AİLE EKONOMİSİ - Ünite 8: Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 8: Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm
Giriş
Küreselleşme, daha önce de pek çok kez ifade edildiği gibi zaman ve mekân farkının yok olduğu bir dünya anlamına gelmektedir. Küreselleşmenin en önemli dinamiği Avrupa kıtasından kaynaklanan kapitalizmdir. Küreselleşme, kapitalizmin alt yapısı ve üst yapısı ile dünyaya yayılması olarak da tanımlanmaktadır. Türk toplumunun kapitalizmin merkez ülkelerine özgü üretim ve tüketim kalıplarına ulaşma mücadelesi yüz yıldan uzun zaman alan ve hâlâ devam etmekte olan bir süreçtir. Ülkemizin sanayi toplumuna dönüşme süreci artıları ve eksileri ile tartışılmaktadır. Bu ünitede, değişen dünya koşullarının Türkiye’ye nasıl yansıdığı ve gelecekte Türkiye’yi ve içinde yaşayan aileleri nelerin beklediği konusunda doğru tahminler yapmayı elverişli kılan bir düşünce zemini oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Küreselleşme ve Anadolu’da Yaşanan Toplumsal Dönüşüm
İletişim ve ulaşım olanakları çeşitlendikçe ve hız kazandıkça toplumsal dönüşüm baskısı artmaktadır. Toplumsal yaşam, akıp giden zaman içinde değişim geçirmektedir. Bugünün koşullarının ortaya çıkışında, geleceğin planlanmasında tüm insanlığın katkısı bulunmaktadır. Bilim adamlarının pek çoğu, modern çağla (15. yüzyıldan sonra) birlikte küresel güçlerin etkisini artırdığını kabul etmektedir. Avrupa toplumları 16. yüzyılın başından itibaren büyük ve hızlı bir dönüşüm sürecine girmişlerdir. Avrupa kıtasında yaşanan gelişmeler Anadolu insanını, (1071, yılından sonra ise Anadolu’da yaşamaya başlayan Türkleri) tarih boyunca etkilemiştir.
yüzyılla birlikte dengelerin Batılı ülkelerin lehine doğru değişmiştir. Batı ülkeleri, kendi güçlerinin farkına vararak tüm dünya kaynaklarını kendi sistemlerini sürdürmek amacı ile kullanmayı amaçlamışlardır. Doğu ülkeleri ise Batılı ülkelerin sahip oldukları bu olanaklara erişmeyi kendilerine amaç edinmişlerdir. Bir üst gruba geçme, teknolojiye yetişme ve toplumlara refah götürme konusunda Avrupa kıtasından kaynaklanan iki farklı sistem 1990lı yıllara kadar dünya sistemi olma iddiası ile rekabet içinde olmuşlardır. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin ardından sosyalist sistemin düşüşe geçmesi ile kapitalist sistem var olan yerini güçlendirmeye başlamıştır. Bu serüvende Türkiye, 19.yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında kendi kapitalist piyasa mekanizmasına geçiş sürecini başlatmıştır. Osmanlı Dönemi’nden itibaren reformcu kadrolar toplumsal dönüşümün sağlanmasında aile kurumuna büyük önem vermişlerdir. Toplumsal dönüşümün aileden, aile içinde kadın ve erkek arasındaki demokratik ilişkilerden başlaması gerektiğini görmüşler ve kadının kamusal alanda görünür kılınması için gerekli yasaları çıkarmakta Avrupa ülkelerinin gerisinde kalmamışlardır. Bu bağlamda, bu ünitede Türk toplumunun kapitalist sisteme entegrasyonu ve yol açtığı toplumsal dönüşüm ele alınmıştır. Türk ailelerinin içinde yaşadıkları siyasal, ekonomik ve kültürel çerçevenin ortaya çıkış süreci ve sonuçları tartışılmıştır.
Osmanlılar ve Kapitalizmin Yörüngesine Giriş
Kapitalizmden önce Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonominin temeli tarıma dayanmaktadır. Osmanlı’da üretim, miktar ve kalite açısından yetersiz olmakla birlikte halkın gereksinimini karşılamakta yeterlidir. Ancak bir üst aşamaya geçme konusunda, yani dışarıdan gelen hammadde isteklerini karşılamak konusunda oldukça sıkıntı yaşanmaktadır. Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşımı, kendisinden önce gelen Bizans ve Doğu Roma örneklerine benzerlikler göstermektedir. Bu süreçler incelendiğinde, aşağıda sözü edilen uygulamaların sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Bizans imparatorları iktidarın meşruiyetini korumanın yolunu bulmuşlardır.
- Bağımsız köylülerin her yıl ödemeleri gereken verginin aksatılmadan ödenmesini sağlamak,
- Ticaret, etkin bir vergilendirme ve ülke sınırlarının serbest ticarete kapatılması yolu ile merkezi otorite tarafından kontrol altına almak,
- İktisadi artığın yeterli bir bölümünü saraya aktarmak.
Ancak bu uygulamaların süregelen bir şekilde yürütülmesi, sıklıkla, imparatorluk topraklarının küçük birimler halinde dağılmasına neden olmasına yol açmıştır.
\18. yüzyıl, Osmanlı tarihinde Avrupa’nın teknik, kültürel, askeri, siyasi, toplumsal ve ekonomik baskısının başladığı yüzyıldır. 1774 yılına kadar Osmanlı İmparatorluğu bazı yenilgilere uğramış ve elverişsiz antlaşmalara imza atmak zorunda kalmış olmakla birlikte halen Orta Doğu’ya egemendir. Batılılara göre, Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa ve Asya arasında varlığı kabul edilmek zorunda olunan bir aracı görevi üstlenmektedir. Ancak Batılılar dünya kaynaklarının kontrolünde Osmanlı’nın oynadığı bu aracı rolü azaltmak istemektedir. Avrupalılar ticari işlemlerin yürütülmesini kolaylaştıracak hukuki yapının Osmanlı ülkesinde kurulmasını istemektedirler. Bunun bir yolu Osmanlı kanunlarından muaf ayrıcalıklı bir grup yaratmak olmuştur. Yapılan anlaşmalar, yabancıların Osmanlı ülkesindeki elçiliklerine kendi uyruklarından olan topluluklar içindeki ticari işleri yönetme ve hukuki sorunları çözme hakkı vermektedir. Böylece Avrupa devletlerinin elçiliklerine hükümranlık hakları veren ve kendi ülkelerinin pasaportlarını taşıyanları himaye etmelerini sağlayan bir sistem oluşturulmuştur. Diğer bir yol ise var olan hukuki ve kurumsal yapının toptan değiştirilmesidir. Her iki yol da amaca ulaşabilmek için etkin bir şekilde kullanılmıştır Osmanlı ekonomisini kapitalist dünyayla bütünleştiren mekanizmalar ticaret, borçlanma ve yerli işgücü istihdamına yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarıdır. Ticaret. 1838 yılında İngiltere ile yapılan Balta Limanı Ticaret Antlaşması, yabancı tüccarlara avantajlar sağlayarak, İmparatorluk içinde toplumsal çözülmenin ve işsizliğin ortaya çıkış koşullarını hazırlamıştır. Geleneksel işbölümünün yıkılması ile birlikte yeni ekonomik faaliyetler ve yeni toplumsal gruplar ortaya çıkmıştır. Bu durum çeşitli dengesizliklere yol açmıştır. Liman şehirleri canlanırken iç bölgeler geri kalmakta, gelir dağılımı açısından bölgeler ve insanlar arasında uçurum doğmaktadır. Ayrıca toplum içinde dini ve etnik farklılıklara dayanan bir bölünme yaşanmaktadır. İmparatorluk içinde yönetici kadro yoğun çözüm arayışları içindedir. Bir grup var olan yapıyı koruyan restorasyoncu bir yaklaşımı benimsemiştir. Daha radikal kanat ise toptan değişimden yanadır. Siyasi ve ekonomik yapısı ile Avrupa toplumlarında yaşanana benzer bir toplumsal dönüşüm, elit bir tabaka eliyle gerçekleştirilmek istenmektedir. Bu iki grup arasındaki mücadele, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu ve Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti’nin doğuşunu hazırlamıştır. Ulusal bir kapitalizm yaratılmasının karşısındaki en çetin engel, Osmanlı burjuvazisinin sahip olduğu özelliklerdir. Bu sınıf sanayide değil ticarette ve özellikle dış ticarette uzmandır. Bu nedenle komprador bir nitelik taşımaktadır. Genellikle Gayri-Müslim (Rum, Yahudi, Levanten, Ermeni) unsurlardan oluşmaktadır. İstanbul, İzmir, Selanik gibi büyük ticaret merkezlerinin dış bağlantılarının savaş nedeni ile aksaması, bu bölgelerin gereksinimlerini karşılamak üzere Anadolu’ya yönelmelerine neden olmuştur. Böylece ilk kez Anadolu çiftçisi metropol tüketicileri için (yani büyük boyutlu ulusal piyasa için) üretmeye başlamıştır. 1913’ten sonra radikal reformcu İttihatçı kadrolar iktidarı 1918’e kadar tam anlamı ile ele geçirmişler ve savaş ortamının yarattığı aşırı kâr fırsatlarına, Müslüman, Türk, milli burjuva kesimi yaratmak amacıyla göz yummuşlardır. Yönetimdeki ittihatçı kadroların çabaları ile gerçekleştirilen 1913 ve 1915 sanayi sayımları, kimi eksik yönlerine rağmen, dönemin sanayi yapısı ile ilgili bilgi vermektedir. 1915 sanayi sayımına göre, imparatorluk sınırları içinde 10’dan fazla işçi çalıştıran 264 fabrika bulunmaktadır. Bunların yarıdan fazlası İstanbul ve çevresinde yer almaktadır. Daha sonra İzmir ve Bursa gelmektedir. Bu verilerden sanayi tesislerinin dar bir coğrafyada yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. 214 fabrika tek kişi mülkiyetinde, 28 fabrika ise çok sermayelidir. Fabrikaların 22’si devlet mülkiyetindedir. Devlet fabrikalarının çoğu tekstil işletmeleridir. Veriler mülkiyetin etnik ve dinsel dağılımı ile ilgili bilgi elde etmeye uygundur. Verilere göre özel mülkiyete ait fabrikalardan 42’si ya da yüzde 19.6'sı, Müslümanlara aittir. Geri kalan 172 fabrika ya da fabrikaların yüzde 80.4 ü Gayri-Müslim'lere aittir. Bu veriler, neden Müslüman ve Türklerin denetiminde bir sanayi hareketinin geliştirilmesi hedefinin 1908’den beri var olduğunu da açıklamaktadır.
Cumhuriyet Dönemi ve Kapitalizme Entegrasyon Süreci
Cumhuriyet Dönemi’ni, iktisat politikalarında ortaya çıkan köklü değişimler ya da dünya konjonktürünü etkileyecek kadar önemli siyasal olaylar göz önüne alınarak alt dönemlere ayırmak mümkündür.
- Liberal Ekonomi (1923 – 1929).
- Devletçilik (1930-1938)
- Savaş Yılları ve Radikal Devletçilik (1939-1945)
- Dünya Ekonomisi ile Farklı Bir Eklemlenme: Tıkanma ve Yeniden Uyum (1946-1960)
- Planlı Ekonomi (1961-1980)
- Yeniden Liberalizm (1980 ve Sonrası)
1923 yılı geri dönüşü olmayan bir siyasi devrimi temsil etmektedir. Bürokratik aristokrasi iktidardan kesinlikle uzaklaştırılmıştır. Ancak ekonomik anlamda 1923 ve 1929 arasındaki yıllar tamamen Osmanlı Dönemi’nin devamı niteliğindedir. Savaş yıllarında kısmen uygulanan Milli İktisat görüşü bu döneme de hâkimdir. Milli İktisat Okulunun korumacı ve sanayileşmeci politikaları Lozan Barış Antlaşmasının bağlayıcı hükümleri nedeni ile 1929 yılına kadar uygulanamamıştır. Ancak aynı okulun kalkınmanın temel mekanizması olarak devlet desteği ile milli burjuvazi yetiştirilmesi yaklaşımı döneme damgasını vurmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki iktisat politikalarını belirleyen önemli bir etken de Lozan Barış Konferansı’nın ekonomik yaşamı etkileyen maddeleridir. Bu antlaşmaya bağlı olarak Türkiye Osmanlı borçlarının önemli bir bölümünü devralmış ve hayli yüklü olan ilk taksiti 1929 yılında ödemeye başlayacağını kabul etmiştir. Bu antlaşmaya ek olarak imzalanan ticaret sözleşmesi ile Türkiye 5 yıl süreyle dışarıya karşı uygulayacağı iktisat politikalarını dondurmuş ve 1916 Osmanlı Gümrük Tarifesi'ni sürdürmeyi kabul etmiştir. Tüm bu hükümler gümrük gelirlerini arttırma ve sanayiyi dış rekabetten koruma konusunda yeni Cumhuriyet’in elini kolunu bağlamıştır. 1930-1938 dönemi iktisat politikaları bakımından daha önceki dönemlerden tamamen farklı bir yaklaşımı temsil etmektedir. Sistematik ve tutarlı bir model olarak korumacı ve devletçi politikaların sanayileşmeyi hedefleyerek ilk kez birlikte uygulanması 1930’lu yıllarda başlamıştır. Bu politikalarla Türkiye’de ilk sanayileşme hamlesi gerçekleştirilmiştir. İş dünyası, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte tamamen farklı bir ortam içine girmiştir. Savaş koşulları ile baş edebilmek için ilan edilen Milli Savunma Kanunu devletin ekonomik faaliyetlere müdahale gücünü¨ çok arttırmıştır. Türkiye’nin modern iş adamı sınıfının ortaya çıkış süreci savaş zamanından kaynaklanan güçlüklerden ve bu döneme özgü politikalardan etkilenmiştir. Ekonomiyi kontrolde güçlük çeken devlet, işadamı topluluğuna karşı giderek artan bir güvensizlik ile yaklaşmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içindeki radikal kanadın iktidarı devralması ile devlet ve iş dünyası arasındaki gerilim daha da artmıştır. Söz konusu gerilimi şiddetlendiren iktisat politikası uygulamalarından birisi 1942’de yürürlüğe giren Varlık Vergisi’dir. Bu vergi ulusal burjuva yaratma hedefine hizmet etmiş ve önemli miktarda zenginlik kaynağının Gayri-Mu¨slim'lerden, Müslümanlara geçmesine neden olmuşsa da iş âlemi üzerinde yol açtığı manevi yıkım, elde edilen maddi kazançların faydasını kısıtlamıştır. 1946 yılı, Cumhuriyet Türkiye’sinde hem siyasi hem de iktisadi anlamda önemli dönüşümlerin yaşandığı bir yıldır. Türkiye tek parti rejiminden, çok partili rejime geçmiş, 14 Mayıs 1950’de seçim yolu ile Cumhuriyet Halk Partisi, iktidarı Demokrat Parti’ye bırakmıştır. 1946 yılının iktisadi bakımdan önemi ise on altı yıldır devam eden kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının terk edilmesidir. Bu dönemde dış ticaret rejiminin serbestleşmesine bağlı olarak iç pazarı hedefleyen sanayileşme ve kalkınma politikası yerini dış pazara dönük, tarıma, madenciliğe, alt yapı yatırımlarına ve inşaat sektörüne öncelik veren bir kalkınma anlayışına bırakmıştır. Türkiye’nin toparlanma çabaları, küresel ekonomide likidite sıkıntısının yaşanmadığı bir döneme denk gelmiştir. 2002’den sonra sürekli ve hızlı bir büyüme sürecine girilmiştir. Ancak bu büyüme süreci, ulusal ve bağımsız bir kapitalizmden yana olan bilim adamlarını endişelendiren özelliklere sahiptir. Büyüme sürecinin ana kaynağı çok yüksek faizlerle Türkiye’ye gelen yabancı finansal sermayedir. Spekülasyona dayalı bir büyüme söz konusudur. Türkiye’deki yüksek faiz haddi, kısa dönemli yabancı sermayeyi çekmekte ve yabancı para bolluğu ise Türk Lirasının aşırı değerlenmesine neden olmaktadır. Ucuz döviz, hem tüketim mallarında hem de yatırım mallarında ithalat patlamasına neden olmaktadır. Tüm bu gelişmeler dış açığın ve yabancılara olan borcun yükselmesine neden olmaktadır. 2008 ortalarında Türkiye’nin cari açığı 40 milyar doları yani GSMH’nin yüzde 7.5’ni aşmıştır. Şüphe duyulan büyümenin diğer bir özelliği, istihdam artışına yol açmıyor oluşudur. Hızlı büyüme oranlarına, işgücüne düşük katılım ve yüksek işsizlik oranları eşlik etmektedir. Krizden sonra işsizlik oranları yu¨zde 10’ları aşmış ve hiçbir zaman kriz öncesi seviyelere inmemiştir. Ucuz ithalat bolluğu karşısında Türkiye yabancı ekonomilerin ürettiklerini borçlanarak tüketmeye başlamış ve yerli üretimin katma değeri du¨şmu¨ştu¨r. Yeldan’a göre yüksek cari işlemler açığı ve yüksek işsizlik, hızlı büyüme bilmecesinin soru işaretleridir.
Aileye Ekonomik Yaklaşım ve Türkiye Örneği
Modernleşme sürecinde değişen Türk aile yapısı, hiçbir zaman Batı ülkelerindeki aile yapısının birebir kopyası olmamıştır. Milli aile, çekirdek aileye benzese de daima yerel ve genel kültürün bir parçası olarak kabul edilmiştir. Türk modernleşmesinde kadına kurtarıcı gibi simgesel bir rol verilmiştir. Cumhuriyet kurulur kurulmaz kadın hakları da yasallaşmıştır. Türkiye’nin diğer İslâm ülkelerinden farklılığı özellikle kadınların eğitimi konusunda belirgindir. Kadınlara sağlanan haklar ve kadın eğitimine verilen önem eski rejimin parçalanmasında stratejik öneme sahip kilit bir öğedir. Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nden beri var olan ve dünya feminizmine paralel davranan Türk kadın hareketi, özellikle 1980’lerden sonra kadın haklarını takip konusunda daha kararlı, daha etkili bir yapı kazanmıştır. Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950’li yıllara kadar ülke içinde büyük boyutlarda bir toplumsal hareketlilik yaşanmamıştır. 1950’li yıllarla birlikte modern sanayinin ilk örnekleri büyük şehirlerde yükselmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası patlayan nüfus, tarımsal üretimde kullanımı yaygınlaşan traktörün yol açtığı gizli işsizlik problemi, şehirlerin istihdam olanakları açısından cazibe merkezi haline gelmesi gibi gelişmeler birleşerek köyden kente göçü uyarmıştır. 1950’li yılların kentleşmesi ile birlikte kapitalist orta sınıfın yaşam tarzına sahip aile sayısında artış başlamıştır. Orta tabakanın yaşam tarzı uluslararası ve ulusal düzeyde birbirine benzemeye başlamıştır. Sanayileşme, dayanıklı ev eşyalarının ve elektrikli ev aletlerinin üretiminde hız kazanmış, kapitalizmin merkezindeki ülkelere özgü tüketim kalıpları özellikle 1970’lerden sonra tüm topluma yayılmaya başlamıştır. Türkiye’de, 2005 yılında, 16-19 yaş grubunda evlenen kadınların oranı, evlilik yapan kadınların yüzde 25.7sini oluşturmaktadır. İstanbul gibi büyük şehirlerde daha az olmakla birlikte Türkiye’de kadınlar arasında erken yaşta evlilik yaygındır. Karı koca arasındaki yaş farkı yüksektir. Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu gibi geleneksel değerlerin yaygın ve eğitim seviyesinin düşük olduğu bölgelerde yaş farkı Türkiye ortalamasının üstüne çıkmaktadır. Türkiye’de kadınların yüzde 65.1’nin 24 yaşından, yüzde 93.3’u¨nu¨n ise 29 yaşından küçük yaşlarda evlendikleri görülmektedir. İstanbul, Ankara, İzmir gibi şehirlerde ilk evlenme yaşı yükselme eğilimindedir. 18 yaşından küçük yaşta evlilik yapan bireylerin oranı, kentsel kesimde kırsal kesimden daha düşüktür. Erken yaş evlilikleri önemli bir toplumsal sorundur. Erkenden evlenip dul kalan kadınların sayısının çokluğu da problem yaratan bir durumdur. Çoğunluğu sosyal güvenceden yoksun dul kadınlar toplumun en dezavantajlı kesimi olarak birilerinden ya da devletten yardım almak zorundadırlar. Japon araştırmacı Murakami, ABD, Japonya ve Türkiye’yi toplumsal gelişme, kadının aile içindeki rolünün değişimi ve aile yapısı açısından kıyaslayan bir makale yazmıştır. Batılı bir toplum olan ABD’yi, Batılı olmayan Japonya ve Türkiye ile karşılaştırmaktadır. Ayrıca gerek Japonya gerekse Türkiye, ABD’ye kıyasla kapitalizme entegre olma sürecine gecikerek başlamış iki ülkedir.