AKDENİZ UYGARLIKLARI SANATI - Ünite 4: Akdeniz’de Yeni Düzen –Yeni Sanatsal İfade Biçimleri Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: Akdeniz’de Yeni Düzen –Yeni Sanatsal İfade Biçimleri
Ünite 4: Akdeniz’de Yeni Düzen – Yeni Sanatsal İfade Biçimleri
Giriş
Akdeniz’i anlamak iki ayrı uygarlık tanımına hâkim olmakla mümkündür: Uzananlar (yayılanlar) ve yoğuranlar (kaynaştıranlar). Akdeniz’in etrafındaki çok çeşitli topraklardaki kültürlerin bazıları yabancı topraklara uzanmış ve beraberlerinde kendi kültürlerini götürmüş; bazıları ise oldukları yerde kalmış ama gelen etkileri kendi yerel kültürleriyle yoğurmuşlardır. MÖ 9. yüzyıldan MS 4. yüzyıla kadarki dönemde Fenike, Yunan ve Roma uygarlıkları uzananlar olarak nitelendirilebilir. Yoğuranlar ise Etrüsk ve Anadolu Uygarlıkları olabilir. Fenike ve Yunan uygarlıkları kendi topraklarında bulunmayan hammaddelere ulaşmak arzusuyla Akdeniz’e yayılmışlar, Romalılar ise daha çok askeri ve sömürgeci bir yaklaşımla Akdeniz’i iç deniz haline getirmişlerdir.
Kaynaklar Denizi (MÖ 9. - 6. Yüzyıllar)
MÖ 13. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak Yakın Doğu’da kurulmuş olan toplumsal sistem alt üst olur. Hititler ve Mezopotamya’da o dönemde hüküm süren imparatorluklar yok olur. Mısırların Tunç Çağı boyunca sürdürdüğü imparatorluk küçülür. Bu yüzyıllarda Tunç Çağı sona erer ve Demir Çağı başlar. MÖ 9. yüzyıldan itibaren Akdeniz kıyıları boyunca kurulan Yunan ve Fenike ticaret kolonileri, Akdeniz’de Lübnan’dan Cebelitarık’a kadar uzanan yeni bir kültürün oluşmasında ilk tohumları atarlar.
Fenikeliler
Fenike Uygarlığının beşiği Kuzey Filistin’den Güney Suriye’ye kadar uzanan, doğuda Lübnan dağlarıyla sınırlı Akdeniz kıyı şerididir. Bu şeritte kurulmuş Tyre, Sidon, Byblos ve Arvad gibi bir takım önemli Fenike kentleri kıyı şeridindeki tarımsal arazilerin kısıtlı olması nedeniyle kaynaklarını ticaret aracılığıyla sağlarlar. Akdeniz’e açılmak onlar için bir gereksinimdir ve bu da beraberinde denizcilik ve gemicilik konusunda çok gelişmiş bir kültürü getirir.
Geleneksel olarak Fenike uygarlığının başlangıcı Demir Çağı’na bağlansa da aslında Fenikeliler tarih sahnesinde önemli bir yer almaya Geç Tunç Çağı’nda başlarlar. MÖ 11. ve 9. yüzyıllar arası kolonizasyon öncesi dönem olarak adlandırılır. 9. yüzyılda Fenikelilerin ticaret ağı doğuda Mezopotamya’dan (Asurlular), batıda Sardunya’ya, güneyde Kuzey Afrika ve Mısır’dan, kuzeyde Suriye (Geç Hititler), Anadolu’nun güney kıyıları, Kilikya ve Yunan Adalarına kadar uzanır.
MÖ 9. yüzyılın sonundan başlayarak Fenikeliler, Akdeniz’de daha sistemli kolonizasyon hareketlerine girişirler ve kendilerine bağlı kentler kurarlar. Bunun sebebi, Yunanlıların, o dönemde ticari rakip olarak güçlenmeleri ve Akdeniz’de etkilerinin hissedilmeye başlanmasıdır. Özellikle bu dönemde Kıbrıs, Sicilya, Sardunya, İspanya ve Doğu Afrika’da kurulan Fenike koloni kentleri Yakın Doğu kültürünün bütün Akdeniz’e yayılmasında ana nedendir. Fenikelilerin Batı Akdeniz’e açılmasının en önemli sebebi madenlerdir. Bu amaçla Akdeniz’e açılan Fenikelilerin ilk durağı Kıbrıs’tır.
Kıbrıs, Yunanca bakır (kypros) anlamına gelir ve bakır madenleri açısından zengindir. İspanya’nın zengin altın, gümüş, bakır, demir, kalay madenleri Fenikelileri İspanya’nın Akdeniz kıyılarına çeker ve hatta Atlantik kıyılarında da yeni limanlar bulmaya iter.
Fenike ticaret malları geniş bir yelpazeye sahiptir. MÖ 859’a tarihlenen Asur Kralı Assurnasirpal’in kayıtlarında, Tyre, Sidon, Arvad ve Fenikelilerin diğer kıyı kentlerinden “gümüş, altın, kurşun, bakır, tunç kaplar, canlı renklerle boyanmış yün ve keten kumaşlar, bir büyük bir de küçük maymun, ahşap, fildişi ve bir deniz canlısının” ithal edildiği yazar. Bu kayıt bize Fenikelilerin hem kendi ürünlerini hem de Akdeniz ve Kızıldeniz’den getirdikleri bazı malları Mezopotamya’ya ihraç ettiklerini gösterir. Aynı zamanda bu dönemde Yunan topraklarında bulunan doğudan gelen lüks tüketim ürünlerinin büyük bölümü, Fenikeli tüccarlar tarafından buraya getiriliyorlardı.
Erken Dönem Yunan Uygarlığı
Karanlık çağların sonunda Yunan anakarası, Ege Adaları ve Anadolu’nun Ege kıyılarında yeşeren Erken Yunan uygarlığının yükselişi, bu uygarlığın Akdeniz uygarlığının bir parçası olmasıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Batı ve Doğu Akdeniz’e yayılan Yunanlılar buralardaki uygarlıklardan hem etkilenirler hem de onları etkilerler. Çok yoğun olan bu etkileşim döneminde, Akdeniz’i Fenikeli ve Yunanlı tüccarlar tarafından taşınan her tür malın, bütün Akdeniz’e yayıldığı bir kaynaklar denizi olarak tanımlamak yeterli olacaktır.
Bu erken döneme ait Yunan sanatı; Asur, Mısır ve Fenikelilerin etkilerini taşır. Fenike sanatı zaten Mısır ve Mezopotamya ile yaptıkları ticaret sonucu bu uygarlıkların sanatının seçmeci bir birleşimidir. MÖ 9. yüzyıldaki Asur akınlarından kaçan pek çok Yakın Doğu ve Mısır kökenli zanaatkâr, Akdeniz yoluyla batıya göç etmiş ve becerilerinin Akdeniz’e yayılmasına sebep olmuşlardır. Olympia’da ele geçen ve MÖ 7. yüzyıla tarihlenen oryantalizan tunç kazanların ağızlarını süslediği düşünülen buluntular bu kültürel alışverişin sonucudur.
Yunanlıların Fenikelilerden öğrendikleri yalnızca sanat nesneleriyle sınırlı kalmaz. Fenikelilerin deniz ticaretinde ve savaşlarında kullandıkları gemileri Asur dönemi taş kabartmalarından da öğreniyoruz. Fenike savaş gemilerinin düşman gemilerini parçalamak üzere geliştirilen baş alt taraftaki çıkıntıları önce Yunan, sonra Etrüsk ve Roma gemileri tarafından kullanılmıştır.
Yunan alfabesi Fenike alfabesinden türemiştir. Her sese bir harf veren Fenike alfabesi, modern alfabelerin temelinde yatar. Alfabe, Fenikelilerin Akdeniz’de yaptıkları ticaret nedeniyle Akdeniz’e yayılmıştır. MÖ 800 civarında ortaya çıkan Yunan alfabesi Fenike alfabesinin sesli harflerle dönüştürülmüş şeklidir. Yunanlıların yabancı topraklarda yeni yerleşim yerleri aramalarının sebebinin genel olarak nüfus artışı sonucu anavatanlarındaki kaynakların yetmemesi olduğu düşünülür. Apoikiai, Yunanca “evden kaynaklı” anlamına gelir. Dolayısıyla koloni kentlerinin çoğunun bir ana kenti vardır. Bu kentten yola çıkan 100-200 kişilik bir genç erkekler topluluğu Akdeniz yoluyla yeni topraklar aramaya giderler. Yola çıkmadan aralarından bir lider seçilir. Bu kişi Delphi**’*deki Apollon* Tapınağı’na giderek, nerede koloni kurması gerektiğini buradaki müneccimlerden öğrenir.
İlk koloniler, MÖ 8. yüzyılda daha çok yine Euboialılar tarafından kurulmaya başlanır. Khalkisyalılar, Sicilya’da Naxo**s* ve Leontini; Messina Geçidi’nin karşısında İtalya anakarasında ise Rhegium* gibi koloni kentleri kurarlar.
MÖ 700’lerde Euboia’nın Eretria ve Khalkis kentleri bu bölgedeki savaşlar sonucu güçten düşmüş ve onların yerine Korinthos ve komşusu Megara yükselmeye başlamıştır. Atina’nın batısında bir kıyı kenti olan Megara ve Anadolu’nun Ege kıyılarında önemli bir kent olan Milet, Karadeniz’deki Yunan kolonilerinin kurulmasında önemli bir rol oynamışlardır.
Yunan tapınağının temelinde hangi etkiler yatar konusu oldukça çok tartışılan bir konudur. Anıtsal taş yapının temelleri, megaron formuna ve ahşap öncüllere dayandırılsa da özellikle anıtsal taş ifadenin kazanılmasında Mısır’ın etkisi yadsınamaz. MÖ 6. yüzyılda Mısır’a giden Yunanlılar anıtsal mezar yapıları (piramitler) ve tapınaklara karşı kayıtsız kalamazlar. Taştan yapılmış bu binalar Yunan kültüründe mimari estetiğinin ve mimari formların gelişmesinde önemli rol oynarlar. İlk anıtsal taş tapınaklar MÖ 6. yüzyılda Dorik düzende yapılmışlardır. Korinthos’daki Apollon Tapınağı ve İtalyan ana karasında bir Yunan kolonisi olan Posidonia (Paestum)’daki Athena Tapınağı**,** MÖ 6. yüzyılda yapılmış Dorik tapınakların hem Yunanistan’da hem de kolonilerde aynı değişmez mimari kalıbı izlediğine kanıttır.
Bir başka Mısır etkisi de heykel sanatında görülebilir. MÖ 7. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Yunan heykeltıraşlar mermerden insan boyutlarında heykeller yapmaya başlarlar. Mısır’ın, Yunan heykeltıraşlara, ahşaptan yapılan büyük ölçekli heykelleri mermerden yapma cesaretini verdiği bilinmektedir. Yunanlar mermeri işlemeyi Mısırlılardan öğrenmiş olabilirler. Mısırlılar kendi topraklarında çıkan granit ve diorit gibi taşları işlemeyi çok eskiden beri biliyorlardı ve bu işlemi bir kalıba oturtmuşlardı.
MÖ 9. ve 6. yüzyıllar arası Yunanlar için Akdeniz, kültür ve sanatta çeşitli etkileri aldıkları bir kaynaklar denizidir. Ancak Yunanlar bu etkileri katkısız benimsemezler, yoğurup kendilerinin yaparlar.
Etrüskler
Etruria, Roma’nın kuzeyinde, Orta İtalya’nın batı kıyılarındaki bölgeye verilen isimdir. Ancak Etrüsk Uygarlığının etkileri Adriyatik kıyısındaki Po Vadisi’ne ve Güney İtalya’ya kadar uzanır. Etrüsklerin etnik kökleri meçhuldür. Yunan tarihçi Herodot, MÖ 5. yüzyılda, her ne kadar Etrüsklerin kökenini Lydia (Lidya)’dan gelen göçmenlere bağlasa da bu iddianın hiçbir kanıtlanabilir tarafı yoktur. Etrüsk dili ne Hint-Avrupa ne de Lidyalıların dâhil olduğu Hitit-Luvi dil grubuna dâhildir ve büyük olasılıkla yerel kavimlere ait bir dildir.
Arkeolojik kazılar Etrüsklerin yerel Villanova kültüründen türediğini kanıtlamıştır. Bu kültüre ilişkin ilk yerleşim Bologna yakınlarındaki Villanova’da bulunmuş ve o yüzden MÖ 9. ve 8. yüzyıllara tarihlenen bu erken döneme Villanova kültürü adı verilmiştir. Villanova kültürü daha çok mezarlarında bulunan miğfer, kemer ve fibulae (giysileri tutturmak için iğne) gibi bronz eşyalar ve iki kulplu grimsi kahverengi renkli amforalarıyla bilinir. Bucchero adı verilen siyah cilalı Etrüsk seramikleri biçimleri itibariyle Villanova seramiklerinin bir devamı sayılabilirler. Bronz işçiliği Etrüsk döneminde Doğu’dan öğrenilen tekniklerle ustalaşarak devam etmiştir.
MÖ 8. yüzyılda, özellikle Pithekusa’nın da etkisiyle Etrüskler, Yunanistan ve Fenike arasındaki ticari ilişkiler sıkılaşmaya başlar. Yunan ve Fenikeliler için Etrüsklülerle ticaret yapmak sahip oldukları demir, bakır ve gümüş madenleri dolayısıyla çok önemliydi.
Etrüsklerin Yunanlardan edindiği en önemli kazanç alfabe olmuştur. Etrüsk alfabesi Euboialıların alfabesinden türemiştir ve bu dönemde Yunanlarla kurulan sıkı ticaret ilişkilerinin bir sonucudur. Bunun yanı sıra özellikle Arkaik dönem Yunan sanatının Etrüsk ve dolayısıyla Roma sanatının gelişmesinde etkisi büyüktür.
MÖ 6. yüzyıla tarihlenen Etrüsk mezar freskleri, bu dönemde Mısır örnekleri hariç ele geçen ender duvar resmi örnekleri oldukları için önemlidirler. Bu resimler hem üslûp hem de konuları açısından Yunan vazo resimlerinin etkisini gösterseler de Etrüsklere özgü incelikleri de barındırırlar.
Etrüsklerin yerel tanrılarının bir kısmı varlıklarını sürdürseler de Yunan ve Fenike tanrıları onlara katılırlar. MÖ 500’lere tarihlenen Veii’deki tapınağın çatı kirişi üzerinde terracottadan (pişmiş toprak) yapılmış Yunan tanrı heykelleri bulunur. Çatı kirişini bezeme geleneği Etrüsklerden gelir. Bu Etrüsk heykelleri üslûp itibariyle Arkaik dönem Kouroi’ye benzeseler de duruşları ileri doğru yürüme hareketini daha iyi betimler.
Romalı tarihçi Livy, Etrüsklerin çok dindar olduklarını söyler. Tanrılara günlük ihtiyaçlar için adakta bulunulur ve gelecekten haber veren kâhinler yükseltilmiş kutsal bir yere çıkarak kehanette bulunurlar. MÖ 600’lardan itibaren Etrüskler Yunan üslubunda tapınakları bu kutsal alanlara inşa etmeye başlarlar. Etrüsk tapınakları ahşap ve kerpiçten inşa edildikleri için günümüze kadar ayakta kalamamışlardır.
MÖ 9. ve 6. yüzyıllar arası, Akdeniz’de, ana uygarlıkları Fenike, Yunan ve Etrüskler olan bir düzen kurulmuştur. Bu uygarlıklar birbirleriyle yalnızca ticaret ilişkileri kurmazlar, aynı zamanda kültürel olarak da bir etkileşime girip, Akdeniz’e özgü kültürün, uygarlığın ve sanatın gelişmesinde rol oynarlar.
Savaşan Deniz (MÖ 5. - 3. Yüzyıllar)
Akdeniz dünyasındaki barışa dayalı ticari ilişkiler, Perslerin tarih sahnesine girmesiyle bozulur. Coğrafi merkezleri İran platosunda bulunan Persler, MÖ 6. yüzyılın ikinci yarısından itibaren toprakları bütün Orta Doğu, Mısır, Suriye, Filistin, Kuzey Arabistan, Anadolu ve Trakya’yı kapsayan bir imparatorluk kurarlar. Emperyalist hırsları olan Persler, o zamana kadar büyük hırsları olmayan kent devletleri üzerinden giden Akdeniz uygarlığındaki dengeleri yerinden oynatırlar.
Persler Akdeniz’in doğusundaki Fenike topraklarını işgal edip, Yunanlılara karşı seferler düzenlemeye başlayınca Akdeniz’deki Yunan ve Fenike kardeşliği son bulur ve düşmanlıklar baş göstermeye başlar. Persler, Fenikelilerden hem ticaret hem de askeri anlamda yararlanmaya başlarlar.
Persler MÖ 540 itibariyle bütün Anadolu’yu işgal ederler. Anadolu genelde bu işgale boyun eğse de yerel bazı karşı koyuşlar ya yok edilmeyi ya da topraklardan sürülmeyi beraberinde getirir. Hititler, Asurlular ve hatta Mısır gibi daha önceki imparatorluklar için Akdeniz bir sınır olmuştur. Bunlardan hiçbirinin Akdeniz’e etkisi Perslerin Akdeniz’de etkisiyle karşılaştırılamaz. Fenike, Anadolu ve Mısır’ı ele geçiren Persler, Doğu Akdeniz’i kontrolleri altına alırlar; ancak doğudaki varlıkları batıyı dolaylı olarak etkiler. Özellikle MÖ 540’da Anadolu’yu işgalleri ve buna Yunanların verdiği tepkinin Akdeniz kültürü üzerinde etkisi büyüktür.
Anadolu Uygarlıkları
Karanlık çağlarda Anadolu’nun Ege kıyılarında Yunan kolonileri kurulur. Ancak bu koloniler daha sonraki dönemlerde olduğu gibi ticari amaçlı değildirler, karanlık çağlardaki kavimlerin yer değiştirmeleri sonucu Anadolu’ya göç eden Yunanlardır. İyonlar İzmir ve Menderes ırmağı arasına, Aeollar bunların kuzeyine ve Dorlar ise güneyine yerleşirler. Yunan koloni kentleri Anadolu’nun yerel kavimleriyle sıkı ilişki içine girerler.
Bu dönemde Anadolu’yu üç bölgeye (beyliklere) ayırarak incelemek doğru olacaktır. Batıda Yunan kolonileriyle iç içe Lydia (Lidya), Karia (Karya) ve Lykia (Likya) uygarlıkları, Orta Anadolu’da Phrygler (Frigler), Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da. Hitit ve Doğu’nun etkisini devam ettiren Geç Hitit Devletleri ve Urartular**.**
Geç Bronz Çağın Hattuşa merkezli Hitit İmparatorluğu Anadolu kültürünün temeline oturur. Hititlere özgü mimarlık ve sanat ürünleri taş ve taş işlemeciliği üzerine kuruludur. Hattuşa’da taştan inşa edilmiş anıtsal tapınak ve saraylar ve Hattuşa’ya bağlı, kutsal alan Yazılıkaya’daki doğal taş üzerine yontulmuş tanrı ve tanrıça figürleri taş merkezli bir sanat anlayışını gözler önüne serer.
Orta Anadolu, Demir Çağ’ında Friglerin kontrolü altındadır. Yunan tarihçisi Herodot, Friglerin Balkanlardan geldiklerini söyler. Frig dilinin, genelde yerel Anadolu kavimlerinin konuştuğu Hititlerin kullandığı Luviceyle hiç alakası yoktur ve Yunancaya daha yakındır. Bu durum Friglerin Anadolu’ya batıdan geldiği tezini destekler ama yine de bu tez tam olarak kanıtlanamamıştır. MÖ 9. yüzyıldan itibaren Friglerin en önemli yerleşim yeri Gordion’da ele geçen erken döneme ait seramikler tipik gri Anadolu seramikleri olsa da Akurgal (1998, 266) MÖ 8. ve 7. yüzyıla tarihli Alişar vazolarıyla Helen geometrik vazolarının ortak özelliklerine dikkat çeker.
Kuzeyden gelen bir kavim olan Kimmerlerin saldırıları sonucu MÖ 7. yüzyılın ilk yarısında Orta Anadolu’nun egemenliği Friglerden Lidyalıların eline geçer. Yunan mitolojisine göre Frig Kralı Midas’ın her dokunduğu şey altına dönüşüyordu. Romalı yazın ustası Ovid’in Metamorfozlar adlı eserinde bu efsane bütün ayrıntıları ile ele alınmıştır.
Lidyalıların Anadolu kökenli bir kavim olduğunun göstergesi dillerinin Hittilerin kullandığı Luvice’ye yakın bir diyalekt olmasıdır; ancak mevcuttaki kısıtlı sayıdaki metinden Lidyalıların kökenlerine dair kesin bir bilgi çıkarılamıyor.
MÖ 546’da Perslerin Lidya’yı işgaliyle birlikte, onlara bağlı tiranların yönetiminde yeni bir sistem kurulur. MÖ 6. yüzyıldan, MÖ 4. yüzyılın sonlarında Büyük İskender’in Anadolu’yu ele geçirmesine kadar, Anadolu’da yerel kültür, Helen ve Pers kültürüyle yoğrulur.
Yerel Anadolu kültürünün, Helen ve Pers etkileriyle yoğrulması özellikle Karya’da çok belirgindir. Bu etkileri özellikle mezar anıtlarında açıkça görebiliriz. Karyalılar, tipik bir Anadolu geleneği olan kayadan oyulan veya kaya yüzlerine işlenen mezarlar geleneğini, Pers ve Yunan dünyasından ödünç alınma öğelerle yeniden yorumlarlar.
Hitit yazılı kaynaklarında “Lukka Ülkeleri” olarak geçen bölgenin Likya olduğu kabul edilmiştir. Luvi dilinde konuşan Lukka halkı Hitit kralına bağlı bir kavimdir. Bu bilgi dâhilinde Likyalıların Bronz Çağı’ndan itibaren Anadolu’nun güney kıyılarında oldukları bilinse de onlara ait ilk yerleşim buluntuları MÖ 8. yüzyıldan itibaren elimize geçer.
Likyalılar üzerinde Helen kültürün etkisi baskındır. Likya alfabesi Yunan alfabesinden türemiştir. Likyalıların kendilerine özgü seramikleri yoktur, daha çok Helen seramiklerini kullanırlar. Likya’nın tanrı ve tanrıçalarının kökleri Bronz Çağı Anadolu’suna gider, ancak MÖ 5. yüzyıldan itibaren bu yerel tanrı ve tanrıçalar Yunan tanrı ve tanrıçalarıyla özdeşleştirilir.
MÖ 6. yüzyıldan 4. yüzyıla kadarki dönemde Batı Anadolu uygarlıkları yerel kültürlerini Pers ve Yunan etkileriyle yoğururlar. Bu melez kültür, MÖ 3. yüzyıldan itibaren Helenistik krallıkların etkisi altında Helen kültürünün Anadolu’da baskın kültür olarak yerleşmesine yolu açar.
Persler ve Klasik Yunan
MÖ 540’da bütün Anadolu’yu ele geçiren Persler, MÖ 512’den itibaren Trakya ve Makedonya’da Olympos Dağı’na kadar olan bölgeyi egemenlikleri altına alırlar. Yunanistan ana karasını ele geçirme hırsları, önce MÖ 490’da Maraton’da ve MÖ 479’da ise Platea’da uğradıkları yenilgiler sonucu başarısızlıkla sonuçlanır. Pers işgalinden kurtulan Yunanlar neredeyse iki yüzyıl sürecek Klasik Dönem boyunca (MÖ 479 - 323) birbirleriyle mücadele etseler de bu dönem Yunanların diğer Akdeniz kültürlerinden ayrı bir kültür tanımladığı ve dolayısıyla Klasik Helen kültürünün daha tanımlı bir hale geldiği bir dönem olur.
MÖ 479 ve 323 arası dönem Yunan sanatında geleneksel olarak Klasik Dönem olarak adlandırılır. Bu dönem Perslere karşı kazanılan Platea zaferi ile başlar. Büyük İskender’in ölümü sonucu Helenistik Krallıkların kurulmasıyla son bulur. Yunanların birbirleriyle yaptıkları iç savaşlara denk gelen bu dönemde, Yunanlar içlerine kapanıp, kendilerine özgü kültürlerini en üst seviyesine taşırlar. Bu dönem sanatının ideal ve mükemmel olana ulaşma isteği, hem Parthenon’da hem de Doryphoros’da açıkça kendini belli eder.
Helenistik Krallıklar
Büyük İskender, MÖ 334 yılında Anadolu’ya geçerek, 333 yılında İssus (İskenderun) Muharebesi’nde Pers ordusunu kesin yenilgiye uğratır ve Anadolu’yu Pers egemenliğinden temizler. Buradan güneye inip Fenike, Suriye ve Filistin ve Mısırı ele geçirir. Ancak bundan sonra doğuya dönen İskender, Mezopotamya ve İran’ı İmparatorluk topraklarına katıp Hindistan’a kadar ilerler. Arabistan ve Afrika’yı da fethetme planları, MÖ 323’teki 32 yaşında erken ölümüyle gerçekleşemez.
İskender, MÖ 331’de, Mısır’ın Akdeniz kıyısında kendi adıyla yeni bir kent kurar: İskenderiye. İskenderiye, İskender’in kendi adıyla kurduğu tek kent değildir. Fethettiği yerlerde kendi adıyla kentler kurarak (Alexandria, Alexandriapolis) kendi gücünün ve imparatorluğunun sınırlarının genişliğinin propagandasını yapar.
Bu dönemde kültürel olarak da Akdeniz dünyasında bir aynılaşma başlar. Helenistik kültür, Helenistik krallıkların egemenliği altındaki bütün bölgelere ve buradan da bütün Akdeniz’e yayılır; Kartaca, İtalya, Anadolu, Suriye ve Mısır’da baskın üslup olur. Helenistik kültürün yayılmasında, Helenistik Krallıklar döneminde yeni kurulan kentlerin etkisi büyüktür. Bu yeni kentler daha önce olduğu gibi ticaret kolonileri gibi bağımsız kent devletleri değildirler. Bir Helenistik Krallığa bağlıdırlar ve o krallığın propagandasını yaparken Helenistik kültürün yayılmasında da etkili olurlar.
Helenistik dönem hayata karşı karamsar bir tutum takınır; bu dönem bir çeşit endişe dönemidir. Klasik döneme özgün polis kaynaklı değerler ve tanımlar yıkılmıştır. Gelecek sürprizlerle doludur. Bu bilinmezliklerle dolu yeni hayatta şans veya kader tanrısı Tyche önemli bir yer kazanır. Bunun yanı sıra daha çok kentsel törenlerle ilişkili Olympus Dağı’nın tanrı ve tanrıçaları yerine Demeter ve Diyonisos gibi daha kişisel ve gizemli tanrılar önem kazanır. Hayata karşı karamsar ve dramatik yaklaşımı en iyi yansıtan bu döneme ait heykellerdir. Birçoğu orijinalde tunç olan bu heykelleri Roma döneminde yapılmış mermer kopyalarından biliyoruz.
Helenistik dönemde tanrı, tanrıça ve asillerin yanı sıra günlük yaşamdan karakterlerin de heykelleri yapılmaya başlanır. Ayağına batmış dikeni çıkartan bir oğlan çocuğu heykeli gibi heykeller buna örnektir.
Mare Nostrum (Bizim Deniz) (MÖ 2. – MS 4. Yüzyıllar)
Romalılar, büyük olasılıkla, Etrüsklerle aynı köklerden gelseler de kendilerini her zaman onlardan ayrı görürler. Roma, İtalya’nın Etruria bölgesinde değil, Latium bölgesinde konumlanır. Romalıların konuştukları dilin, Etrüsklerin konuştukları dille alakası yoktur: Romalılar Latince konuşurlar. Dolayısıyla Romalılar kuruluş efsaneleriyle kendilerini Troialılara ve Latinlere bağlarlar. Efsaneye göre Troia savaşından kaçan Aeneas, İtalya’ya gelerek Latin bir prensesle evlenip burada Lavinium kentini kurar. Aenaes’ın soyundan gelen Prenses Rhea ve Tanrı Mars’ın oğulları Romulus ve Remus, Roma’nın efsanevi kurucularıdır.
Roma’nın bir donanma kurarak Akdeniz’de hatırı sayılır bir güç haline gelmesi MÖ 264 yılında başlayan ve MÖ 146’da Kartaca’nın yok edilmesiyle sonlanan Pön Savaşları’nın bir sonucudur.
Roma Sanatı, Akdeniz’ de bağdaşık bir üslûp oluşturmuş ve daha sonraki dönemlerde de devam edecek teknik ve üslûp özelliklerini İmparatorluk tarihi coğrafyasında yaygınlaştırmıştır. Yunan mimarisinden farklı olarak, kemer, tonoz ve kubbe kullanımı Romalı mimarların geliştirdikleri biçimlerdir. Tuğlanın kullanımı bu mimari öğelerinin anıtsal ve yüksek yapılar inşa edilmesini kolaylaştırır. Kamusal yapılarda ve konutlarda açık avlu kullanımı artık bir Akdenizlilik göstergesidir. Evlerin duvarları ıslak sıva (fresk) veya kuru sıva (tempera) tekniğinde yapılmış duvar resimleriyle bezenir.
Roma döneminde gelişen sanatsal üretim, hikâyelerin anlatımındaki görsel ifade biçimi, kent planlamaları ve yapılardaki mimari teknikler, Roma Dönemi öncesi Akdeniz geleneklerini birleştiren ve bunları sonraki dönemlere yansıtan önemli bir yaratıcılık alanı oluşturur.