AİLE EKONOMİSİ - Ünite 7: Türkiye’de Devletin Aileye Yönelik Politikaları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: Türkiye’de Devletin Aileye Yönelik Politikaları
Giriş
Türkiye’de devletin aileye yönelik politikaları bağlamında:
- Yaşayan nüfusun demografik olarak gelişimi ve nüfusun yaş yapısının değişimi incelenirken bu değişimin günümüz Türkiye’sindeki ve gelecekteki istihdam ve sosyal güvenlikle ilgili olası sorunları detaylandırılmalıdır.
- Nüfusun ve onu oluşturan bireylerin ihtiyaçları için kamu müdahale alanları incelenmelidir. Aile ile ilgili kamu müdahale alanlarından sosyal güvenlik, konut, eğitim gibi alanlar Türkiye verilerinin ışığında değerlendirilmelidir.
- Hukuksal aile düzenlemeleri ışığında aile yapısı incelenmelidir.
Türkiye’de Ailenin Demografik Yapısında Değişim
Türk ailesi, geçmiş yıllarda yüksek doğurganlık seviyesine sahip, çok çocuklu, birkaç kuşağın bir arada yaşadığı bir yapıya sahipti. Aileye yukarıdan bir bakış açısı elde edebilmek için nüfusun değişimi çeşitli bilgilerin ışığında aktarılmalıdır.
Nüfus: Türkiye’nin yaşadığı demografik dönüşüm sürecini iki temel dönemde incelemek mümkündür:
- Cumhuriyetin kuruluşunda nüfus artışı hedefleyen politikaların takip edildiği 1923-1955 arası yıllar
- Hızlı nüfus artışının ekonomik gelişmeyle dengelenememesi yüzünden nüfus artışının kontrol altına alınmasına yönelik politikaların takip edildiği 1955 sonrası yıllar
Cumhuriyetin kuruluşunda, Osmanlı İmparatorluğu uzun yıllardır savaş içerisinde olduğu için, Anadolu büyük kayıplar vermiş bir nüfusa sahipti. Balkan savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve nihayet Kurtuluş Savaşı, hem asker olabilecek erkek nüfusunda kayıplara hem de büyük göç hareketlerine neden olmuştu. Cumhuriyetin kurucuları, bu kayıpları görüyor, ekonomik gelişme önündeki engel olarak algılıyordu. Bu nedenle, Cumhuriyet’in kuruluşundan 1955’e dek, Türkiye’de doğum yanlısı pro-natalist politikalar uygulanmıştır. Diğer yandan doğan çocukların yaşamlarını kısıtlayan sağlık sorunlarına çözüm üretilmeye de çalışılmıştır. Bu kapsamda doğurganlık hızlarının artırılması için hukuki düzenlemeler yansıra, anne ve çocuk sağlığının kalitesini artırıcı ya da sıtma, verem, kızamık gibi salgın hastalıkların önlenmesi için sağlık hizmetleri sunularak, ölümlülük düzeylerinin düşürülmesi ve yurt dışından Türkiye’ye göçün özendirilmesi politikaları uygulama alanı bulmuştur.
1955’den günümüze kadar devam eden dönemde ise nüfus artış politikasını etkileyen gelişmelerin ekonomi ile dengelenememesi öne çıkmıştır. Ekonomik gelişme artan nüfusun tamamına iş ve yeterli gelir sunamamıştır. Bu nedenle önce nüfus artırıcı politikalar, sonra hızlı nüfus artışını ekonomi destekleyemeyince ılımlı nüfus kontrol politikaları, nihayet kamu eliyle sunulan sağlık hizmetleri aracılığı kontrol politikası denenmiştir. Nüfusun kontrol edilmesi bir yandan doğum kontrol yöntemlerine, diğer yandan mevcut nüfusun yurtdışı göçe teşvik politikalarına dayanmaktadır. Doğurganlığı azaltmayı teşvik eden politikalar anti-natalist politikalar olarak da bilinmektedir. 1955’den sonra belirtileri görülmeye başlayan bu politika, 1965’de yasal düzenlemesine, 1980’de anayasal ifadesine kavuşmuştur. Bu dönemin nüfus politikalarının temel amacı, gebeliği önleyici yöntem kullanımını yaygınlaştırarak doğurganlığı düşürmek, sağlık hizmetlerini iyileştirerek ölüm hızlarını düşürmek ve Türkiye’den yurt dışına işgücü göçünü teşvik ederek işsizlik baskısını hafifletmek olmuştur.
Doğurganlık oranları arasında bir sayı “2,1” farklı bir öneme sahiptir. Nüfus yenilenme oranı olarak isimlendirilen bu oranda, ebeveynler kendileri yerine net olarak biri kız olmak üzere iki çocuk bırakırlar ve böylece nüfus kendisini kadın ve erkek, genç ve yaşlı oranları sabit kalarak yenileyebilir. Doğurganlığın yenilenme seviyesine düştüğü toplumlarda, nüfus, momentumunun etkisi ile 25-30 yıl daha artmaya devam etmektedir. Daha sonra ise önce durağanlaşıp, sonra da azalmaya başlamaktadır. Türkiye 2011 yılında, nüfusun ancak kendini yenilediği en düşük doğurganlık hızına ulaşmıştır. Bu durum önce durağan sonrada azalan nüfus dönemlerinin oluşması ve nüfusun yaşlanması endişesini de beraberinde getirmektedir. Bu oran, Türkiye nüfusunun bir süre daha artmaya devam edeceğini, 2050’li yıllarda yaklaşık olarak 95 milyon olacağını ve daha sonra da bir süre aşağı yukarı bu düzeyde sabit kalacağını, artmayacağını göstermektedir.
Türkiye’de, 1000 kişi başına doğum miktarını gösteren kaba doğum hızı ve 1000 kişi başına ölüm sayısını gösteren kaba ölüm hızı da düşmektedir (Tablo 7.2). Bu iki değişken aynı zamanda ülkelerin gelişmişlik düzeylerini belgelemek için de kullanılmaktadır. Kaba doğum hızı nüfus kontrol politikaları ile yönlendirilmiş olarak düşmektedir. Kaba ölüm hızı ise, sağlık politikalarının insan yaşamına olumlu etkisini göstermektedir. Ayrıca, bir yıl içinde canlı doğmuş bebeklerin, bir yaşına gelmeden binde kaçının öldüğünü gösteren bebek ölüm hızı değişkeni önemli bir göstergedir. Çünkü bebeklerin ölüm sayısını düşürebilmek için hem annenin hamilelik boyunca iyi bakım (sağlık ve beslenme) almasını sağlamak hem de bebek doğduktan sonra iyi bakılmasını sağlamak gerekmektedir. Bu oran gelişmiş ülkelerde binde 5 veya daha azdır. Ülkemizde bölgesel farklılıklar olmasına rağmen, bu oranın binde 158’den 14’e gelmiş olması kat edilen mesafeyi göstermektedir.
Net yenilenme hızı üretken kadın cinsiyetinin kendini üretme oranını (yani kız çocuk oranını) göstermek için kullanılmaktadır. Bu tür bir değişkene ihtiyaç yanlı nüfus politikalarından kaynaklanmıştır. Anti-natalist politikaların sonucunda, özellikle Çin gibi tek ya da az çocuk politikasının sert olarak takip edildiği ülkelerde, aileler sahip olunacak çocukların cinsiyeti ile ilgili tercihler yapmaya başlamıştır. Türkiye’nin 2011’e kadar uygulaya geldiği nüfus planlaması politikaları, yanlı bir nüfus artışı sonucu yaratmamıştır.
Türkiye nüfusunun yaş yapısı: Nüfusun yaş yapısı, nüfusu belirleyen temel bileşenler olan doğurganlık, ölümlülük ve göçten doğrudan etkilenmektedir. Türkiye’de 1923’den günümüze, bu bileşenlerde önemli değişimler meydana gelmiştir. Nüfusun yaş ve cinsiyet yapısının özet bir göstergesi olan nüfus piramitleri ülkelerin demografik yapıları hakkında önemli bilgiler sağlayan araçlardır (Şekil 7.2). Geniş tabana sahip nüfus piramitleri yüksek; dar tabana sahip nüfus piramitleri düşük seviyedeki doğurganlığa işaret etmektedirler. Nüfus piramitlerinde ileri yaşlara doğru gözlenen hızlı daralmalar yüksek; daha yavaş daralmalar düşük yetişkin ölümlülüğü gösterirler. Nüfus piramitleri doğurganlık ve ölümlülük seviyesi ve örüntüsüne ilişkin bilgi sağlamanın yanında, özellikle yaş ve cinsiyet seçici göç hareketleri konusunda da bilgi sağlarlar. Örneğin Türkiye’nin Almanya’ya gönderdiği genç erkek nüfus belli bir yaş grubunun aniden azalmasına neden olmaktadır.
Sosyal Devlet Müdahale Alanları
Sosyal güvenlik , insanların yaşamlarında karşılaşmaları muhtemel ekonomik ve sosyal riskli durumların ortaklaşa çözümlenmesi için çareler üretilmesidir. Sosyal güvenlik uygulamaları Bismarck anlamında olmasa da, Anadolu’da da eskidir. Örneğin meslek mensuplarının Ahilik ve Lonca teşkilatları, aynı zamanda sosyal destek kurumlarıdır. Diğer yardımlar arasında ise, İslam dininde de yer alan zekât, fitre, kurban ve adak gibi dini görevlerin fakirler lehine kullanılmasından ve vakıflar aracılığı ile yapılan yardımlardan söz edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise oluşturulan kurumsal sosyal güvenlik şemsiyesinin uzun süre üçayağı söz konusu olmuştur; kamu çalışanlarının memur olarak nitelenen kısmına hizmet veren Emekli Sandığı, çalışanların işçi olarak tanımlanan kısmı için hizmet veren SSK ve esnaf ve sanatkârlara hizmet veren BAĞKUR.
Cumhuriyetin sosyal güvenlik şemsiyesinin bir parçası olarak 1949 yılında 5434 Sayılı Kanun’la kurulan TC. Emekli Sandığı , zaten var olan Askeri ve Mülki Memurlar Sandığı (tekaüd sandıklarının birleştirilmesi ile oluşturulmuştu) ve 1930’lu yıllarda diğer kamu çalışanları için kurulmuş olan dokuz sandığın birleşimi ile kurulmuştur. Sosyal güvenliğin diğer ayağı, işçiler için düşünülen Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) 1945 yılında 4792 Sayılı Kanun ile kurulmuştur. En son olarak 1971 yılında 1479 Sayılı Kanun ile Esnaf ve Sanatkârlar ve Diğer Bağımsız Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu (BAĞKUR) kurularak, 2006’ya kadar sürecek olan sosyal güvenlik çatısı tamamlanmıştır. Bu üç kurum 2006 yılında çıkarılan 5502 Sayılı Kanun ile kurulan yeni bir kuruma, tek çatı olarak da bilinen, Sosyal Güvenlik Kurumu’na (SGK) devredilmiştir. 5510 Sayılı Kanun Ekim 2008 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 2008’den itibaren tek bir çatı altında örgütlenen bir sosyal güvenlik şemsiyesi vardır. Her üç kurum ve birleşme sonrasındaki tek çatı sistemi, prim ödeyen aktif sigortalılar ve onların bakmakla yükümlü oldukları aile bireylerine (bağımlılar), sağlık, emeklilik, iş kazaları vb. konularda sigorta hizmeti sunmaktadır.
Bir ülkenin sosyal güvenlik sisteminin temel bazı özelliklere sahip olması beklenir:
- Sosyal güvenliğin kapsadığı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı yüksek olmalıdır,
- Emeklilere ve diğer hak sahiplerine ödenen aylıklar yeterli seviyede olmalıdır,
- Sistemin gelir kaynakları ile giderleri arasında uygun bir denge sağlanmalıdır, bu kriter ayrıca sistemin sürdürülebilir olması için önemlidir,
- Prim oranları ödenebilir seviyede olmalıdır,
- Sağlık hizmetlerine erişim kolay ve sağlanan hizmetler nitelikli olmalıdır,
- Sistemin kendi içinde geliri yeniden dağıtabilir olmalıdır,
- Yoksullukla mücadele etmelidir.
Türk sosyal güvenlik sisteminin bu kriterler açısından değerlendirmesinde, ilk kriter, sistemin ne kadar bireye ulaştığı ile görülebilmektedir (Şekil 7.3). SGK, çalışan işçi, memur, esnaf, tüccar, çiftçi ve isteğe bağlı sigortalılara aktif sigortalı ; emekli ya da hâlihazırda çalışamayan ama maaş alan gruba pasif sigortalı , bu iki grubun bakmakla yükümlü olduğu ve sigorta kapsamında olan grubu bağımlılar olarak isimlendirmektedir.
Sistemin nüfusun içinde yaygınlaşma yavaşlığı, sosyal güvenlik sisteminin genelleşmekle ilgili sorunları olduğunu göstermektedir. 1950’de işçi ve memurlar için kurulan Emekli Sandığı ve SSK hizmet sunmaya başladığında, nüfusun yüzde 4’ünü kapsamaktadır. 1970’de BAĞ-KUR kurulurken, 20 yılda sosyal güvenlik koruması nüfusun sadece yüzde 25,8’ine ulaşmıştır. 2006’da SGK çatısı altında üç sosyal güvenlik kurumu birleştirildiğinde, nüfusun yüzde 78,4’ü sigorta kapsamındadır. Üstelik hizmetin genişleyebilmesi, çalışan ve prim ödemesi yapanlardan değil, büyük oranda bağımlılardan kaynaklanmıştır. Bu bilgi, sistemin yaygınlaşamamasının nedeninin düşük gelir düzeyi olduğunu düşündürmektedir. 1995’e kadar oluşan hızlı kapsam genişlemesinde yeşil kart uygulamasının katkısı büyüktür. Yeşil kart, 1992’de yayınlanan 3816 sayılı Ödeme Gücü Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet Tarafından Karşılanması Hakkında Kanun’la uygulanmaya başlanmıştır. Yeşil kart, çok düşük aylık gelire sahip olan bireylerin, herhangi bir prim katkısı yapmadan sosyal güvenlik sisteminden yararlanmalarını sağlamıştır ve sistemin katılımcı sayısını artırmıştır. Bununla birlikte ciddi maliyet problemi oluşmasına da neden olmuştur.
Genel sistemler, ulaştıkları insan sayısı ne kadar fazla ise o kadar toplum için kârlı hale gelirler. Çünkü ulaşılan insan sayısı arttıkça toplam prim ödemeleri, sigorta maliyetlerini aşar. Ayrıca sigorta şemsiyesi altındaki insan sayısının artması primleri daha makul hale de getirebilir.
Sistemin bir diğer problemi aktif çalışanlar ile toplam sigortalılar arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Sosyal güvenlik sistemi için, hali hazırda çalışan ve prim ödeyen nüfus gelir kalemini, çalışanların kendilerinin, bakmakla yükümlü oldukları yakınlarının, emekli olmuş olan eski çalışanların ve yakınlarının sağlık harcamaları gider yani maliyet kalemini oluşturmaktadır. Dağıtım esasına dayalı sosyal güvenlik sistemlerinde, aktif sigortalıların sayısının sistemden aylık alanların sayılarına oranı, ideal olarak yedi ya da sistemin kendini finanse edebilmesi için en az dört olmalıdır.
Genç nüfus oranına sahip olan Türkiye’de, aktif sigortalıların sayısının sistemden aylık alanların sayılarına oranının düşüklüğü dikkat çekicidir. Temelde emekli aylığı alanların neredeyse aktif çalışanları yakalaması, erkekler içerisinde işsizliğin ve kayıt dışı çalışmanın yaygınlığından kaynaklanmaktadır. Kadınlar açısından ise, sisteme büyük oranda, babaları ya da eşleri aracılığı ile bağımlı olarak katılmalarındandır. Bu durumda sigortalı (kayıtlı) çalışan kesim azınlıkta kalmaktadır. Emekli aylığı alanların sayısının fazla olması konusunda ayrıca işaret edilmesi gereken bir diğer nokta ise, sosyal sigorta ilkeleri ile bağdaşmayan erken emeklilik uygulamalarıdır. Türkiye’de 1954-2000 arasında dokuz defa çeşitli hükümetler aracılığı ile farklı gruplar için erken emeklilik şansı veren bu düzenlemeler sonucunda, sistemin finans koşulları değişmemesine rağmen, emekli sayısı arttırılarak, sosyal güvenlik sisteminin maliyetleri yükseltilmiştir. Sosyal güvenlik şemsiyesinin az sayıda kişiye ulaşıyor oluşu, bağımlıların, aylık alanların fazlalığı, sistemin finansmanının ciddi sorunları olduğunu düşündürmektedir. Sistemin 1995’ten beri verdiği açıklar hemen hemen tamamen bütçe transferleri ile karşılanmıştır. 2002’den itibaren de bu açıklar GSMH’nin yüzde 2,5-3,1’i seviyesine yerleşmiş görünmektedir.
Sistemin bozulma ihtimali olan bir diğer noktası, Türkiye nüfusunun demografik değişiminden kaynaklanmaktadır. Türkiye nüfusu azalan artış hızı yüzünden genç nüfustan yaşlanan nüfusa doğru kaymaktadır. Sosyal güvenlik sisteminin çalışır hale gelmesi için, birkaç basamaklı öneriler yapılmaktadır:
- Kayıt dışı çalışmaktan kaynaklanan prim eksikliği sistemin finans yapısını bozan unsurlardandır.
- Çözülmesi sadece işgücü piyasasını değil, sosyal güvenlik sistemini de rahatlatacaktır.
- İnsan ömrünün uzaması emeklilik yaşlarının ötelenmesi önerilerine neden olmaktadır. Pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi, Türkiye için de 65 yaş öneriler arasındadır. Daha geç emekli olunarak, genel olarak sistemin emeklilik ödemelerinin azaltılması hedeflenmektedir.
- Kadın istihdamının artırılması, kadınları sistem içinde bağımlı olanlardan prim ödeyen sigortalılar haline dönüştürecektir.
- Bütün bunlara rağmen, gelişmekte olan ülkelerde düşük gelir düzeyinin, sistemin sürekliliği için gereken prim düzeyini asla üretmeyeceği iddiası da söz konusudur. Bu nedenle başarabilenlere ek özel sağlık sigortaları yaptırmaları da önerilmektedir.
İnsan yaşamını ve gelişimi en çok değiştirecek sosyal politika aracı olarak eğitim politikası , Cumhuriyet’in ilânı ile öncelikli konu olarak ele alınmıştır. Cumhuriyet’in ilânı ile eğitim kurumlarının birleştirilmesine, örgütlenmesine, eğitimin niteliğinin geliştirilmesine ve eğitimin yaygınlaştırılmasına ilişkin bir dizi yasal düzenleme yürürlüğe konulmuştur. Bu dönemde sosyal hizmetin genelliği ilkesi benimsenerek, 1924 Anayasası’na konulan hükümler ile ilköğretim parasız ve zorunlu hale getirilmiştir. 1928 yılında gerçekleştirilen harf devriminden hemen sonra da Türkiye’de büyük bir okuma-yazma seferberliği başlatılmıştır. Bütün bu seferliğe rağmen, erkek nüfusun yüzde 50’sinin okuma yazma öğrenmesi için 1950’leri, kadınlar için ise, 1975’leri beklemek gerekmiştir (Şekil 7.6). 2017’de hâlâ nüfusun yüzde 100’ü okuma yazma bilmemektedir. Bununla birlikte Cumhuriyet’in başlangıcından 90. yılda, erkek nüfusunun yüzde 99’u, kadın nüfusun yüzde 94’ü okuma yazma bilmektedir.
Okuma yazmada zamanın gerekmesi gibi, okul mezuniyetlerinde de benzer sorunlar görülmektedir. Bu bağlamda değerlendirmede kullanılan okullaşma oranları , okul çağındaki çocukların ve gençlerin ne kadarının bir okula kaydı olduğunu göstermektedir. Cumhuriyet’in başlangıcında zorunlu eğitim beş yıllık ilkokul eğitimi olarak düşünülmüştü. 1997-98 öğretim yılından itibaren, 18.08.1997 tarih ve 4306 Sayılı Yasa ile zorunlu eğitim kesintisiz 8 yıl olmuştur, 2011’de 12 yıl (4+4+4) zorunlu eğitime geçilmiştir. Özellikle ortaokul ve üstü eğitim kazanımlarında 2000’den sonraki artış geri kalan bütün yılları katlayacak şekildedir (Şekil 7.8).
Sosyal olarak savunmasız ve dezavantajlı nüfus gruplarının konut ihtiyaçlarının karşılanması sosyal konut üretimidir. Sosyal konutun en temel özelliği, konutun piyasa koşullarından ziyade ihtiyaçlara göre dağıtılmasıdır. Teorik olarak bu durumun iki temel nedeni söz konusudur. Birincisi, piyasa mekanizması gelir üzerinden çalışmaktadır ve eğer bireylerin gelirleri yetersizse, gerekli mal ve hizmete ulaşmalarına izin vermemektedir. İkincisi, konut gibi, gelirin yeniden dağıtım mekanizmalarından herhangi birine müdahale ile “toplumun yönlendirilmesi mümkün” varsayımıdır.
Ülkemizde Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK), Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ve BAĞ-KUR gibi sosyal güvenlik kuruluşları çeşitli vade ve faiz oranlarıyla mensuplarına konut kredisi sağlamışlardır.
Türkiye’de hukuki alt yapı ve uzun süreli yüksek enflasyon yaşanması bankacılık sektörünün yüksek risk taşımadan konut kredisi veremeyeceğini göstermiştir. Bu süreçte konut piyasasının fonlanması için özel yetkileri olan genellikle kamu niteliği taşıyan Türkiye Emlâk Bankası gibi bankalar oluşturulmuştur. Son yıllarda enflasyon oranındaki düşüş konut kredilerinin daha cazip koşullarla sunulabilmesine imkân tanımıştır.
Özellikle 1982 yılında çıkarılan Toplu Konut Kanunu ile devlet, konut sektörünün finansmanında dolaysız nitelenebilecek biçimde rol oynamaya başlamıştır. Bu kanunla konut sahibi olmak isteyen bireylere finansman desteği sağlamak amacıyla Merkez Bankası nezdinde Kamu Konut Fonu oluşturulmuştur. Ancak fona kaynak yaratmakta sorun yaşanınca, 1984’de yürürlükten kaldırılmış, yeni kaynak düzenlemesi yapılarak yeniden oluşturulan Toplu Konut Fonu’na ve Toplu Konut İdaresi (TOKİ)’ne dönüştürülmüştür. 2001 yılında fon tasfiye edilerek, TOKİ korunmuş ve 2003 yılından itibaren de sektörde düşük gelirliler için konut üreten aktif bir rol üstlenmiştir.
Bütün bu çabanın da gösterdiği gibi, konut ihtiyacı konut üretiminden fazladır. Üretim yönlendirilerek açık kapatılmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde, konut ihtiyacı birkaç kaynaktan beslenmektedir:
- Hızlı nüfus artışı
- Hızlı kentleşme ve onun yarattığı köyden kente göç
- Aile yapısındaki değişme
- Kurumsallaşmayı başaramamış konut finansmanı
Kente göçün hızlandığı iki dönem 1950-55 arası ve 1980- 85 arası genel iktisat politikalarının değiştiği, Türkiye’nin rayını değiştirdiği dönemler olarak dikkat çekmektedir. Bireylerin kendi çözdükleri durumu ile de bu yapılanma gecekondu semtleri olarak oluşmuştur. 1960’larda gecekondular şekil değiştirmeye başlamıştır. 1970’lerde neredeyse, kentin altyapılı, yasal olarak yapılan bölgelerini tehdit eder hale gelmiştir. Yerel yönetimlerin bu sorunla uzlaşmak için seçtiği yöntem olan imar afları ve kaçak konutlara tapu dağıtma ise plansızlığı hukuki hale getirmiştir, plansız, sağlıksız kent dokularının hızla artmasına neden olmuştur. 1980’den sonra Toplu Konut Fonu ve TOKİ aracılığı ile konut piyasası direkt müdahale alanı haline gelmektedir. Dönüm noktası olan tarihlerden biri de Gölcük merkezli büyük bir depremin yaşandığı 1999’dur. 1999’dan sonra ülke çapında konut yapımının denetimi ile ilgili hukuki yapı ağırlaştırıldığı gibi, kentlerin mevcut yapı stoklarının daha sağlıklı, depreme dayanıklı hale getirilmesini hedefleyen “Kentsel Dönüşüm” projeleri başlatılmıştır.
Türkiye’de Aile ile İlgili Düzenlemeler
Aile politikaları, ailenin başlangıcının ve sürekliliğinin devamının çeşitli araçlarla desteklenmesini içermektedir. Türk aile yapısı üzerine ilk düzenlemeler 1926 yılında yasalaşan Türk Medeni Kanunu’nda (TMK) yapılmıştır.
Evlilik yaşı ve aile tipleri: Türk Medeni Kanunu’na göre Türk ailesi, tek eşli, resmi nikâhla birbirine bağlanan, en az 18 yaşındaki erkekler ve kadınlardan oluşmaktadır. Bununla birlikte yaş için anne baba izniyle kadın için evlilik yaşı 17’e indirilebilir.
Türkiye’de hane halkları büyük oranda anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile yapısına sahiptir. Toplum içinde, üç kuşağın birlikte yaşadığı aile yapıları da sıkça rastlanmaktadır (Şekil 7.13). Diğer taraftan nüfus içerisinde tek ebeveynli ailelerin en hızlı artan aile yapısı olduğu da gözlenmektedir. Bu değişiminin nedenlerinden biri boşanma oranları olarak düşünülebilir. Son yıllarda ise ailenin işlevlerinde karşılaşılan pek çok problem yüzünden, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, 3.6.2011 tarihinde 633 Sayılı KHK ile kurulmuştur.
Yaşlılık ve yaşlılık politikaları: Türk aile yapısı büyük oranda, evli ve çocuklu aileler üzerine kuruludur. Üç kuşağın bir arada yaşadığı aile yapıları da yaygın olarak görülmektedir. Bu nedenle Türkiye’de yaşlılığın, aile yapısı sorunlu değilse, aile içinde çözümlendiği görülmektedir. Fakat şehirlere göçle birlikte görülen ailenin çekirdekleşmesinin, yaşlı nüfus üzerinde olası sonuçları söz konusudur. Bunlardan ilki aile içindeki işbölümünde yaşlıların işlevsiz kalması; ikincisi yaşlıların işlevsiz kalması ile birlikte iç göç sürecinin de dışında kalması ve yalnızlaşması; üçüncüsü de Türkiye’de geleneksel olarak yaşlıların bakımı ve korunması konusunda tampon kurum niteliğinde olan ailenin giderek bu özelliğinden uzaklaşmasıdır. Tüm bu gelişmeler bir kez daha Türkiye’nin önümüzdeki dönemde en önemli sorun alanlarından birisinin yaşlılık sorunu olacağını düşündürmektedir.
Sosyal güvenlik şemsiyesinin altında olan bireylerin zaten emeklilik ve sağlık hizmetleri güvenceleri mevcuttur. Hiçbir sosyal güvenlik koruması olmayan bireyler için, 65 yaş üstüne verildiği için “65 aylığı” olarak bilinen bir emeklilik ödemesi söz konusudur. Bunun dışında, yaşlılık dönemlerinde kaliteli bakım almak için yaşlı bakım evleri, huzur evleri vb. söz konusudur.
Çocuk politikaları: Cumhuriyet Dönemi’nin ilk 20 yılında pro-natalist yaklaşıma uygun olarak bir dizi yasa yürürlüğe girmiştir. 1929 yılında beşten fazla çocuğa sahip aileler yol vergisinden muaf tutulmuş, sonrasında 1930 yılında altı ve daha fazla çocuklu ailelere madalya verilmesi uygulamasına başlanmıştır. 1960’lara gelindiğinde hızlı nüfus artışı, pro-natalist politikaları terk etmeyi gerektirdiğinde, ilk kez nüfus planlamasından söz edilmeye başlanmıştır. Mayıs 1983’te, anti-natalist politikalar içeren birinci nüfus planlaması hakkındaki kanun revize edilmiş ve daha liberal ve kapsamlı bir kanun olan 2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun kabul edilmiştir. Bu yasanın 5. maddesine göre gebeliğin 10. haftasına kadar olan gebeliklerin istemli düşük ile sonlandırılması; 4. maddesine göre ise hem kadınlar hem de erkekler için sterilizasyon yapılması yasal hale gelmiştir. 1923’ten günümüze alınan bu yolda, nüfusun yaşlandığının ve nüfus artışının durağanlaştığının görülmesinden sonra 2010’lu yıllarda yeni bir yol ayrımına gelinmiş gibi görülmektedir. Yeniden nüfus artışının dillendirildiği bir dönemden geçilmektedir.