AİLE SOSYOLOJİSİ - Ünite 4: Aile, Kadın ve Doğa Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: Aile, Kadın ve Doğa
Giriş
Kadının eşitsiz, mülksüz ve sömürüye açık konumunun temelinde doğa ile ilişkisi yatar. Kadın sömürüsünün temelinde her ne kadar biyolojik özelliklerinin yattığı söylense de kadının toplumsal, tarihsel ve kültürel kuruluşu da hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde olanaklı hale gelir.
Gelişmiş Ülkelerde Ekofeminist Bakış Açısından Aile, Kadın, Doğa İlişkisinin Temelleri
Ekofeministler kadın sorunlarıyla çevre sorunları arasında ilişki kurarlar. Çevre sorunlarını kadın sorunları ve kadınların kurban edilmesi olarak görürler. Çünkü kadınlar zehirli atıklar ve kirlilik nedeniyle hastalanırlar, aç kalırlar, kıtlık ve kuraklık yaşarlar, ölürler, doğurganlıkları tehdit altındadır. Çevre sorunlarının kadın sorunları haline gelmesinin, kadınların mağduriyetinin nedeni, ataerkilliğin kadın ve doğa arasında yakınlık oluşturarak, her ikisini de tahakküm altına alınmasıdır. Ataerkillik tarafından kadın ve doğanın ikili sömürüsü, Ekofeminizmin temel bakış açısını oluşturur.
Kadın ve doğa arasındaki ilişki nasıl oluşmuştur? Bu sorunun cevabı aynı zamanda Ekofeminist yaklaşım içindeki farklılıkları da ortaya koyar. Ekofeminizm içindeki birinci ayrım , kadınların erkeklerden farklı psikolojik ve biyolojik özellikleri olduğunun vurgulanmasıdır. Kadın ve doğa arasında kurulan yakınlığın temelinde, kadın psikolojisi ve biyolojisinin farklılığı bulunmaktadır. İkinci ayrım içinde yer alan ekofeministler kadın-doğa yakınlığının ataerkillik tarafından tarihsel ve toplumsal süreçlerde oluşturulduğunu savunurlar. Üçüncü ayrımsa her iki yaklaşımdaki temel zıtlıklar arasında köprü oluşturmaya çalışılmasıdır. Mellor ve Merchant gibi Ekofeministlerin yer aldığı bu ayrımda, kadın-doğa yakınlığının köklerinin kadın psikolojisi ve biyolojisinde bulunduğunu, ancak bu yakınlığı maddi temelinin, tarihsel ve toplumsal süreçler içerisinde oluşturulduğunu belirtirler. Üçüncü dalga feminizm olarak ortaya çıkan Ekofeminizmin içindeki görüş ayrılıkları, çevre yaklaşımları içindeki farklılıklarla eş zamanlı olarak belirmiş ve netlik kazanmıştır.
Kadının Psikobiyolojik Özellikleri, Tinsellik ve Ataerkillik
Ekofeminizm içinde yer alan bu bakış açısına göre kadınların kendilerine özgü şefkat, fedakârlık, şiddet, karşıtlığı, dayanışma, duygusallık, tinselliğe önem verme gibi psikolojik özellikleri ve yaşam üretme kapasiteleri, ataerkillik tarafından doğa ile özdeşleştirilerek her ikisi de tahakküm altına alınmıştır. Kadınlara ait olarak ele alınan şefkat, fedakârlık ve duygusallık gibi özellikler, kadının aile içerisinde taşıması gereken nitelikleri olarak ele alınır.
Doğum, ölüm, yaşam, tinsellik birbirlerinden ayrı kavramlar değildir. Bir bütün oluştururlar. İnsan dışındaki varlıklar, hatta yeryüzü, gökyüzü, toprak gibi cansız olarak kabul edilen varlıklar da bu bütünün bir parçasıdır.
Cansız ve ‘sessiz’ kabul edilen yeryüzü, bu bütünün bir parçasıdır ve fiziksel, tinsel, zihinsel, duygusal, dişi bir varlıktır. Dünya varlığını, yaşam verdiği hayvanlar, bitkiler, ürettiği mineraller, mevsimler ve meteorolojik görüngülerle ifade eder.
Günümüzdeki kadın sorunlarının ve ekolojik krizin temelinde tarih öncesi toplumlardaki kadını ve yeryüzünü yücelten inancın yerini ataerkil dinlerin almasıdır. Bu toplumlarda yaşam veren ve her şeyi yaratan doğa tanrıçasına ve doğa güçlerine tapınılıyordu. Bu bakış açısını benimseyen Ekofeministler, kadın sorunlarının ve çevre sorunlarının çözümü için, kadının biyolojik ve psikolojik özelliklerini yücelten, yeryüzü tinselliğine dayalı yeni bir din anlayışı ya da en azından, kadınsı değerlerle uyum sağlayabilen dinlerin, bu değerler doğrultusunda yenilenmesini önerir.
Kadın-Doğa İlişkisinin Maddi Temelleri, İdeolojik Yapılanma ve Toplumsal Süreçler
Bu yaklaşımı benimseyen Ekofeministler, kadın-doğa yakınlığında, kadınların erkeklerden farklı biyolojik ve psikolojik özellikleri olduğunu kabul etmezler. Kadın ve doğanın ikili sömürüsünün maddi temellerini ortaya koyabilmek için ideolojik yapılanmaları ve toplumsal süreçleri incelerler. Kadının psiko-biyolojik özelliklerine vurgu yapan Ekofeministlerin geleneksel cinsiyet rollerini pekiştirici yaklaşımlarını eleştirirler. Bu ayrımda yer alan Ekofeministlerin yeryüzü tinselliği, tanrıça tapınması arayışları Ekofeminizmi irrasyonalite kaynağı haline getirmektedir. Böylece demokrasi; aklı, doğayı bilimsel olarak anlamanın getirdiği özgürlük göz ardı edilmektedir.
İkinci ayrımda yer alan Ekofeministlere göre, Batı düşünce geleneğinde ve Feminizmde kullanılan ikili mantık, diğer bir deyişle insan doğa, kadın erkek ilişkisinin birbirinin zıttı ikililer olarak algılanması pek çok soruna neden olmaktadır. Sorunların altında yatan en önemli neden insan kimliğinin doğanın dışında yapılandırılmasıdır. ‘Öteki’nin mantık yapısının oluşturulması ve dışlanmasındaki bu ikili anlayış, modernitenin mantıksal yapısını da oluşturmaktadır. Doğa politik bir kategoridir. Batı ruhunun pek çok alandan dışlamasıyla şekillenmiştir. Batı’nın akıl kavramı Doğa’nın tek ve karşıt tanımını sağlar. Batı geleneğinde akıl, doğayı, bir kadın ya da madde alanı olarak anlaşılacak, boyun eğdirilecek ve geçimlik sağlanacak bir alan olarak yapılandırır.
Biyolojik Farklılıklar ve Toplumsal Süreçler
Ekofeminizmin iki temel yaklaşımı arasındaki uçurum, bir yandan kadın ve erkek arasındaki biyolojik ve psikolojiye dayanan farklılıkların yüceltilmesi, diğer yandan da doğaya yakınlık anlamında, kadın ve erkek arasındaki farklılıkların toplumsal ve kültürel olarak yapılandırıldığın düşünülmesi, üçüncü yaklaşımdaki Ekofeministler tarafından doldurulmaya çalışılmıştır.
Mellor’a (1992) göre, ataerkil işbölümü, toplumda kadınlara, insan varoluşunun temel şartlarını yaratma sorumluluğunu yüklediğini, kadınların erkeklerle ve birbirleriyle olan ilişkilerinin ırk, sınıf ve kültürlere göre değiştiğini, ancak kadınlara yüklenen bu temel sorumlulukların ortak kadın deneyimini oluşturduğunu söyler. Kadın işleri hem bireylerin, hem de toplumun var olması için gereklidir, para kazanmak için yapılmaz. Kadınların toplumsal yaşamdaki birincil sorumlulukları, biyolojilerinde genetik olarak saklı değildir. Kadınlar yaşam verir ve besler ancak, kadınların yaşam verme kapasitesi toplumsal bağlamdan öylesine etkilenir ki kadınların ‘doğal’ olarak fedakâr, sevgi dolu ve destekleyici olup olmadığı konusu tartışmaya açılmaz. Biyoloji gerçektir ama değiştirilemez kader değildir. Kadınlar doğurur ama bunu çok farklı toplumsal bağlamlarda, farklı tutum ve sonuçlarla yaparlar. Ayrıca erkeklerin tümü kadın işlerinden kaçmaz. Önemli olan şey, erkek egemen toplumda, böyle bir durumu varsayan bir dünyanın yaratılmasıdır.
Kültürde kadının doğayla ilişkilendirilmesine evrenseldir, ne de tarihsel olarak homojendir. Bu ilişkilendirme Batı kültürünün temel karakteristiklerinden biridir ve tarihsel süreç içinde inşa edilmiştir. Hıristiyanlık düşüncesindeki yaradılış miti, kapitalizmin gelişmesi ve bilimsel devrim, bu ilişkinin ve kadın-doğa ikilisinin tahakküm altına alınmasının basamaklarını oluşturur. Hıristiyanlık düşüncesinde kadın ve doğa imajının ilişkilendirilerek kötülenmesinde, bir ‘kadın’ olan Havva’nın bir ‘erkeğe, Adem’e, İyi ve Kötünün Bilgisi Ağacından meyve koparmayı öğretmesiyle başlar. Ancak iyi bir sonuç yerine, her ikisi de bahçeden kovulur ve çöle sürülür. Cennetten kovulma bir kadın yüzünden olmuştur. Erkekler, yeryüzünde tarıma dayalı emekleriyle kayıp cenneti yeniden oluşturacak olan kurtarıcılardır. Cennete Dönüş üç alt basamağa dayanır: Hıristiyanlık dini, modern bilim ve kapitalizm . Yaradılış hikâyesindeki kovulma başlangıcı, bilim ve kapitalizm orta kısmı, bahçenin ele geçirilmesiyle sonu oluşturur.
16 ve 17. yüzyıllarda, modern Avrupalılar Hıristiyan Cennete Dönüş projesine Aydınlanma söylencesini yaratmak için iki öğe daha eklemişlerdir: mekanik bilimler ve laissez faire kapitalizm.
Mekanik bilimler yeryüzünde bahçenin yaratılması için araçsal bilgiyi sağlar, Bacon, Descarte, Newton projesi doğaya boyun eğdirme ve tahakküm altına almada teknolojinin gücüne, matematiksel kanunların kesinliğine ve tek bir açıklama çerçevesinde doğa kanunlarının birleştirilmesine dayanır.
Kapitalizmin ortaya çıkış hikâyesi, gelişmemiş doğayı medeniyete dönüştürecek çölden bahçeye dönüş hareketidir. Doğal kaynaklar insan emeğiyle metaya dönüştürülerek pazarda satılır. İyi devlet, düşmüş doğa ve insan doğası üzerinde düzen sağlayarak kapitalist üretime imkân sağlar.
Bu ayrımda yer alan Ekofeministler, yeni bir din önermeseler bile yeni bir etik anlayış, ‘ortaklık etiği’ önererek birinci ayrımda yer alan Ekofeministlere daha yakın dururlar.
Gelişmiş Ülkelerde Ekofeminizme Yöneltilen Eleştiriler
Batıda yapılan Ekofeminist çalışmalar, özellikle birinci ayrımda yer alan Ekofeministlerin temel olarak beyaz, orta sınıf, kentli ve Batılı kadının doğaya olan konumuyla ilgilendiği konusunda eleştirilir. Agarwal (1992) gelişmiş ülkelerdeki Ekofeminizmi beş noktada eleştirir:
- Kadınları tek bir kategori olarak konumlandırır, kadınlar arasında sınıf, ırk, etnik köken ve bunun gibi farklılıkları görmez.
- Kadınların ve doğanın tahakküm altına alınmasını yalnızca ideolojide konumlandırır.
- İdeolojik yapılanma alanındaysa bu yapılanmanın üretildiği ve dönüştürüldüğü toplumsal, ekonomik ve politik yapılar hakkında çok az şey söyler.
- Ekofeminist bakış açısı, kadınların doğayla olan maddi ilişkilerini, kendilerinin ve karşıt konumda olan diğerlerinin bu ilişkiyi, nasıl düşündüklerini dikkate almaz.
- Ekofeminizm kadın-doğa bağlantısını bir çeşit özcülüğü bağlar. Diğer bir deyişle, kadın-doğa bağlantısını değiştirilemez ve değişmez bir dişi öz anlayışı olarak görür.
Gelişmekte Olan Ülkelerde Kadın-Doğa İlişkisinin Temelleri
Gelişmekte olan ülkelerde, aile içinde kadın ve doğa ilişkisinin temellerini, ataerkilliğin her ikisi arasında kurduğu bağ oluştursa da, bu ikilinin birlikte sömürülmesinin nedeni gelişmekte olan ülkelere dayatılan batı tarzı ekonomik kalkınma modelleridir.
III. Dünya ülkelerinde Ekofeminizm yoğunlukla Batı tarzı ekonomik kalkınmanın kadın ve doğa üzerindeki etkisiyle, III. Dünya ülkelerine dayatılan Kalkınmada Kadın projelerinin bu ülkelerdeki olumsuz etkileri üzerine odaklanır.
Asya dini geleneğini Hıristiyanlıkla karşılaştıran Shiva (1994), Hint kozmolojisinde dişi ilkenin yaşam verici ve besleyici olarak tamamlayıcı bir öğe olduğunu söyler. Erkek doğadan koparılmamıştır ama karşılıklı bağımlılık ve ortaklık bağlamında birbirlerini tamamlar. Kadınlar yaşamın yalnızca biyolojik değil, geçimlik sağlayıcısı olarak da toplumsal üretici ve yeniden üreticidir. Bu ilişki Batı tarzı ekonomik kalkınma projesiyle kırılır. Ataerkil Batı ideolojisi olarak Batı tarzı kalkınma projesi yalnızca erkek ve doğa bağlantısını koparmakla kalmaz, III. Dünyayı bozar ve kadınları marjinalleştirir.
III. Dünya ülkelerinde doğanın kötü kullanımı, kadınların marjinalleştirilmesi ve kötü kullanımıyla el ele gider. Ekonomik kalkınmada üretkenlik endüstrileşme ve kapitalist büyüme için doğal kaynakların yararlı hale getirilmesi anlamına gelirken III. Dünya kadınları için, üretkenlik yaşamı üretme ve sürdürülmesini sağlama anlamına gelir. Yaşamın üreticisi olarak kadının ve doğanın maddi temellerini yok etmenin sonuçlarından ilki, kalkınmanın yanlış kalkınma süreci haline gelmesidir. Diğer sonuçsa yanlış kalkınmanın yarattığı krizin toplumdaki marjinal kategorilerin ekolojik eylemciliğin liderliğini yapmasına izin vermesidir. Akılları henüz ele geçirilmemiş, sömürgeleştirilmemiş ve yanlış kalkınma sürecinin dışında kalabilmeyi başarmış, dolayısıyla marjinalleştirilmiş kadınların, diğer III. Dünya halklarının ekolojik düşünce ve eylem için çeşitlilik açısından gen havuzları oluşturduklarını, marjinalliklerinin ataerkil gelişmenin neden olduğu felaketleri iyileştirmekte bir kaynak haline geldiğini belirtir.
Shiva’nın III. Dünya ülkelerinde Batı tarzı kalkınmanın kadın ve doğa üzerindeki etkilerini inceleyen çalışması üç noktada eleştirilir: Birincisi, Shiva’nın kırsal kadın örneği, esas olarak Kuzey Batı Hindistan’dan gelmektedir. Bu genelleme III. Dünya kadınlarını tek bir kategori altında toplar ve farklı sınıflardan, kastlardan, ırklardan, ekolojik bölgelerden olan kadınların özelliklerini göz ardı eder. İkinci olarak Hindistan’da toplumsal cinsiyet ve doğanın ideolojik yapılandırılmasının hangi somut süreçler ve kurumlar vasıtasıyla olduğunu göstermez; etnik ve dini farklılıkların birlikte yaşamalarını ve çeşitliliklerini göz ardı eder. Son olarak III. Dünya ülkelerine dayatılan sömürgecilik deneyimi ve modern kalkınma çeşitlerinin ekonomik, kurumsal ve kültürel olarak yıkıcı olmasına rağmen, bu ülkelerde Batı tarzı kalkınmadan önce mevcut olan ekonomik ve toplumsal eşitsizlikleri göz ardı eder.
Oysaki III. Dünya ülkelerinde, kadınların doğayla olan bağlantısının özel şartlarından dolayı ideolojik yapılandırılması, ekonomi politiğin kuramsal anlayışı içinde değerlendirilmelidir. Burada ki en önemli ideolojik yapılanma ailedir. Buysa belli söylemleri destekleyen çıkar grupları, çatışmalı söylemler, söylemleri desteklemek için kullanılan yollar, söylemlerin cisimleştirilmesi arasındaki karşılıklı etkileşimin incelenmesidir.
Kadın ve doğa arasındaki ilişkinin maddi temellerini inceleyen çalışmalar, toplumsal cinsiyet ve kadın konusundaki bütün tartışmalar, kadınların kurumsal olarak ekonomide ve çevrede erkeklere olan göreceli konumlarını tanımlayan toplumsal cinsiyete odaklanarak yapılmalıdır. Ancak, kurum ve süreçlerin tarihsel ve kültürel özelliklerinden dolayı kadın, doğayla buluştuğu ve ilişkiye girdiği çoklu ortamların çözümlenmesi, yalnızca kalkınmanın ge yerde ve bu karşılıklı ilişkinin yer aldığı kurumsal bağlamda anlaşılabilir.
Kırda Kadın ve Doğa
Ailede toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü, kırda kadının doğayla doğrudan ilişki içine girmesine neden olur. Kadının ve doğanın ikili sömürü de dolaysız biçimde gerçekleşir. Kadın emeği, hem ailenin geçimliği için, hem de pazar için yapılan üretimde yoğun olarak kullanılır. Buna karşılık kadının, yetiştirilen ürünler üzerindeki kontrolü, aile geçimliği için yetiştirdiği ürünler üzerindedir.
Kadının biyolojik üreme ve besleme gücünden kaynaklanan, kadın bedenini doğayla ilişkilendiren ataerkil ideolojinin ötesinde, kırda kadının doğayla olan ilişkisi maddi temellere dayanmaktadır. Aileyi beslemek için bitki ve hayvani gıdaları toplamak, pazar için tarım ürünleri üretmek, yemek pişirebilmek için yakacak toplamak, kuyudan ya da kaynaktan su taşımak kırsal kesimde kadının günlük işleri arasında yer almaktadır.
III. Dünya ülkelerinde Batı tarzı kalkınma modeli ve milli ekonomilerin gereksinimleri kırsal kadının doğayla olan maddi ilişkisini önemli ölçüde değiştirmektedir. Dünyanın bir çok yerinde kırsal kadının toprağa girişi engellenmekte, kadın, yerel ekolojik bilgisini kullanamamaktadır. Sözü edilen girişin engellenme derecesi ve kadının yerel ekolojik bilgisinin değersizleştirilmesi, ülkeden ülkeye farklılık gösterse de genel eğilim, tarımın artan biçimde endüstriyel ürünlerin yetiştirilmesi, aileleri beslemek için yapılan küçük ölçekli tarımda düşüş ve ormanların yok olmasıdır. Bu eğilimler karşısında toprakla bağlantısı kopan kadınlar ya kentlere, ya da aileleriyle birlikte ormanlık alanları tarım arazisine çevirmek için, ormanlık alanların bulunduğu yerlere göç etmektedir.
Toplayıcılık ve bahçe yetiştiriciliği, geleneksel olarak kadın işidir. Bahçe yetiştiriciliğinden tarıma geçişte, kadınların yetiştirilen ürün üzerindeki kontrolü zamanla yok olmuştur. Tarım geniş alanlarda, saban kullanımı, sulama ve gübreleme gibi uygulamaları da içermektedir. Bahçe yetiştiriciliğinden tarıma geçişte kadınların neden tarım ürünleri üzerindeki kontrollerinin kaybolduğu konusunda fiziksel güç gerektiren saban kullanımından, kadınların çocuk doğurma nedeniyle tarım teknolojilerinin kullanımlarında geri kalmalarına kadar bir dizi farklı görüş ileri sürülmüştür. Bununla birlikte tarımsal ürünlerde erkek kontrolünü açıklamak için tek faktör kullanılması yetersiz kalabilir. Tarım ürünlerinin yetiştirilmesinde toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü bölge, sınıf ve ırk açısından farklılık gösterse bile, ortak noktaları toplumsal cinsiyete göre belirli ürünlerin yetiştirilmesi ve belirli işlerin yapılmasında gözlenen yaygın eğilimdir.
Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümüne göre yetiştirilen ürünler, erkek ürünleri ve kadın ürünleri olarak ikiye ayrılır. Erkekler yiyecek olarak kullanılmayan endüstriyel ürünleri, tahılı, ağaçları ya da kahve, çay, şeker, tütün gibi ürünleri pazar için yetiştirirken kadınlar daha çok sebze ve kökleri ailenin yiyeceği için, fazlasını bölge pazarında satmak için yetiştirirler. Bu ayrım yaygın olarak gözlenmekle birlikte bir kural oluşturmaz.
Ürünlerin yetiştirilmesinde harcanan emeğin büyük çoğunluğunu kadın emeği oluşturur. Erkekler de tarlada çalışmakla birlikte çoğunlukla nereye, ne kadar bitki ekileceğine, kadın emeğinin nasıl kullanılacağına, ürünün pazarlama ve dağıtımına erkekler karar verir.
Erkeklerin kontrolündeki ihracata yönelik ürünlerin yetiştirilmesi kadınlar, yoksullar ve çevre üzerinde yıkıcı etkiler yaratmaktadır. İhracata yönelik ürünlerin yetiştirilebilmesi için toprak kalitesinin yüksek olması, yeterli su, gübreleme, ilaçlama, tarım makinaları, kısacası para gereklidir. Kadınlar nadiren yüksek kaliteli toprağa ve ihracata yönelik ürün yetiştirebilmek için gerekli araçları sağlayacak paraya sahiptir.
Hayvancılıkta hem kadın hem erkek emeği kullanılmakla birlikte, kadınlar düzenli olarak ev tüketimi ve yerel pazarlarda satmak üzere tavuk, ördek, domuz, koyun, keçi, inek yetiştirirler. Hayvancılıkta kadın işleri ve erkek işlerinin ayrılması devam eder. Kadınlar süt sağma, sürü gütme, yumurta toplama ve besleme gibi işleri üstlenirken erkekler, hayvanların kesimi, alım ve satım işlerini üstlenirler.
Gelişmekte olan ülkelerde kalkınma planlamacıları tarımda, hayvancılıkta kadın emeğinin, kadının yerel ekolojik bilgisinin öneminin göz ardı edilmesinin kadın ve çevre açısından olumsuz sonuçlarını araştırmalarla ortaya koymuşlardır. Davidson (1993), tüm kalkınma projelerinin gelişmekte olan ülke insanlarına dayatıldığını, projelerin çoğunda yerli halkın ve çevrenin ihtiyaçlarının dikkate alınmadığını ve bu durumun kötü sonuçlar doğurduğuna değinmiştir. Tarım aktivitelerinin çoğunu kadınların gerçekleştirdiği III. Dünya ülkelerinde, tarımda yapılan resmi düzenlemeler, uluslararası krediler ve eğitim programları erkeklere yönelerek kadını tarımını dışında bırakmıştır.
Kalkınma projeleri geliştirilirken uygulanacak olan bölgede yer alan toprak sahipliğindeki ataerkil yapı da göz ardı edilir. Sonuçta bu bölgelerde geleneksel kadın rolleri bazı alanlarda pekiştirilirken bazı alanlarda da dönüşüme uğrar.
Doğal kaynaklar üzerinde erkek göçünün olumlu ve olumsuz sonuçları toprağın verimliliğinin kaybolması, kadının doğal çevre kaynaklarının idareciliği konumunu güçlendirmesi ve ekolojik bilgisinin artmasıdır. Kadınlar, çalıları ve ağaçları temizleyemedikleri, kök dikmek için toprağı kazamadıklarından mevcut topraklar döngüsel olarak ve dinlendirilerek ekilebilmektedir. Buysa toprağın verimliliğinde ve elde edilen ürün miktarında düşüşe neden olmuştur. Kadınlar geçimlik için ormana daha fazla bağımlı hale gelmiş ve bundan dolayı doğal kaynakların idareciliğini yapmaya başlamışlardır.
Kentte Kadın ve Doğa
Kentte kadının ailedeki rolü nedeniyle doğayla ilişkisi dolaylı yoldan gerçekleşmektedir. Kentin doğayı insan yapımı çevreye dönüştürmesi nedeniyle kentin izin verdiği ölçüde doğa parçalarını kullanabilmekte, toplumsal cinsiyete dayalı işbölümündeki eşitsizlik nedeniyle bir yandan tahakküm altına alınan konumu sürdürüken diğer yandan kent aracılığıyla doğayı tahakküm altına alan ‘insan’ konumuna gelmektedir.
Kadın-doğayla ilişkilendirilerek kadın işinin ve kadınsı değerlerin ikincil konumu kentte de devam etmektedir. Kent, Batı felsefesinde insan/doğa, kültür/doğa, erkek/kadın, düzen/kaos, akıl/duygu gibi karşıtlıkların doğa üzerinde somutlaştırıldığı bir mekândır. Kentsel alanının oluşturulması ve genişlemesi kaosun düzene dönüştürülmesini, kültürün yaratılmasını, cansız doğanın parçalara ayrılarak düzenlenmesini, canlı doğanınsa yaşam alanlarının insanların yaşam alanlarından ayrılmasını, belirli yerlerde toplanmasını ve diğerlerinin yok edilmesini içerir.
Modern kent, kentin kendisinden daha farklı bir alan olsa da her ikisinin ortak noktaları insan/doğa, kültür/doğa, düzen/kaos, kültür/doğa temel karşıtlıklarını bünyelerinde barındırmalarıdır. Modern kent, bu karşıtlıklara bir yenisi ekler: kent/kır. Kent sorunları, ülkelerin ve kentlerin gelişmişlik düzeylerine göre farklılık gösterir. Bu farklılıklar içinde ortak nokta; insana, erkeğe, kültüre, düzene ait olan kentle insan olmayan doğa öğelerinin sınırlandırılması, mümkün olduğu ölçüde bu öğelerden arındırılmasıdır. Kent sorunlarına üretilen hane bazındaki çözümlerde kadının ev içi emeği temel oluşturur. Ayrıca, belediye hizmetlerinin yetersiz kaldığı noktalarda da kadın emeği üzerinden çözüm oluşturulur.
Hane bazında kentsel problemler hane ve insan sağlığıyla ilgilidir: Ev atıklarının toplanması, hava-su-gürültü kirliliği ve salgın hastalıklar. Topluluk bazında kentsel problemler, toplanan atıkların depolanması, toprak kirliliği, yetersiz ve uygun olmayan teknolojinin kullanımı ve sel, fırtına gibi doğal afetlerdir.
Kent bazında kentsel problemler, trafik yoğunluğu, tarihi mirasın kayboluşu, bina değerlerinin ve mülkiyetinin kısıtlanması, yetersiz vergi gelirleri, yeterli hukuki düzenlemelerin olmayışı, aşırı kalabalık, yanlış ve yetersiz kent yönetimi uygulamaları, elektrik tüketiminde kayıplar, hava-su-toprak ve gürültü kirliliği, tarım alanlarının yok olması ve çölleşmesi, zehirli atıkların depolanması, sel, su basması, kazalar ve diğer felaketlerdir.
Bölgesel Ulusal bazda kentsel problemler, deniz kirliliği, bitki örtüsünün kaybı, bioçeşitliliğin kaybı ve bazı türlerin neslinin tükenmesi, toprak erozyonu, artan tuzluluk, asit yağmurları, toprak temizleme ve orman kayıplarıyla küresel ısınma ve iklim değişiklikleri olarak tanımlanırlar. Kentsel problemlerin yukarıdaki tanımlarına bakarak doğanın bir felaketler ve ölüm alanı olarak tanımlandığını söyleyebiliriz. Yaşam/Ölüm karşıtlığının Sağlık/ Ölüm karşıtlığına dönüştüğü kentte, yaşamın kalitesi kent yönetiminin doğa üzerindeki etkinliğinin bir ölçüsü olan sağlığın kalitesiyle ölçülür.
Kentin karşıtı olarak tanımlanan kırda problem olarak tanımlanmayan sinekler, çamur ve diğer hayvanların yok edilmesi modern kentlerde temel belediye hizmetlerinden sayılmaktadır. Asfalt yolların yapımı ve bataklıkların kurutulması yalnızca ulaşım sağlamak için değildir. Aynı zamanda bu, doğa unsurlarının da yok edilmesini amaçlar.
Ancak, bunlar yalnızca ‘görünebilen’ parçalarının yok edilmesidir ve erkekler tarafından gerçekleştirilir. Belediye hizmetlerinin yetersizliği durumunda kadınların evlerinin önünü ya da sokakları süpürmeleri III Dünya ülkelerinde çarpık kentleşmenin göstergesi olarak kabul edilen gecekondu bölgelerinde ve az nüfuslu şehirlerde görülür. ‘Görünmeyen’ unsurların yok edilmesiyle hanede gerçekleştirilir. Kadınların kentsel alandaki doğa unsurlarının yok edilmesinde hemşehri olarak ve ev içi işbölümünde pisliklerin temizlenmesinden sorumlu kişi olarak önemli bir rolü vardır. Hijyen bu ‘görünmeyen’ doğa unsurlarının yok edilmesini içerir.
Kırsal alanda doğayla doğrudan kurulan ilişki vasıtasıyla yiyecek sağlama ve yiyecek üretme aktiviteleri, kentsel alanda mutfakta yemek pişirmeyle sınırlandırılır. Ev içi işbölümünde kadının yiyecek sağlayıcı rolü nedeniyle kentte hem kadınlar, hem de hayvanlar yiyecek hazırlama ve yiyecek olarak hazırlanmak üzere evcilleştirilirler.
Ekofeminist yazarlara göre et yeme ve hayvanları ete indirgeme ne doğal ne de tarafsızdır. Ataerkil kültürlerde kadınlar ve ikinci sınıf insanlar, ikinci sınıf yiyecekler olarak kabul edilen sebze, meyve ve tahılla beslenirler. Et yemedeki cinsiyetçiliğin sınıf farklılıklarıyla birleşmesi, etin eril bir yiyecek olduğu ve et yemenin erkekçe bir iş olduğu mitinde özetlenir.
Et yeme, kadınların ve hayvanların tüketilebilecek nesneler olduğu düşüncesine dayanan inanç sistemine göre oluşan tüketim hiyerarşisinde erkeklerin en üst noktadaki yerlerini almalarını sağlarlar. İkinci olarak et yeme ne doğal ne de tarafsızdır. Adams (1993), insanın da diğer hayvanlar gibi yırtıcı olduğu düşüncesinin siyasetin doğallaştırılmasının bir örneği olduğunu söyler. Üçüncü olarak, et yeme kişisel bir tercih olarak tanımlanamaz. Eti satın almak, yiyecek olarak hazırlamak ve tüketmek ev içi aktivitelere dâhil olsa bile, ölü hayvanların pazarlanması, satın alınması, doğrudan pazarın taleplerine göre fabrika, çiftlikler kurarak hayvanların ucuz maliyetle üretimini de kapsar.
Toplumsal cinsiyete dayalı işbölümü kadınları hem kır hem de kentte hasta, çocuk ve yaşlıların bakımlarından sorumlu tutar. Böylece kadınlara bedenden dışarı atılan ve arzu edilmeyen beden parçalarına, kokan, akan, kabuk tutan, çürüyen insan bedenlerine dokunma, dışkıları ve diğer atıkları temizleme ve sağaltma görevi verilir. Kadınlar adet dönemi, hamilelik, doğurma, süt verme gibi biyolojik döngülerinden dolayı erkeğin egemenliğinde olan kutsal alandan dışlanırken erkek, kendi bedeninden çıkan kokular, akanlar ve arzu edilmeyen beden atıklarıyla ilgisi yokmuş gibi davranma ayrıcalığına sahiptir.
Kırda sorun olmayan kadın bedenindeki kirlerin ve doğal kokuların yok edilmesi, kentte kadın için önemli bir sorundur. Medyanın kentli kadın imajı, doğal görünümünü kozmetik ürünleriyle değiştiren, temizlik ürünleriyle vücudunu özel olarak koku ve kirlerden arındıran, statü ve şıklık göstergesi olarak kürk giyen kadındır.
Kırsal kesimde hayvanlar ve bitkilerle kurulan ilişki, besin ve giyecek sağlamaya, onların güçlerinden yararlanmaya yöneliktir. Ancak kentlerde hayvanlar ve bitkilerin yeni bir sınıflandırılması yapılır. Hayvanlar, dokunulabilen, sevgi gösterilebilen, yenilebilen ve kullanılabilen hayvanlarla insan sağlığına zararlı ve vahşi olanlar olarak ayrılırlar. Bitkilerse estetik olanlar ve yenilebilenler olarak kentlerde kadının insan-olmayan varlıklarla kurduğu ilişkiyi oluştururlar. Dokunulabilen ve sevgi gösterilebilen hayvanlar ev hayvanları olarak, yenilemeyen bazı bitkilerse estetik oluşlarından dolayı evcilleştirilirler.
Ataerkil ideolojinin tanımladığı kadın psikolojisinde, kadının biyolojik yapısında bulunduğu varsayılan ‘şefkat’, yalnızca modern bilimin hijyen kurallarına göre yaşam alanları sınırlandırılan, belirli kurallara bağlanan bu homojenleştirilmiş ve evcilleştirilmiş doğa parçalarına yönlendirilir.
Estetik değerlere atfedilen doğa sevgisi akla ve ideolojiye aittir. Uygulamadaysa doğa sevgisi, boş zamanları değerlendirme aktivitesi olan doğa yürüyüşlerine çıkma, doğayı sanat çalışmalarının nesnesi haline getirme ve ev hayvanları beslemeye dönüştürülür. Bu uygulamaların çevre bilinci olarak belirmesi tanımlanmış bu parçalara ‘zarar vermeme’ olarak algılanır.
Modern bilim aynı zamanda hayvanları birer makina olarak kabul eder. İnsan sağlığını güçlendirme adına hayvanlar üzerindeki deneyleri onaylar.
Modern bilim kadın bedenini de hayvan bedeni gibi denek olarak kullanır. Kadın bedeni ve hayvan bedeni, erkekler tarafından kontrol edilen ilaç şirketlerinde gebelikten korunma araçları araştırmalarında riske atılırlar. Dünyadaki nüfus artışının problem olarak tanımlanması, III. Dünya ülkelerindeki kadınların gerçek deneylerle, üreme seçimleri yönlendirilerek, acı çekmelerine neden olurlar. Yeni üreme teknolojilerinden az sayıda doğurgan olmayan orta sınıftan kadınlar yararlanırken bu teknolojilerin üretilmesinde denek olarak kullanılan kadınlar acı çekerler, sakatlanırlar.
Kadının doğurganlığının gebelik önleyici araçlarla düzenlenmesi ve sınırlandırılması, doğanın hayvanlar ve vahşi bitkiler yoluyla yaşam üretme yeteneğinin sınırlandırılması ve düzenlenmesiyle benzerlik taşır.