AMERİKAN DIŞ POLİTİKASI - Ünite 4: ABD Dış Politikası Yaklaşımları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: ABD Dış Politikası Yaklaşımları

Devlet Kültür ve Dış Politika

Her devletin dış politikasında öncelikle ilgili devletin ait olduğu sosyal-siyasal kültür ve benzeri içsel faktörlerin etkisi vardır. Uluslararası İlişkiler teorilerinden biri olan İnşacılık’ın (Konstrüktivizm) belirttiği gibi, dış politika bir sosyal inşa sürecinde oluşur ve sosyal değerler üzerinde yükselir. Elbette dış politikanın sınırlar dışından/uluslararası sistemden kaynaklanan girdileri, kaynakları veya etkileyicileri de vardır ancak bu dışsal faktörler bile dış politikaya siyasal kültür kodları ve anlayışları aracılığıyla yansır. Zira uluslararası/dışsal faktörler, aynı uluslararası sistem içinde bulunan devletler için aynı dış politika çıktıları üretmez/doğurmaz; ulusal, toplumsal-siyasal-kültürel yapılarına bağlı olarak farklı dış politika tercihleri veya davranışları ortaya çıkarır.

Bu durum, özellikle büyük ve süper devletler için daha çok geçerlidir. Zira büyük ve süper güçlerin dış politikaları büyük oranda kendi sosyal-siyasal kültürlerine dayanarak oluşur ya da tersinden belirtirsek büyük ve süper güçlerin toplumsal-siyasal kültürleri kendi dış politikalarında daha çok belirgin ve etkindir. Çünkü uluslararası/dış faktörlerin büyük devletler üzerindeki etkisi ve rolü, küçük ve orta büyüklükteki devletlere göre nispeten daha azdır veya kontrol edilebilir. Daha açık bir ifadeyle, büyük güçler dış etkilerden daha az etkilenir ve dolayısıyla kendi kültürlerine uygun bir dış politika uygulamakta daha başarılı olur. İşte bu nedenledir ki, büyük devletlerin kültürlerini yansıtan dış politikalar, dünyayı daha çok şekillendirebilmekte veya etkisi altına alabilmektedir. ABD’nin ve genel olarak Batılı büyük devletlerin (İngiltere, Fransa, Almaya gibi) sahip olduğu toplumsal, siyasal ve hatta geleneksel kültürlerinin kendileri dışındaki bölgelere yayılması bununla ilgilidir. Daha somut belirtirsek demokrasi, piyasa ekonomisi, kapitalizm, liberalizm ve diğer değerler, ABD ve Avrupa ülkelerinin sahip olduğu kültürel özellikler olup bu ülkelerin dış politikaları aracılığıyla diğer ülkelere yayılmıştır. Ama bu değerler elbette ki her ülkede aynı uygulamalar ve sonuçlar doğurmamaktadır çünkü diğer ülkeler söz konusu değerleri kendi kültürel özelliklerine uydurarak kabul etmekte ve uygulamaktadır. Dolayısıyla, diğer ülkelerin bu Batılı değerlere ve dış politikalara tepkisi de ilgili ülkenin kendi kültürel özelliklerine göre şekillenmektedir.

Bu nedenle, ABD dış politikasının hem içeriğinin hem de uygulamasının Amerikan kültürel kodlarına dayandığı söylenebilir. ABD kültürü ise kısmen ABD’nin tarihsel tecrübesinden kısmen de değerlerinden ve inançlarından oluşur. Bu bölümde, ABD dış politikasının dayandığı kültürün özelliklerine, yani ABD’nin toplumsal ve siyasal özelliklerine, inançlarına, değerlerine, anlayışlarına ve bunların ürettiği dış politika ilkelerine ve en nihayetinde politika ve teorilerine yoğunlaşılacaktır.

ABD Dış Politikasının Kültürel Temelleri

ABD’de hakim olan sistem, Avrupalıların ama özellikle İngiltere ve Fransa’nın etkisi altında, Avrupa modernizminin bir ürünü olarak, kısmen Avrupa’nın sorunlarından kaçan kısmen de daha iyi bir dünya kurma arayışı içinde olan göçmenlerin kurduğu sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel bir sistemdir. Bu göçmenlerin çoğu Anglo-Sakson (İngiliz-İskoç) orijinli olmasına rağmen, içinde Almanların, Fransızların, İspanyolların, İtalyanların ve diğer Avrupalıların da olduğu biliniyor. ABD’nin toplumsal kompozisyonunda Amerikalı yerli halkların varlığı da sınırlı bir etkiye sahiptir. ABD’ye göç eden Avrupalıların amaçları ve gelenekleri daha üstün ve hakim olmuştur. Avrupalı göçmenlerin Amerika kıtasına göç etmelerinin ekonomik, siyasi, dini, kültürel, bireysel ve diğer pek çok amaçları olsa da hepsinin ortak amacı, Avrupa tecrübesine dayanan, ancak kendilerine özgü, ‘yeni ve farklı’ bir dünya veya ülke kurmaktı. Bu amacın ürünü Amerika Birleşik Devletleri (ABD) oldu. Bu özgün kültürün en çok yansıdığı alanlardan biri, ABD dış politikası olmuştur. Bu yansımayı hem ABD dış politikasıyla ilgili kavram ve teorilerde hem de ABD dış politikası uygulamalarında görmek mümkündür. ABD’nin, büyük bir krallık olan İngiltere’den bağımsızlığını kazanması arkasından da Avrupa devletlerinden farklı ve ilk olma özelliğine sahip bir anayasa ile federal devlet kurması, en nihayetinde izleyen yüzyıl içinde askeriye, ekonomi, sanayi, teknoloji, sanat, edebiyat ve diğer alanlarda çok önemli başarılar elde etmesi hem Amerikalıların kendilerine özgüvenini artırmış hem de kendilerini diğerlerinden daha ‘başarılı’ bir aktör olarak görmelerine yol açmıştır. Amerikalıların, kısa bir sürede hızla ilerlemesi ve büyük bir güç haline gelmesi, ABD’yi dünyada daha çok rol oynaması yönünde motive etmiştir. Amerikan başarıları Amerikan dış politika kültürüne de yansımıştır. Amerikan savaşçılığı ve ilerlemeciliği büyük bir özgüven doğurmuştur.

Bu özgüven, Amerikan İstisnacılığı (Amerikan Exceptionalizm) şeklinde ifade edilen bir bilincin, yani Amerikalıların diğer uluslardan ve ülkelerden farklı ve ayrıcalıklı oldukları inancının ya da algısının doğmasına yol açmıştır. Bu algılamanın, Amerikan toplumunun sahip olduğu kısmen Avrupa kaynaklı ama daha çok yeni bir ülkede (coğrafyada) yeni bir devlet/aktör olarak geliştirdikleri düşüncelere dayandığını söyleyebiliriz. Bu düşüncelerin başında Amerikan liberalizmi gelir. Her ne kadar liberalizmin kökenleri İngiltere’ye ve Anglo-Sakron değerlere dayansa da, liberalizm, ABD’nin oluşumunda ve gelişiminde Amerika’ya özgün bir nitelik kazanmış ve çok daha etkili hâle gelmiştir. Liberalizmin temel değerleri, Amerika’nın hem iç politikasında hem de dış politikasında yeni formlar ve özellikler kazanmıştır. Liberalizmin bireyselcilik, özgürlük, ekonomik girişimcilik, piyasa ekonomisi, sosyo-kültürel çeşitlilik, siyasal çoğulculuk, demokratik katılım, hukuka bağlılık gibi özellikleri ABD uygulamasında daha belirgin, etkin ve güçlü hâle gelmiştir. Bunun görüldüğü ilk ve en önemli yer, ABD kuruluş felsefesinin temeli olan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve ABD Anayasası’dır. John Locke gibi İngiliz liberal filozofların düşüncelerinden esinlenerek yazılan Bağımsızlık Bildirgesi ve Anayasa, ABD’nin hem İngiltere’den bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini şekillendirmiş hem de ABD sisteminde çok milletli, çok kültürlü, çok dilli ve demokratik bir toplumsal ve siyasal düzenin kurulmasını sağlamıştır. ABD hem diğer devletlere dönük olarak hem de uluslararası sistemde yeni bir düzen kurulması sürecinde liberal değerleri savunmuş ve uygulamaya çalışmıştır

Amerikan kültürünün özgün temelleri arasında dindarlık önemli bir yer tutar. Bu durumda Püritenlerin etkisi büyüktür. Püritenizm: 16.-17. Yüzyıllarda İngiltere’de Kraliçe Elizabeth’in Kilise reformuna karşı çıkan bir Protestanlık koludur. Dini ibadet ve düşüncenin ‘saf olmasını’, yani Kilise şekilselciliği yerine bireysel özcülüğe önem verilmesini savunur. Kilise’yi ve onu kontrol eden kraliçe veya kralı eleştirmişlerdir. Bu muhalefetleri nedeniyle Püriten Hıristiyanlar İngiltere’de baskı görmüş ve cezalandırılmışlardır. Bu baskıdan kaçan Püritenler, Amerika’ya göç etmişler ve ABD’nin kuruluş sürecinde önemli bir rol oynamışlardır. Püritenizm, ayrıca dindarların ekonomik faaliyete önem vermesini önerir ve kâr-zenginlik ile dini bağdaştırır. Bu yönüyle Amerikan kapitalizminin ve liberalizminin doğuşunda etkili olmuştur.

Amerikan liberal değerleri ile Amerikan dinî inancını uzlaştıran Amerikan İtikadı (American Creed) kavramını ayrıca açıklamak gerekir. Buna göre, ABD’nin bireysellik, özgürlük, eşitlik, demokrasi ve piyasa ekonomisi gibi değerleri, ABD’nin ulusal kimliğini ve itikadını oluşturan unsurlardır.

Amerikan İtikadı’nın ortaya çıkardığı önemli bir anlayış, ABD’nin güçlenmeye başladığı 19. yüzyılda ortaya çıkan Kutsal Misyon (Manifest Destiny)’dur. Bu görüşe göre, 13 koloniden kurulmuş olan ABD’nin burada sınırlı kalmayıp Amerika kıtasında yayılması onun ‘kutsal’ bir görevidir. ABD bulunduğu kıtada doğal yayılma hakkına sahiptir, Tanrı’nın bahşettiği bu hakkı, onun elinden almak Tanrı’ya isyan etmek demektir. Kutsal Misyon anlayışı, ilerleyen yıllarda ve özellikle 20. yüzyılda ABD’nin dünyanın diğer bölgelerini özgürleştirmesi için görevlendirildiği inancını doğurmuş ve bir anlamda ABD yayılmacılığının temelini oluşturmuştur

ABD iç ve dış politikasında dinin etkisiyle ilgili bir örnek, Başkan George W.Bush’un (2001-2009) 11 Eylül saldırıları sonrasında izlediği ‘teröre karşı savaş’ politikasını dinî söylemlerle desteklemiş olmasıdır. Bush, Evanjelik kilisenin etkisi altındadır. Evanjelizm: İsaMesih inancı ve İncil’in, yani Hıristiyanlığın, Hıristiyan olmayanlara ve özellikle tüm dünyaya yayılması gerektiğine inanan ve bu amaçla faaliyetler yapan bir Protestanlık mezhebidir. Dolayısıyla Evanjelizm’de misyonerlik çok önemlidir. Bu nedenle Evanjelikler, Hıristiyanlığın yayılması için çok değişik yöntemler ve araçlar kullanırlar. Son dönemde en çok kullandıkları araçlar arasında medya kanalları (uydulardaki televizyonlar, Internet, kitaplar, çok geniş katılımlı konferanslar, vb.) yer almaktadır. Bush ‘teröre karşı savaş’ stratejisini “haçlı seferi (crusade)” olarak tanımlamış ve kendisinin Tanrı tarafından görevlendirildiğine inanmıştır. Bush, kamuoyuna yaptığı birçok konuşmasında İncil’den ayetler okuyarak, ABD’nin dış politikasında dinin rolünü vurgulamıştır. Bu durum ABD dış politikasında dinin en azından bazı dönemlerde çok belirgin rol oynadığını göstermektedir. ABD siyasilerinin ve bürokratlarının misyonerlik gibi bir faaliyet ve görevleri olmasa da en azından Amerikan misyonerlerinin çalışmalarını özgürce yapabilmeleri konusunda destekleyici politikalar izlediklerini söyleyebiliriz. ABD’nin dinî özgürlüklere verdiği önem, aynı zamanda anti-demokratik yönetimlerin olduğu ülkelere dönük dış politikasına yansır. Bu bağlamda önemli bir ABD dış politika aracı, her sene yayınladığı Uluslararası Dini Özgürlükler Raporları’dır. Hangi ülkede ne kadar dinî özgürlüğün olduğunu veya sınırlandığını ortaya koymak üzere yayınlanan bu raporlar, ABD’nin dış politikasında dinî hassasiyetin önemini göstermektedir. Amerikan kültürünün, siyasi kurumlarının ve düzeninin oluşumunda jeopolitikanın etkisini göz ardı etmemek gerekir. Amerikan coğrafyasının Atlantik ve Pasifik Okyanuslarıyla dünyanın büyük bir kısmından izole ve çok geniş bir ülke olması Amerikalıların hem kendi hayatlarını hem de dünyaya bakışlarını etkilemiştir. Bu coğrafya, öncelikle Amerikan vatandaşlarının geniş arazilerde çiftlikler kurarak Avrupalılara göre birbirinden nispeten daha ayrı ve bağımsız yaşamasına imkan tanımıştır. Geniş çiftlikler üzerinde saray gibi villalar, hızla artan üretim ve sanayileşme, mükemmel altyapı, fiziksel, sosyal ve kültürel gelişmişlik düzeyi Amerikan vatandaşlarının hayatını kolaylaştırdıkça Amerikan toplumunda bireyselciliği artırmıştır. Amerikan bireyselciliği ve kapitalizmi, Amerikan toplumunun diğer toplumlardan ve hatta Avrupa’dan daha üstün ve ayrıcalıklı olduğu hissini kuvvetlendirmiştir. ABD’nin coğrafi özelliğinin üçüncü yönü, Snow ve Brown’un belirttiği ‘tarih (-i düşmanlık) yokluğu- ahistoricism’ nedeniyle tarihi düşmanlarının ve düşmanlıklarının olmamasıdır. ABD’nin kozmopolit bir toplum olması, onun ‘uluslararası’ ilişkilere bakışını etkilemiştir. . ABD’nin dünyaya kendi penceresinden bakması ve kendisi gibi olmayanları kendisine benzetebileceği inancı, ABD dış politikasının yayılmacı, dönüştürücü ve düzenleyici olmasına yol açmış ama bu durum bazen de ABD açısından olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bunun en önemli iki örneği, 1960’larda Vietnam işgali ve 1990- 2000’lerde Irak ve Afganistan işgallerinin olumsuz sonuçlarıdır. Amerikalılar, iyinin yanında kötünün de olduğunun, özellikle uluslararası sistemde iyi devlet-kötü devlet ayırımının farkındadırlar ve inandıkları değerler çerçevesinde ‘iyi devletlerden yana’, ‘kötü devletlere karşı’ olmak isterler. İyi-kötü ayırımının ölçüsü, ABD değerlerine ve ilkelerine uygun olup olmamaktır. Yani liberal, demokratik, kapitalist ve iş birliği yanlısı devletler ‘iyidir’, böyle olmayanlar ise uygulamada değilse bile potansiyel olarak ‘kötüdür’.

ABD Dış Politikası İlkeleri ve İkilemleri

Her devlet gibi ABD’nin de dış politikasının temel hedefi, ABD’nin çıkarlarını elde etmek, geliştirmek ve genel olarak güçlendirmektir. ABD’nin hem toplumsal kültüründen kaynaklanan hem de çıkarlarını gerçekleştirme yöntemi olarak geliştirdiği bir dizi ilkeler bulunmaktadır. ABD dış politikasına kılavuzluk eden bu ilkeleri, uygulamada görüldüğü şekliyle şu şekilde sıralayabiliriz: Yalnızcılık (Isolationism), Moralizm (Moralism), Yayılmacılık (Expansionism)/Angajman (Engagement), Çıkarcılık (Egoism), Pragmatizm (Pragmatism), Çoktaraflılık (Multilateralism), Tektaraflılık (Unilateralism). Bu ilkeler, ABD dış politikasının her zaman ve her şartta geçerli kılavuzları değil, farklı zamanlarda farklı şekillerde kullanılan değişkenlerdir. Çünkü bu ilkeler, aslında çoğu zaman birbiriyle çelişir veya çatışır. Bu ilkeler birbiriyle rekabet veya tezat içinde olduğu için sürekli ikilemler ortaya çıkarmıştır. Aşağıda liste halinde bazı ikilemlerin açıklamaları verilecektir:

  • ABD dış politikası yalnızcılık ve yayılmacılık/angajman arasında gidip gelmiştir. Bunun temel nedeni, ABD’nin, kendi çıkar algılamalarına veya değerlendirmelerine göre pozisyon değiştirerek hareket etmiş olmasıdır. ABD, çıkarlarını gerçekleştirmek için, gerektiğinde yalnızcılık ilkesine göre hareket etmiş, gerektiğinde de dünyaya angaje olmuş, yayılmıştır. Bu iki ilke karşılaştırıldığında yayılmacılık ilkesinin daha baskın ve yaygın olduğu görülür. Özellikle soğuk savaş dönemi ABD başkanları, yayılmacılık ilkesine öncelik vermiştir.
  • ABD çıkarlarının gerçekleşmesinde moral ya da etik değerlerin rolü var mıdır, varsa ne kadar olmalıdır? Bu tartışma ABD’nin kuruluşundan beri devam etmektedir. Aslında ABD değerlerinin dünyaya yayılması konusunda Amerikalılar arasında her zaman konsensüs olmuştur ancak bu sürecin nasıl gerçekleşeceği, ne pahaya yapılacağı ve ülkenin reel çıkarlarıyla örtüşüp örtüşmediği konusunda her zaman uzlaşma yoktur. İdealistler ABD’nin barış, refah, özgürlük, düzen, istikrar gibi değerleri yaymak için çalışması gerektiğini savunurken realistler savaş, çatışma, güvenlik ve güç mücadelesi gibi gerçeklerin daima göz önünde bulundurulması, değerleri yaymak uğruna çıkarların feda edilmemesi gerektiğini savunurlar.
  • ABD toplumsal değerlerinin bir yönü de pragmatizmdir. Pragmatizm, ABD’de yaygınlaşmış olan bir yaklaşım olup ideal düşünce ile pratik eylemin fayda kriterine göre değerlendirilmesi anlamına gelmektedir. Yani, bir düşünce ancak yararlı/faydalı bir sonuç doğuracaksa iyidir ve eyleme dönüşmelidir. ABD dış politikasının ‘tutarlı’ değil ‘pragmatist’ olduğuna ilişkin pek çok örnek gösterilebilir. 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgalini durdurmak için gayet ‘idealist ve moralist’ bir politika uygulayan (eylemler yapan) ABD’nin, İsrail’in Filistin ve Arap topraklarını ve Sırbistan’ın Bosna-Hersek topraklarını işgaline sessiz kalması, ABD dış politikasının pragmatik özelliğini ortaya koyan anlamlı örneklerdir.
  • ABD, dış politika amaçlarına ulaşmak için uluslararası aktörlerle iş birliği ya da koordinasyon yapmalı mıdır? ABD, çıkarlarını tek başına yani tektaraflı olarak mı, yoksa diğer aktörlerle iş birliği ile yani çoktaraflı olarak mı daha iyi gerçekleştirebilir? Bu sorular ABD dış politika yapımında sürekli gündemde olagelmiştir. ABD dış politika tarihinin gelişimine baktığımızda, uluslararası sisteme angaje olması ya da yayılmacılık durumunda genelde çok taraflılığı tercih ettiğini söyleyebiliriz.
  • ABD dış politikasını yönlendiren ve birbiriyle çelişki ve çatışma içinde olan üç ilke daha bulunmaktadır. ABD’nin temel hedeflerinden birinin, özgürlük ve demokrasinin yaygınlaştırılması olduğunu vurgulamıştık. Ancak gerek uygulama gerekse anlayış olarak, ABD’nin her zaman bu ideal-liberal değerlere önem verdiği iddia edilemez. Bilakis, bu değerlerin ABD çıkarları ile çelişmesi durumlarında, ABD’nin statükoyu tercih ettiği ya da emperyalizme yöneldiği görülür. Burada statükoculuk, mevcut durumun ve dengelerin korunması yani değişmemesi anlamına gelir. ABD kendi çıkarları veya uluslararası dengelerin gerektirdiği durumlarda özgürlük ve demokrasi yönünde değişimi değil statükonun devamını savunmuştur.

ABD Dış Politikası Teorileri

ABD dış politikasını şekillendiren veya yönlendiren, daha önce belirtilen tüm unsurların çerçevesi niteliğinde teoriler vardır. Bunlardan biri siyasal realizmdir. Siyasal realizmin Morgenthau tarafından ortaya koyulan 6 ilkesi aşağıda sıralanmıştır:

  1. Siyaset ve genel olarak toplum, kökleri insan doğasında yerleşik olan objektif kanunlar tarafından yönetilir. İnsan doğası kötüdür, diğer insanları kontrol etmek ister ve bu durum çağlar boyunca değişmemiştir. Dolayısıyla, siyaset bu insan doğası çerçevesinde analiz edilebilir.
  2. Siyasal Realizm’in en önemli mihenk taşı, devlet, güç ve çıkar kavramlarıdır. İyi bir dış politika faydayı artırır ve riski azaltır. Dış politika, devlet adamının ideolojisine veya güdülerine dayanamaz, ulusal çıkarlara ve güce dayanır. Güç ise insanın insan üzerindeki kontrolüdür.
  3. Güç ve çıkar, her ne kadar evrensel geçerliği olan objektif doğrular olsa da anlamları farklı yorumlanabilir. Dış politikanın yapıldığı kültürel ve siyasal şartlara bağlı olarak değişkenlik gösterir.
  4. Siyasal Realizm, dış politikanın moral-ahlaki boyutunu kabul eder ancak bunun zaman ve şartlara bağlı olduğunu, soyut evrensel hâliyle devletin davranışlarına uygulanamayacağını savunur. Devletin varlığını korumak, moral ahlaki değerleri savunmaktan daha önemlidir.
  5. Evrensel moral kanunlar, her bir ulusun moral değerleri için farklıdır.
  6. Siyasal Realizm ile diğer konular (ekonomi, din, vd.) arasında derin ve ciddi fark vardır. Siyasal Realizm, diğerlerinden daha özgün ve üstün bir özelliğe sahiptir.

Önleyici darbe/savaş da siyasal realizmin unsurlarından biridir. Bush Doktrini olarak da bilinen bu stratejiye göre, ABD, kendine potansiyel tehdit olarak gördüğü bir ülkeden gelebilecek potansiyel bir tehlikeyi önlemek için henüz saldırı olmadan önce tehdit oluşturan ülkeye önleyici saldırıda bulunabilecek ya da savaş açabilecektir. ABD, Irak’ı bu anlayışa dayanarak işgal etti.

Bir diğer teori idealizmdir. Her ne kadar idealist teorinin ortaya çıkışı I. Dünya Savaşı’ndan sonra Başkan Wilson’un geliştirdiği 14 İlke’ye ve dış politikaya dayansa da İdealizmin özünde esasen Liberalizm vardır. Yani İdealizm ve Liberalizm aslında aynı felsefeye dayanmaktadır. ABD’nin veya genel olarak liberal-idealist dış politikanın hedefi, 20. yüzyıl tecrübesinde de görüldüğü gibi, temel olarak şu ilkeler üzerine dayanmıştır:

  1. İnsan doğası temelde iyidir, insanlar birbiriyle yardımlaşmayı ve iş birliğini tercih eder, çatışmayı değil.
  2. Savaşlar, insan doğasının değil, yanlış kurum ve kuralların ürünüdür. Dolayısıyla, doğru uluslararası örgütlerin olması durumunda savaş ve çatışmalar önlenebilir.
  3. Uluslararası barışın gelişmesi ve kalıcı hale gelmesi için uluslararası güç dengesi rekabeti yerine uluslararası örgütler ve hukuk içinde hareket edilmesi, uluslararası sorunların diplomasi, müzakere ve diyalog gibi barışçı yöntemlerle çözülmesi, müşterek güvenlik sisteminin geliştirilmesi, uluslararası ekonomik iş birliğinin ve hatta karşılıklı bağımlılığın geliştirilmesi gerekir.
  4. Etik, moralizm ve insani yardım hem iç hem de uluslararası politikada önemlidir.
  5. Uluslararası barış için, devletlerde demokrasinin ve hukukun üstünlüğünün olması gereklidir.

Liberalizm’in ABD iç ve dış politikasında bir mihenk taşı olduğunu tekrar vurgulamak gerekir. Liberalizm’in ABD dış politikasına etkisi, liberal değerlerin dünyaya yaygınlaştırılması sürecinde görülebilir. Bu bağlamda, bireysel özgürlük, sınırlı devlet, demokratikleşme, kapitalizm, çoğulculuk gibi değerler, ABD’nin dış politika hedefleri haline gelmiştir. Bu değerlerin ABD dış politikasına somut yansımalarını ise şu başlıklar altında özetleyebiliriz:

  1. İnsan hakları ve özgürlüklerin savunuculuğu: Bireyler özgürdür ve doğuş- tan sahip oldukları temel hakları vardır. Bu haklar ve özgürlükler, doğal hukukun ilkeleri çerçevesinde tüm dünyada korunmalı ve geliştirilmelidir. Bunu yapmayan veya ihlal eden ülkelere karşı mücadele edilmelidir.
  2. Demokrasinin yaygınlaştırılması: İnsanların kendi kendini yönetme hakkı olan demokrasi hem tekil bireylerin hem de tüm insanlık aleminin gelişmesi, barış ve istikrarın sağlanabilmesi için en elverişli rejimdir.
  3. Küreselleşmenin gelişmesi: Piyasa ekonomisi ve kapitalist model sadece ülke düzeyinde değil, tüm ‘yer kürede’ yaygınlaşmalıdır. Kısaca küreselleşme olarak isimlendirilen bu süreç ve yapı, dünyada refah ve barışa katkı yapacaktır.
  4. Neoliberal dünya sisteminin kurulması: Uluslararası ilişkilerin, demokrasinin, insan haklarının ve küreselleşme sürecinin, yani liberal değerlerin istikrarlı ve doğru bir yönde gelişebilmesi için, dünya çapında kural, kurum ve prosedürlere ihtiyaç vardır. Bu amaçla kurulan uluslararası kuruluş ve kurallar güçlendirilmeli ve geliştirilmelidir.
  5. İnsani müdahalecilik (humanitarian intervention): İnsan haklarını şiddetli bir şekilde ihlal eden ve bunun sonucunda uluslararası güvenlik sorunu yaratan devletlerin ve hükümetlerin içişlerine ‘tamamen insan haklarını korumak amacıyla’ müdahale edilebilir.

Yeni muhafazakârlık, ABD’li liberal entelektüellerin öncülüğünde soğuk savaş döneminde etkili olmuş, Sovyetlerle mücadele üzerine yoğunlaşmış olan muhafazakârlık’ın değişik bir formudur. ABD dış politikasında asıl etkili olduğu dönem, Soğuk Savaş sonrasında özellikle (oğul) Başkan George W. Bush dönemidir.

Yeni muhafazakarlık temel olarak Amerika’nın tehlikede olduğu varsayımıyla askeri harcamaların arttırılması ve ordunun aktif biçimde kullanılması gerektiğini savunan bir siyaset teorisidir.