AİLE EKONOMİSİ - Ünite 4: Aile Ekonomisi ile İlgili Öncelikli Araştırma Alanları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: Aile Ekonomisi ile İlgili Öncelikli Araştırma Alanları
Giriş
Nüfus sayımlarından elde edilen bilgiler, dünya nüfusunun arttığını, azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde daha çok insanın yaşadığını, ailedeki insan sayısının azaldığını, bireylerin daha uzun yaşadığını, daha az evlendiğini, daha az çocuk sahibi olduğunu göstermektedir. Değişim sayılar aracılığı gözlenebilir hale geldiğinde, doğal olarak değişimin nedenleri de araştırma alanı içine girmektedir. Bu değişim ve dönüşümün nedenleri ve sonuçları, sosyoloji, antropoloji, tarih, demografi ve ekonominin aralarında bulunduğu pek çok bilim dalının ilgisini çekmektedir.
Demografik Dönüşüm ve Aile Yapısı
Demografi, insan nüfusundaki artış ve azalışları, onun yapısındaki değişimleri incelemektedir. “Bu yıl kaç kişi doğdu”, “kaç kişi öldü”, “doğanların veya ölenlerin kaçı kadın kaçı erkekti”, “bu insanlar ne kadar yaşadılar, kaç yıl okula gittiler”, “ne zaman evlendiler”, “kaç çocuk sahibi oldular” gibi sorular demografinin konuları içine girer. Nüfus gibi bir kitlenin gelişimini takip etmenin ilk adımı, kitlenin büyüklüğünü takip etmektir. Nüfus sayımları, bu amaçla bilgi toplamak için yapılan araştırmalardır. Dünya’da yaşayan insan sayısı, sadece 20.yüzyılda, yaklaşık 4,5 milyar artmıştır. Artış hızı 1960’lardan itibaren hız kesmiş olmasına rağmen, diğer bir ifade ile daha düşük oranlarla artıyor olmasına rağmen, dünyada yaşayan insan sayısının 2050’lerde 9 milyarı aşması beklenmektedir (Şekil 4.1). Bir bütün olarak bu büyüklükte bir kitlenin dünyanın kendisine ve diğer yaşayanlara etkisi bir araştırma alanı olarak ortaya çıkmaktadır. Bu büyüklükte bir insan nüfusunun yiyecekleri, içecekleri, nefes almaları (Dünya üzerindeki insanların sadece nefes alışının ve CO2 (karbondioksit) verişinin bile küresel ısınmada bir katkısının olduğu iddia edilmektedir), barınmaları, eğlenmeleri, yaşadıkları şehirleri, atıkları, hatta cinsiyet veya yaş dağılımı ve bütün bunların sonuçları ayrı ayrı araştırma alanı haline gelmiştir. Nüfus hakkında elde edilen bu genel bilgilerin daha da ayrıntılandırılması mümkündür. Bir değişkenin zaman içinde seyrinin izlenmesi geleceği tahmin edebilmeyi sağlar. Böylelikle geleceği planlamak ve kontrol etmek mümkün olabilmektedir. Nüfus artışı, sınırları belli bir alanda yaşayan insan sayısının iki zaman dilimi arasındaki pozitif farkıdır. Diğer taraftan negatif fark ise nüfus azalışı olarak yorumlanmaktadır. Fark söz konusu bir yıllık süre içinde ölümlerin ve/veya yeni doğanların olmasından ya da insanların başka bir yerde yaşamayı seçmesinden yani göçten kaynaklanabilir. Doğumlarla ilgili süreç “doğum istatistikleri”, ölümle ilgili veriler “ölüm istatistikleri”, göç ile ilgili veriler “göç istatistikleri” aracılığı ile takip edilmektedir. Doğum, ölüm ve göç, nüfus değişmelerinin temel üç nedenini oluşturmaktadır. Doğal olarak, bir başka gezegene göç söz konusu olmadığı sürece, sadece doğum ve ölüm istatistikleri aracılığı ile inceleme yapılabilmektedir. Bu durumda, Dünya nüfusu açısından, nüfustaki değişmenin iki kaynağı olmalıdır: Doğumların artışı yani doğum oranının artışı ve ölümlerin azalışı yani ölüm oranının düşüşü. İki zaman dilimi arasında kadın başına canlı doğum miktarına doğurganlık oranı adı verilmektedir. Tüm Dünya’da doğum oranı düşmekle birlikte kadın başına doğum oranı sıfır’ da değildir. Diğer bir ifade ile nüfus artış hızının düşmesi belli ülkeler hariç toplam nüfusta azalma yaratmamaktadır. Sadece nüfusun giderek daha yavaş bir hızla büyümesine neden olmaktadır. Dolayısıyla dünya nüfusu da azalmamaktadır. Bununla birlikte artış içinde doğum oranlarından kaynaklanan pay azalmaktadır (Şekil 4.3). Dünya nüfus artışının olası ikinci kaynağı ölüm oranlarıdır. Dünya nüfusunun artması için ölüm oranlarının düşmesi beklenmelidir. Son elli yılı aşan süreçte, ölüm oranları hızlı bir düşüş göstermektedir (s:74, Şekil 4.4). Bunun Avrupa ve Kuzey Amerika'da daha yavaş olmak üzere bütün Dünya'da ortak olduğu da gözlenmektedir. Ölüm oranlarının düşüşü insanların daha uzun süre yaşadıklarını ve daha uzun süre Dünya’da kaldıklarını göstermektedir. Nüfusun yapısı ile nüfusun çeşitli niteliklerinin dağılımı kastedilmektedir. Örneğin nüfusun meslek yapısı, eğitim yapısı, etnik nitelikleri gibi, yaş ve cinsiyet dağılımı nüfusun yapısal nitelikleri arasında sayılabilir. Nüfusun yaş olarak dağılımı bağlamında, nüfusun yaşlanması; nüfusun kendisini üretme, yenileme mekanizmasının iyi çalışmadığını göstermektedir. Yenilenmeyen yani yeni doğanlarla yaşlılarının oranı dengelenmeyen bölgelerin karşılaştıkları ilk sorun, nüfus artışının düşmesi, sonrada durmasıdır. İkinci sonucu da, çalışma çağı içindeki nüfusun azalışıdır. Çalışma çağı içinde nüfus, toplam nüfusu beslediği için, “nüfusun yaşlanması”, nüfusu besleyen grubun eridiğini de göstermektedir. Yaşlanan nüfusun bir diğer etkisi sosyal güvenlik sistemi üzerinde olmaktadır. Sosyal güvenlik sistemi, hali hazırda çalışanların ödediği primlerle, henüz çalışmayan gençlerin ve geçmişte çalışanların maaşlarının, sağlık harcamalarının ödendiği bir sistemdir. Bu nedenle, sosyal güvenlik sisteminin kendini finanse etmesi, çalışan nüfusun diğer iki gruptan yüksek olmasına bağlıdır. Nüfusun demografik özelliklerinin değişmesi ailenin büyüklüğünde ve bileşiminde değişikliklere neden olmaktadır. Ailenin yapısındaki değişiklikleri araştıran bilim dalı olarak aile demografisi şu konularla ilgilenmektedir:
- Ailenin ve hane halkının büyüklüğünün, bileşiminin tanımlanması
- Aile ve hane halkı oluşumun demografik belirleyenlerinin analizi
- Demografik davranış üzerinde aile ve hane halkı bileşiminin etkisinin analizi
- Hane halkı büyüklüğü ve sayısı üzerine projeksiyonlar
Sanayi devriminden önce, Avrupa’da yaygın olarak görülen aile yapısı birkaç kuşağın (örneğin dede, oğul, torun) bir arada yaşadığı geniş aileydi. 1960’lar ve 70’lerde sosyologlar ve aile demografisi ile uğraşan bilim adamları, sanayi devrimi ile birlikte bu aile yapısının sadece ebeveynler ve evlenmemiş çocuklardan oluşan çekirdek aileye dönüştüğünü savunuyorlardı. Bir grup araştırmacı, aile büyüklüğünün küçülmesini tetikleyen sebebin ekonominin sanayi üretim tarzına dönüşmesi olduğunu ileri sürmüştür. Bu bakış açısına göre geniş aile yapısı tarımsal üretim tarzından kaynaklanmıştı. Tarım toplumu, bir çiftlik üzerinde baba ile birlikte yaşayan pek çok bireyden ve onların eşleri ve çocuklarından oluşan bir yapıya ihtiyaç duyduğu için, geniş ailelerin tarım üretim tarzıyla birlikte görüldüğü iddia ediliyordu. Ekonomik sistemin sanayileşmeyle birlikte dönüştüğü her yerde, geniş ailenin gerektirdiği akrabalık bağlarının çözülerek çekirdek aileye dönüştüğü de gözleniyordu. Bu nedenle sanayileşmeyle birlikte, birlikte yaşama kültürü bireysel yaşama kültürüne dönüşmüştü. Ruggles’a göre, aile yapısının değişmesi ve toplum içinde çekirdek aile yapısına dönüşümüne, öncelikle insan ömrünün uzaması, eğitim alınan dönemin giderek artması, evlilik ve doğum yaşının ötelenmesi neden olmuştur. Bu dönüşüm çekirdek aile de bitmiş değildir. Bu demografik faktörler, tek ebeveynli aileler, akrabalık ilişkilerinin sıcaklığının azalması gibi dönüşümün devam etmesine neden olmaktadır. Sonuç olarak, bu demografik değişkenlerle aile kurumu arasındaki ilişki ve etkileşim süreci devam etmektedir. İnsan ömrü, 20. yüzyıl boyunca hemen her ülkede uzamıştır. İnsan ömrü ifadesi ile bir insanın değil bir insan topluluğunun ortalama yaşam uzunluğundan söz edilmesine rağmen, kullanılacak bilgi bireylerin ölüm istatistikleri aracılığı elde edilmektedir. Ölüm istatistikleri, ölen bireyin nerede, hangi nedenden, kaç yaşında öldüğü gibi bilgileri içermektedir. Bu bilgi de bilim adamlarına politika yapıcılara vb. kişilere, örneğin 1960’da doğanların genellikle kaç yaşlarında öldüklerini, neden öldüklerini, nerede öldüklerini bilme şansı verir. Doğumdaki yaşam beklentisi/ümidi endeksi, nüfus içindeki bireylerin yaşaması en olası zamanı gösteren bir endekstir. Bu endeks günümüzde pek çok ülke tarafından hazırlanmaktadır ve bu bilgi insan ömrünün gelişimini takip amacıyla kullanılmaktadır (Şekil 4.6). İnsan ömrünün uzaması, aile yapısını da değiştirmektedir. Daha uzun yaşamaları beklenen bireyler, evlilik yaşlarını, çocuk sahibi olma yaşlarını ertelemektedirler. Geç evlilik ve/veya geç çocuk sahibi olma, çocuk sayısının (doğurganlık oranının) düşmesine, o da nüfusun yaşlanması ile sonuçlanmaktadır. İlk doğumun gecikmesi ya da sağlık sektöründeki gelişmeler nedeniyle yaşayan çocuk sayısının artması, ebeveynlerin arzu ettiği çocuk sayısını değiştirmiştir. Çocuk sayısının düşmesi, belki de sanayileşmenin doğal sonucu olarak, her bir çocuk için yapılan yatırımı da artırmıştır. Sürecin birbirini doğuran, hareketlendiren yapısı, eğitim oranlarının yükselmesi ve kadının aile içindeki rolünün değişmesi ile de takip edilebilmektedir. Yüzyılın başından günümüze gelen süreçte, aile içindeki kadının rolündeki değişme, demografik ve ekonomik değişimle paralellik taşımaktadır. Kadının rolünün evin dışında yeniden tanımlanması, pek çok değişimin birlikte oluştuğu bir süreçte gerçekleşmiştir. Açıklamalardan biri kadınların toplumsal olarak görevleri kabul edilen ev işlerinden teknolojinin geliştirdiği ev aletleri nedeniyle kurtulmalarını içermektedir. Bu bakış açısına göre kadınlar ev dışında çalışmak için zamanı bu şekilde bulmuşlardır. Bir diğer bakış açısına göre hizmetler sektörünün ekonomide ağırlığının artışı, nispeten bedensel yükü az olan bu sektördeki işlerde kadın istihdamını mümkün kılmıştır. Kadının evin dışına çıkışı ek bir finansal kaynak yaratmış ve evliliğin ya da çocuk sahibi olmanın kadın açısından maliyeti de artırmıştır. Ayrıca insan ömrünün uzaması ve bilgi birikimin artması ile eğitimde geçen sürenin artışı, çocuklar için yapılacak yatırımları artırmış, bu da doğum sayısını düşürmüştür. Bu da belki de yüzyılın değer yargılarının temelden değişmesine neden olmuştur. Nedenleri her ne olursa olsun, ailenin yapısındaki ve kadının rolündeki bu değişmeyi evlilik oranlarından takip etmek mümkündür. Kaba evlilik oranı bir yıl içinde evlenenlerin nüfusa oranını gösterir. 1960-2016 arasındaki elli yıllık süreçte, farklı kıta ve gelişme düzeylerindeki ülkelerde, az ve çok oranlarda evlilik oranlarının düştüğü görülmektedir (Şekil: 4.8). Tüm Dünya'da sanki insanlar birlikteliklerini daha az kurumsal bir çerçeveye oturtur hale gelmektedirler. Aile yapısındaki değişim bundan ibaret de değildir. Aileyi oluşturan anne, baba, daha büyükler gibi düşünülen yapı da farklılaşmaktadır. Tek başına yaşayanlardan, sadece annenin ya da babanın olduğu tek ebeveynli ailelere, benzer cinslerin evliliklerine ya da evlilik dışı birlikteliklerin kanun önünde tanınır hale gelmesine ilk bakışta sayılabilecek bir çeşitlenme söz konusudur. Hatta farklı topluluklar içinde, çocuk sahibi olmanın da farklı biçimleri gözlenmektedir. Annenin, babanın kimliğini bilmediği sperm bankası örneklerinden, 2 ya da daha fazla çocuğa sahip olması ve annelerin, en az bir çocuklarının babasının hali hazırda birlikte olunan babadan farklı olduğu örneklere uzanan bu farklılaşma, genç doğurganlığı ile daha da çeşitlenmektedir. Bu çeşitliliğin içinde eğer bir yön olduğu varsayılırsa, ailelerin giderek artan oranda evlilik hukuksal birliği altında olmadığı söylenebilir. Ruggles’in bu konudaki yorumu ile “değişen ideal aile şekilleri değildir; ekonomik hayat, birlikte yaşam için alternatifleri artırmıştır” (Şekil 4.9). Çekirdek ailenin varlığı hem yaşlı hem de genç bireyler için, ya da toplumun sürekliliğini sağlayan çocuklar ve pek çok değer için en az maliyetli yöntemdir. Ailenin çeşitlenmesi ve çekirdek aileden daha küçük yapılara dönüşmesi, ailenin bazı fonksiyonlarının devlet tarafından üstlenilmesini gerektirmektedir. Diğer bir ifadeyle, toplumun istikrarını korumak için, geleneksel aile yapısının terk ettiği her noktada, kurumsal düzenleme ve kamusal fonlar boşluğu doldurmaya çalışacaktır. Yaşlı bireylerin bakımının sağlanması, geleneksel aile yapısının hâkim olduğu toplumlarda, aile içinde düşünülmektedir. Bu geniş yapıda, dedeler ya da anneanne ve babaanneler, ailenin ana karar noktalarından biri rolünde bulunmaktadırlar. Çekirdek aile yapısında ise, aile bağları geniş aile yapısına göre daha zayıf olduğu için, yaşlıların bakımı için ek düzenlemeler gerekecektir. Hele yaşlanan nüfuslara sahip ülkelerde, pek çok hiç evlenmeden ya da çocuk sahibi olmadan yalnız yaşamayı tercih ettiği için, çocukları ve torunları olmayacağı için bakımlarının mutlaka düşünülmüş ve kaynak ayrılmış olması gerekecektir.
Güvenli Bir Geleceğin Planlanmasında Aile ve Birey Yapısındaki Değişikliklerin Sonuçları
Dünya’da ekonomik olarak gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki gözlenen gelişmeler iki ayrı yolda gelecek için kaygıların oluşmasına neden olmaktadır. Gelişmekte olan dünyada, hızlı nüfus artışı, istikrarsız ekonomik ve sosyal çevrenin ortasında, sağlık koşullarındaki eksikliklerle yaşamını sürdüren ailelerin, çocukları üzerinde dezavantaj oluşturmasını engellemek gerekmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise, bireylerin yaşlanması, iki ebeveyne sahip ailelerin hatta onların koruyucusu gibi duran büyük anne ve büyük babalardan tek ebeveynli ailelere dönüşüm, geleceğin nesillerinin güvenlik kalkanlarının eksilmesi gibi algılanmaktadır. Bireylerin bu değişimin ortasında yalnız bırakılmasının gelecek nesillerin yaşamlarını etkileyecek bozulmalara neden olabileceği düşünülmektedir. Her iki ülke grubu içinde geleceğin daha iyi olması ümidiyle, ailelerin dezavantajlarının giderilmesi ya da gelecek nesillere bu dezavantajların aktarılmasının önlenmesi gerekmektedir. Bu ortak aklın gereği gibi görülmektedir. Özellikle azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, ailelerin dezavantajlarının kendi finans kaynakları ve öngörüleri ile hatta ülke kaynakları ile de giderilmesi zordur. Bu nedenle uluslararası örgütler aracılığı ile kaynak aktarımı yapılmakta ve proje kredileri kullanılmaktadır. Birleşmiş Milletler veya Sağlık Örgütü gibi uluslararası kuruluşlar veya çeşitli fonlar ve vakıflar aracılığı ile bu ülkelere yardım edilmeye çalışılmaktadır. Bu bakış açısından ilk araştırma alanı, gelişmekte olan veya az gelişmiş bu ülkelerdeki hangi problemli alanların öncelikli müdahale alanı olması gerektiğidir. Araştırmalar kadına, özellikle de hamile kadına bakım göstermenin, gelecek nesillerin yaşam kalitesini artırdığını iddia etmektedir. Bu nedenle Birleşmiş Milletler ve Sağlık Örgütü’nün destek programları arasında annenin hamileliği sırasında aşılanması, kalsiyum (tuz) almasına dikkat edilmesi, bebeğin ilk ayında beslenmesinin kontrolü gibi bazı temel alanlara müdahale bulunmaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise, ailenin bütünlüğünün boşalttığı her alanı, sosyal devlet politikaları ile doldurmak zorunda kalmak, kamu fonları için ciddi bir yük oluşturmaktadır. Sadece çocuklar için değil, gelişmiş ülkelerin yüz yüze olduğu kamu fonlarının kullanılması için bir başka zorunlu alanı göstermektedir. Engelliler, yaşlılar, çocuklar, vb. sorumlulukları giderek kamu fonları ve kamu hizmetleri ile yürütülen alanlar haline geldiği için, daha çok fon ihtiyacı ya da mevcut fonların daha verimli kullanılması temel çözülmesi gereken sorun olarak ortaya çıkmaktadır.
Aile Sağlığı ve Beslenmesinin Güvenli Sürdürülmesine Yönelik Araştırmalar
Ünlü iktisatçı Thomas Robert Malthus (1766-1834), 18.yy sonlarında “Nüfus’un Prensipleri Üzerine Araştırma” (An Essay on the Principle of Population) adlı çalışmasında insanların artış hızının yiyeceklerin artış hızından fazla olduğunu, insanların sayısı artmaya devam ederse yiyecekler için rekabetin kaçınılmaz olacağını belirtmiştir. Sonuçta da nüfus artışının ya evliliklerin sınırlandırılması aracılığı ile (önleyici kontrol) ya da insan sayısını yiyecek sayısına eşitleyen bir ölüm oranı ile (pozitif kontrol) kontrol edileceğini iddia etmiştir. Malthus’tan iki yüzyıl sonra, Malthus’un açlıkla insan nüfusunun azalışına ilişkin beklentisinin gerçekleşmemesi için, iki ayrı yoldan yürütülen çalışmalardan bahsetmek mümkündür. Yiyecek sayısının daha fazla artması için yapılan kimyasal, genetik ve ekonomik çalışmalarla; insan sayısının artış hızını kesmek için yapılan sosyolojik, biyolojik vb. çalışmalar sorunun bir yüzünü oluşturan insan sayısının yani nüfusun artış hızını kontrol amacıyla dünya üzerinde pek çok yöntem denenmektedir. Tek çocuğun hukukî bir zorunluluk olduğu ülkeler söz konusudur. Daha demokratik ülkelerde ise az sayıda çocuğa ikna etmek için yapılan aile planlaması uygulamaları, istemeden çocuk sahibi olmanın önlenmesi için doğum kontrol hapları, cinsel ilişki sırasında kullanılan araçlar vb. arasında nüfus kontrol çalışmaları devam etmektedir. Bu çalışmaların bir yan etkisi, nüfusun yaşlanması olarak ortaya çıkmıştır. Sorunun diğer yüzünü yiyecek ihtiyacı oluşturmaktadır. İnsan sayısının artışından daha fazla gıda üretme baskısının, insan sağlığı açısından zararlı bir noktaya gelmesi de mümkündür. Bir ürünün normalden hızlı büyümesi, tarım ürünlerine zarar veren böceklere karşı daha dayanıklı olması genetik teknolojileri aracılığı ile sağlanabilmektedir. Fakat genetik yapısı ile oynanmış ürünlerin insan üzerindeki uzun vadeli etkileri bilinmediği için bu ürünler üzerinde tartışma bulunmaktadır. Güvenilir gıda için genetik düzenlemeyi dikkate alan “güvenli (sağlıklı) gıda besin değerini kaybetmemiş, fiziksel, kimyasal ve mikrobiyolojik açıdan temiz olan bozulmamış gıda maddesi” gibi tanımlamalar yapılmaktadır. Yiyecek güvenliği bütün insanların, her zaman, aktif ve sağlıklı bir yaşamı sürdürebilmeleri için gereken yeterli, güvenli ve besleyici gıdaya fiziksel, sosyal ve ekonomik erişimlerinin olması anlamına gelmektedir. Dünya üzerindeki bazı bölgelerde zaman zaman temel maddelerin yetersiz üretimi ile sonuçlanan kıtlıklar görülmektedir. Bu nedenle beslenme konusundaki ilk problem temel besinlerin yeteri miktarda üretiminin sağlanmasıdır. Yetersiz beslenme, bütün olarak gıda tüketiminde bir eksiklik, hatta kalori ve protein alımında düşüklük olarak algılandığı için, açlık sınırında olan ülkeler de bu grubun içinde yer almaktadır. Yetersiz beslenme, yoksulluğun hem nedeni hem de sonucu olarak değerlendirilebilir. Fakirlik nedeniyle iyi beslenemeyen çocuklar, öğrenme güçlüğü çekmekte, büyük bir ihtimalle kötü bir sağlığa sahip olmaktadırlar. Birbirini takip eden bu çemberin kırılması hem birey, hem de gelişmekte olan ülkeler açısından önemlidir. Yetersiz gıda alımından kaynaklanan verem gibi bir hastalığın görülme sıklığı, insan yaşamının kalitesinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Özellikle Sahra-altı Afrika’sında verem vakalarının artmasında AIDS ile birlikte görülme ihtimalini de düşünmek gerekir. Bu sağlık sorunu, aynı zamanda ekonomik gücün eksilmesi ve ebeveyn kaybı anlamına gelmektedir. Bu bakış açısından gıda, şu anın ve geleceğin pek çok olası sorunuyla bağlantılı olduğu bir odakta yer almaktadır. İyi beslenmeyen anneler ve çocuklar, gelecek nesillerinin çalışma yeterliliklerini, yaşam sürelerini ve bir ülkenin azgelişmişliğini belirlerken, hem şu anki hem de gelecek kuşakların da sağlık sorunlarının (verem gibi) büyük oranda kaynağını oluşturmaktadırlar. Bir diğer açıdan ise, müdahale edilebilirse, bütün bu şu anki ve gelecekte sorunlar için, önemli mesafeler alınabilir demektedir. Fakat bu ülkelerin çoğu azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler olarak sınıflanmaktadır. Yani bu müdahaleyi yapacak kendi kaynaklarının olması zor bir ihtimaldir. Bu nedenle, müdahalenin şu anda yapılabilir olması ortak bir hareketi, Dünya kamuoyunun hareketini gerektirmektedir. Bu nedenle de farklı uluslararası kuruluşlar aracılığı (Birleşmiş Milletler’in çeşitli alt kuruluşları; UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu), FAO (Dünya Gıda ve Tarım Örgütü)) ile bu yapılmaya çalışılmaktadır.
Doğal Felaket ve Terör Olaylarının Yol Açtığı Kayıplar ve Çözümlere İlişkin Araştırmalar
20 yy. ister insan eliyle olsun ister doğanın kendi düzeninden kaynaklansın, insanlar için ciddi kayıpların olduğu bir yüzyıl olarak hafızalara kazınmıştır. Bu yüzyıla iki büyük dünya savaşı, birkaç nükleer kaza, büyük salgın ve sayısız deprem sığmıştır. Büyük felaketlerin, insanı korkutan olayların iki yönden maliyete sebep olma ihtimali vardır. İster deprem gibi doğadan kaynaklansın, ister nükleer bombalar, kazalar, terör olayları vb. insanın kendi kusurlarından kaynaklansın felaketler, olaydan hemen sonra ve çok sonra çalışmak üzere hazır ekipler gerektirmektedir. İkinci maliyet ise, felaketin kendisinden değil korkusundan kaynaklanmaktadır. Duygusal, sosyal ve finansal kayıplar, aile üyelerinin kaybı, kişisel sağlık, iş, ev, ev eşyası, araba, finansal gelirler, servet ve kişilerarası ve toplumsal düzeyde sosyal destek kaybı nedeniyle, insanlar gelecekleri düşünemez hale gelmektedirler. Bu korkunun ya da güven duygusunun onarılması bu olaylar karşısında hazırlıklı olmakla yakından ilişkili görünmektedir. Felaketler temelde belirsizlik içermektedirler. Doğal ya da insan eliyle oluşturulan felaketler veya terör olayları gibi geniş kitleleri ilgilendiren olayların çözümlenmesinde, birkaç basamak bulunmaktadır. İlk adım belirsizlikse, ikinci adım da önlemin kimin tarafından ve nasıl alınacağı olarak düşünülebilir. Belirsizlik analiz edilirse, araştırmalar felaket algısının (ya da risk beklentisinin), olayların sıklığı ve teknoloji ile değiştiğini göstermektedir. Felaketler için hazırlık yapabilecek iki ayrı grup söz konusudur; kendini risk altında hisseden birey ve kamu otoritesi. Hazırlıklı olmanın maliyeti, bu iki ayrı grup için farklıdır. Bireyler kendileri ve aileleri için, hazırlık yaptıkları zaman, şu anki gelirlerinden bir pay ayırarak bunu yapmaktadırlar ve daima gelecekteki kayıplarından çok daha az bir maliyeti olmaktadır. Kamusal düzeyde maliyetler ise, vergiler aracılığı ile finanse edilmektedir. Kamu otoritesi olarak da önlemler almak bazı zorluklar içermektedir. Bu noktada da, politikacılar (siyasi otorite) sınırlı sürelerle iktidara geldikleri için, örneğin “yüzyılın içinde bir defa” olma ihtimali olan bir felaketin olasılığını düşük tahmin edebilirler ya da ülkenin güncel pek çok problemi arasında şimdilik problem olmayan bir şeye dikkatlerini vermekte zorluk çekebilirler. Ya da felaketin büyüklüğü doğru tahmin edilemediği için, çok küçük ya da çok büyük bir yatırım yapabilirler. Karar alınmasını daha zorlaştıran bir unsur olarak kamuoyunu da düşünmek önemlidir. Her karar, vergi ödeyenlerin cebinden daha az ya da daha çok çıkan para aracılığı ile finanse edileceği için, her kararın aleyhinde ve lehinde kamuoyu (halkın görüşü) olacaktır. Önlem kararlarının alınması hem kişiler kendi kararlarını alırken hem de kamu otoritesi onlar adına karar alırken kolay olmamaktadır. Bu nedenle hem risklerin doğru tahmin edilmesi hem de yapılacak yatırımın büyüklüğünün tahmini, hem de bu yatırımın ne kadarının bireyler ne kadarının onlar adına devlet tarafından yapılacağına karar verilmesi, insan topluluklarının geleceği açısından araştırma alanlarıdır. Kamu müdahale alanının büyümesi, daha büyük kamu finansmanı sorununu da beraberinde getirmektedir. Gelişmekte olan ülkeler de alt yapı yatırımlarının yapılması, şimdikilerin ve gelecek nesillerin yaşam kalitelerinin geliştirilmesi açısından gereklidir. Fakat finansmanın sadece ülke kaynakları ile sağlanması mümkün görülmemektedir. Gelişmiş ülkeler açısından ise, zaten büyük olan kamu hizmet alanının, yaşlanan nüfus nedeniyle daha büyük kaynağa ihtiyacı söz konusudur. Dolaylı olarak gerek gelişmiş gerek gelişmekte olan ülkelerde olsun finansman sorunları, kamu hizmet alanlarının genişlemesinin önündeki temel engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de kamu finansmanının sağlanması ve bunun sürdürülebilir olması geri plandaki asıl araştırma alanıdır.