır ve bu görüşün tutarlı olabilmesi için, liberal bir toplumu tanımlayacak kuralların, o toplumdaki farklı iyi anlayışları karşısında tarafsız bir konumdan hareketle kararlaştırıldığını göstermesi gerekir. Siyasi iktidarın herhangi bir yasal faaliyeti, bu farklı iyi anlayışları karşısında tarafsız olmalıdır. Buna göre liberal düşüncenin ilgilendiği iki temel sorun vardır. Liberal düşünce öncelikle, siyasi eylemi yönlendirecek ve herhangi bir ahlâk anlayışını, onu kabul etmeyenlere, meşru olmayan bir şekilde zorla kabul ettirme anlamına gelmeyecek, iyi kavramından bağımsız bir kurallar manzumesi tespit etmelidir. İkinci olarak, her bireye; diğerlerinin sınırlaması ve karışması olmaksızın, özgürce kendi dünya görüşünü gerçekleştirebilmesini sağlayacak kurumlar inşa etmelidir.

Liberalizmin Komüniteryan Eleştirileri

Sosyalizmin en azından uygulamada çöküşünün ardından, son yıllarda, siyaset felsefesinde liberalizmin hakimiyetine rağmen, sosyalist kavramlara yakın duran yeni bir siyasal akımın ortaya çıktığı görülmektedir. Bu akım, liberalizmin aşırı mülkiyetçi ve bireyci yaklaşımını eleştirmekte, mülkiyet hakkının yanısıra başka hakların da göz önünde tutulması gerektiğini savunmakta, kendisinin daha özgürleştirici ve katılımcı bir yaklaşıma sahip olduğunu iddia etmektedir. Komüniteryanizm terimi ile isimlendirilen bu çağdaş düşünce akımının, aslında “liberal demokrasinin yeni gereksinimler ışığında dönüştürülmesi, dolayısıyla yeni bir hadise olmayıp bugünün yapı ve gelişmelerine bir ayak uydurma çabası olduğu” ileri sürülmüşse de liberalizmin, temel iddialarına yönelik bu eleştiri karşısında, kendini yeniden gözden geçirmek zorunda kaldığı söylenebilir. Üstelik liberalizm ile liberalizme karşı geliştirilen bu yeni düşünce biçimi arasında ortaya çıkan tartışma, sadece kamu politikalarının nasıl olması gerektiğiyle değil, siyasal akıl yürütmenin doğası, benlik teorisi ve toplumdan ne anlaşılması gerektiği gibi daha felsefi sorunlarla da ilgilidir.

Aslında komüniteryan eleştiri, belirli bir öznelciliğe karşı geliştirilmiştir. Ahlâk alanına ait her söylemin, sadece duyguların bir ifadesi sayıldığı inancını dile getiren bu öznelcilik, yakın zamana kadar ahlâk ve siyaset felsefesinin en belirleyici özelliği olarak kalmıştır. Bu açıdan bakıldığında komüniteryan düşünce, genelde liberalizme, özelde Rawls’un yeniden kurguladığı siyasal liberalizme yönelik eleştiriler getirir. Komüniteryan düşüncenin liberalizm eleştirisinin kalkış noktası, liberalizmin aşırı bireyci iddialarıdır. Daha da özelleştirirsek “engellenmemiş benlik” ve “hakkın epistemolojik ve ontolojik açıdan iyiye önceliği” düşünceleridir. Liberaller, devletin belirli bir hayat tarzını vatandaşlarına kabul ettirmeye çalışmaması, başkalarınınkiyle uyumlu olacak şekilde kendi değer ve amaçlarını özgürce seçmelerini sağlayacak imkânları oluşturması gerektiğini söylerler. Özgür seçime bu kadar önem vermeleri, liberalleri, izin vermek (permission) ile onaylamak (praise) arasında ayrım yapmaya götürür. Bu açıdan bakıldığında pornografiye izin vermek ile onu onaylamak farklı şeylerdir. Bu görüşü desteklemek amacıyla liberaller, birtakım yüksek ilkelere başvururlar.

Liberalizm-Komüniteryanizm Tartışmasının Ötesinde: Tanınma Olarak Adalet

2000’lerin başından itibaren liberaller ile komüniteryanlar arasındaki tartışmadan arta kalanların yeni bir bakışla ele alındığı, güncel adalet sorunlarına uygun farklı ve özgün teorik yaklaşımların ortaya çıktığı, argümanların çok daha inceldiği görülmektedir. Bu yeni yaklaşımların en önemli ortak özelliği, somut insani durumlarda ortaya çıkan sorunlara yönelik ilgidir. Siyaset ve ahlâk felsefesi, âdeta üniversitelerdeki kürsülerden sokağa inmiş, sıradan bireylerin olağan yaşamına karışmıştır. 2000’li yıllara damgasını vuran teorik tartışmalar arasında özellikle kimlik ve tanınma politikalarıyla ilgili olanlar öne çıkar. XX. yüzyılın ikinci yarısına hâkim olan adalet tartışmalarının son derece teknik bir dile sahip oluşu, soyut ve hayattan kopuk bir hâle gelmesi, rafine bir zihin egzersizinden öteye gidememesi, âdeta bu dünyaya sırtını dönmesi ve sadece sınırlı bir entelektüel çevreye hitap etmesi farklı eğilimlere sahip düşünürler tarafından itiraza konu olmuştur. Bu bağlamda hem liberallerin evrensellik, tarafsızlık ve akılcılık saplantısı, hem de bunun karşısına çıkarılan yerelliğin, öznelliğin ve hatta göreli olanın kutsandığı alternatiflik iddiası taşıyan görüşler ciddi bir sorgulamadan geçirilmiş, bir yandan tikel veya biricik olanı önemseyen ama diğer yandan da bütün insanlığı muhatap alan daha gerçekçi bir evrenselliği amaçlayan yaklaşımlar geliştirilmeye başlanmıştır.