ANTROPOLOJİ - Ünite 2: Kültür Kavramı Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: Kültür Kavramı
Ünite 2: Kültür Kavramı
Giriş
Evrim süreci, canlıların hayatta kalmasında temel mekanizmanın biyolojik uyarlanma yeteneği olduğunu işaret etmektedir. Oysa insanın biyolojik evrim süreci boyunca geçirdiği değişim, onun uyarlanmasını tam olarak açıklamak bakımından yetersizdir. Zira insan türü, çevresel baskılara kendi yarattığı bir araçla, kültürle uyarlanma yolunu seçerek ayakta kalmış ve türünün devamını sağlamıştır.
Kültür Nedir?
Kültür insanı diğer canlılardan ayıran en önemli olgudur. Kültür, en genel tanımıyla, insanın doğa dışında yarattığı ve ona eklediği maddî ve manevî her şeydir. Bunun içine, üzerine giydiği giysiden beslenme sistemine, barınma tarzından dinsel inanışına, toplumsal örgütlenmesinden hayatı anlamlandırdığı ideolojik çerçevelere kadar pek çok şey girer. Kısacası, aslında teknoloji ile ayin ya da konuşma diliyle yemek pişirme aynı gerçekliğin parçalarıdır. Bütün canlılar, evrim tarihi içinde farklılaşmıştır. İnsan türü de bunun dışında değildir. İnsan da, tıpkı diğer hayvanlar gibi doğal seçilim ve uyarlanma süreçlerinin etkisi altında biyolojik değişime uğramış, ancak evriminde asıl sıçramayı biyolojik donanımının yetersiz kaldığı noktalarda, kendisinin ürettiği bir takım araç-gereçler ve kurumlar yoluyla sorun çözerek, yani kültürel olarak gerçekleştirmiştir. Dünya üzerinde insanın uyarlanarak yurt haline getirmediği hiçbir coğrafya yoktur. En sıcak çöllerden en soğuk kutup bölgelerine, en kurak bozkırlardan en nemli tropikal alanlara kadar bütün coğrafî ve ekolojik eşikler insan tarafından iskân edilmiştir. Bunu sağlayan yegâne silah toplu olarak kültür kavramıyla açıklamaya çalıştığımız süreçler ve uyarlanma stratejileridir. Ekolojik eşik; canlıların yaşadıkları ortam ve onların bu ortama yaptıkları uyarlanmaların bütünüdür.
Bütün bu gelişmeler, insanın tarih öncesinden başlayıp bugünlere kadar ulaşan sorun çözme yöntemlerine, bunların birikimine ve değişip yeni koşullara uyarlayabilme yeteneğiyle ilişkilidir. Biz bu değişmeyi bir kültür tarihi olarak, yani insanın araç-gereçlerindeki (maddî) değişmeyi izleyebileceğimiz, bunun yanı sıra dünya görüşlerinde ve algılarındaki değişmeyi (zihniyet değişimini) de görebileceğimiz bir değişme örüntüsü içinde tespit edebilmekteyiz. İyiyi-kötüyü de, doğru davranışla yanlış davranış arasındaki farkı da kültürümüzden öğreniriz. Değişme örüntüsü; değişmenin belirli bir denge içinde ve değişen öğelerin karşılıklı ilişkisi bozulmadan yürümesi durumudur.
İnsan hayatının bütün yönlerini kapsayan ve tarihsel bir derinliği bulunan kültür kavramını tanımlamak pek kolay bir iş değildir. Bu yüzden kavram genellikle çok çeşitli yönlerine bakılarak tanımlanmış, antropolojinin tarihi içinde, çeşitli dönemlerde pek çok tanımlama denemesi ortaya çıkmıştır.
Kültürün tanımlanmasına ilişkin başlangıçtaki eğilimler, kavramla alet yapmak arasında ilişki kurmak biçiminde gelişti. İnsan alet yaparak diğer hayvanlardan ayrışmıştı ve biz ilk kültürleri bu aletlere bakarak tanımlıyorduk. Zira bugün insana yakın primat türlerinin (örneğin şempanzelerin) basit aletler yapabildiğini ve onları kullandığını biliyoruz. Hatta bazı araştırmacılar buna ön-kültür (pre-culture) adını veriyorlar. O zaman insanı farklılaştıran, yani ön-kültürle kültür kavramını birbirinden ayrıştıran başka özelliklere bakmamız gerekecektir. Böyle bir arayışa giriştiğimizde karşımıza iki alan çıkmaktadır: Toplumsallık ve iletişim. İnsanın hayatta kalma ve doğayı dönüştürme başarısının altında sadece alet yapma yeteneği bulunmamakta, bunun yanısıra yarattığı karmaşık bir toplumsallık ve geliştirdiği yüksek iletişim olanak ve yolları da yatmaktadır. İnsan türü, biyolojik donanımında var olan olanaklarla, doğal haliyle, prematüre yani olgunlaşmamış bir canlı görüntüsü arz eder. Doğada onu üstün kılan yegâne yetisi, diğer canlılarla kıyaslandığında sahip olduğu üstün zekâ gücüdür. Bu zekâ onun giderek gelişen aletler yaparak bu olgunlaşmamış doğal halinin dezavantajlarını avantaja çevirmesini sağladığı gibi, gelişmiş bir toplumsallık kurmasını da sağlamıştır. Zira insan türü bu toplumsallığı sayesinde doğanın zorlu koşullarına direnebilmiş, doğayı istismar ve kontrol etmeyi başararak doğa-dışı bir hayat kurabilmiştir. Öte yandan insanlığın başlangıcından beri insanların takımlar ve giderek daha karmaşık topluluklar halinde yaşadığı bilinmektedir. Çünkü prematüre haliyle bir insanın hayatın gerektirdiği bütün etkinlikleri gerçekleştirmesi olanaksızdır. Bu yüzden başka insanlara ihtiyaç duyar. En temelde insan yavrusunun uzun süreli bakıma ihtiyaç duyması, onu koruyup kollayacak, bakımını yapacak ve hayata hazırlayacak bir kurumu zorunlu kılmıştır. O nedenle baba veya annenin mensup olduğu bir tür topluluk onun da ihtiyaçlarını karşılayacak yükümlülükleri paylaşmak zorundadır. Bu, topluluğun devamı için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Dolayısıyla paylaşma ve topluluğun korunması temelinde bir birlik inşa edilir. İlk toplumsallık biçimi bu olmalıdır. Başlangıçtaki avcı-toplayıcı insan, sadece bu nedenle değil, yaşamının temeli olan av etkinliği için de örgütlenmek zorundadır. Örgütlenmek ve eşgüdüm, belirli düzeyde etkileşimi gerektirir. Etkileşim gereği, çeşitli iletişim biçimlerinin, en başta da konuşma dilinin gelişmesini sağlamıştır. Konuşma dilinin üzerine içinde simgelerin ve soyutlamaların yer aldığı büyük bir iletişim dünyası ortaya çıkmıştır. Dil, simgeler ve soyutlamalar, bu ilksel topluluk içinde topluluğun yeni üyelerine aktarılır ve kültür böylelikle inşa edilir, giderek kararlılık ve süreklilik kazanır. İlksel topluluk; insan toplumlarının ve toplumsal özelliklerin ilk halini temsil eden topluluktur.
Kültür kavramının çoğunlukla başvurulan ve geniş kabul görmüş tanımını 1871 yılında Amerikalı antropolog Edward Tylor yapmıştı. Tylor’a göre kültür ya da uygarlık; bir toplumun üyesi olarak, insanoğlunun öğrendiği bilgi, sanat, gelenek-görenek ve benzeri yetenek, beceri ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür. Bu tanımlama denemesinde üç vurgu öne çıkmaktadır. Birincisi bir toplumun üyesi olarak tanımlanan insanın toplumsallığına yapılan vurgudur. İkincisi öğrenme edimine yapılan vurgudur. Üçüncüsü ise kültürün karmaşık bir bütün olarak nitelendirilmesidir.
Bu tanım biraz daha ileri götürüldüğünde Yalçın İzbul’un (1983) yaptığı tanıma yaklaşırız: Kültür, belirli bir topluluğun, sosyal etkileşim yoluyla sürdürdüğü ve bireylere kazandırdığı maddî-manevî yaşam tarzıdır. Bunula birlikte dünya görüşü bileşimi, onların bir bütünleşmesi olup, varlık nedeni ve sonucu ise çevreye uyarlanma, giderek çevreyi kendi kuramsal amaçları doğrultusunda değiştirme dinamiğidir.
Bu tanım, Tylor’un tanımının yanına toplumsal etkileşimi, yaşam tarzının hem maddî hem de manevî yanlarını, dünya görüşü kavramını ve uyarlanmayı eklemekte, kültürü bir dinamik olarak ele alarak kültürel değişmenin evrenselliğine vurgu yapmaktadır.
Kültürün Özellikleri
1.Kültür hem evrenseldir hem de özeldir: Kültür olgusunun dışında bir insanlık tanımlanamaz. Dünyanın bütün coğrafyalarına dağılarak bu farklı yörelerde farklı uyarlanma süreçleri geçirmiş olan kültürler, göçlerle ya da kendilerine yakınlaşan ya da yer değiştiren kültürlerle temaslar sonucunda yeniden farklılaşıyorlar; onlara gelen ya da o kültürün içinden doğan yeniliklerle kültürler yeni biçimler alıyorlar. Dolayısıyla kültürler arasında bir sarmaşma ve ayrışma dinamiğinden ve bu dinamiğin sürekliliğinden söz edebiliriz. Kültürler zaman zaman yakın oldukları kültürlerden farklılaşıp başkasıyla ilişkiye geçebiliyor, yani sarmaşıyor; kimi zaman da alan veya uyarlanma stratejisi değiştirerek yakın oldukları ya da daha önce etkilendikleri kültürlerden ayrışıyorlar. Üstelik bu sürekli oluyor. Bu nedenle herhangi bir öz kültür tanımlamak, yani tarihin derinliklerinden bugüne kadar fazlaca ya da hiç değişmeden ve ortaya çıkmasına yol açan dinamiklerle bağını hiç kopartmadan bugüne kadar gelen bir kültür bulmak olanaksızdır. Bunun gibi, bu değişme ve uyarlanma baskısı altında, “belirli bir kültürün esas özellikleri şunlardır” gibi bir liste vermek de mümkün değildir. Vereceğimiz her liste o ana, o zamana ait olacak ve tanımlamamız dünya görüşümüzle bağlantılı, yani göreli olacaktır. Böyle çabalara biz özcülük diyoruz. Eğer değişme esas ise, özcülük hem mantık hem de bilim dışı demektir. Özcülük; varlıkların tarihsel değişmesi ve onların mekânsal farklılaşmalarını dikkate almadan onların özünü araştırmaya yönelen bakış açısıdır.
2. Kültür kapsayıcıdır: İnsan yaratımı olan hiçbir şey kültürün dışında değildir. Taş çağlarında atalarımızın yaptığı basit aletlerden uzaya yolladığımız mekiklere kadar herşey karmaşıklığı ve teknolojisi ne olursa olsun, birer kültür ürünüdür.
3. Kültür toplumsaldır: Bir bireye ait kültürden söz edilemez. Kültür toplumsal olarak kazanılır, yaşanır ve aktarılır.
4. Kültür bir soyutlamadır: Kültür ortak ve bütünleştirici bir yaklaşımla tanımlandığı için somut olarak gösterilebilen bir şey değil, bir soyutlamadır. Kültürü hayatın içinde somut olarak işaret edemeyiz. Bir kültürden bahsetmek, aslında belirli bir topluluğun günlük yaşamına hükmeden, ona yön veren değerlerden, norm ve kurallardan bahsetmektir. Günlük yaşamın gözlemlenmesi, bu yaşama yayılan davranış ve tutumların arkasında yatan tutarlı bütünlüğe, yani soyut düzleme ulaşmak için bir araçtır.
5. Kültür tarihsel ve süreklilik içinde bir olgudur, dinamiktir, değişmeye tâbidir: Kuşaktan kuşağa aktarılarak süreklilik kazanan, uyarlanma sürecinin ve pek çok toplumsal etkileşimin etkisi altında değişerek varlığını sürdüren bir bütündür. Ancak kültürün aktarılarak insan yaşamının sınırlarını çok aşan bir hayatiyetinin bulunması onun değişmesi önünde bir engel değildir. Kültürler zaman zaman yavaş, zaman zaman da hızlı değişirler. Önceki kültürel özellikler kalıntılar halinde devam eder ve ancak zaman içinde etkisini azaltarak ortadan kalkabilir. Bu nedenle, eğer bir kültürden diğerine hızlı bir biçimde geçmek kast ediliyorsa, kültür devrimi olanaklı bir toplumsal dönüşüm biçimi değildir. Kültür devrimi; bir halkın yaşam tarzını, gelenek görenek ve inanç biçimlerini kökten değiştirmeye yönelik siyasal müdahaledir.
6. Kültür öğrenilir: Kültür, insanın doğuştan getirdiği, kalıtsal bir olgu değildir. Her birey, başta ailesi olmak üzere içine doğduğu kültürün mekanizmaları aracılığıyla, doğduktan sonra çeşitli bağlamlarda kurduğu toplumsal ilişkiler yoluyla, toplumsal etkileşim içinde bu kültürü öğrenir. Öğrenme süreklilik arz eder, insan hayatının belli bir bölümüyle sınırlı değildir ve öğrenilenler öğrenen tarafından başkalarına, özellikle de bir sonraki kuşağa aktarılır.
7. Kültür ihtiyaçları giderici ve doyum sağlamaya yönelik bir yapıdır: İnsanların, diğer canlıların aksine içinde yaşadıkları çevreye uyarlanmalarında kullandıkları temel araç kültürdür. Çevreye uyarlanmanın birinci koşulu, temel biyolojik ihtiyaçlarımızın giderilmesi gereğidir. Temel ihtiyaçlarımızı, yani yeme-içme, soluk alma, barınma, giyinme, üreme gereğini kültürün kurumları aracılığıyla yerine getiririz. Dolayısıyla bir kültürün birincil işlevi bu ihtiyaçların doyurulmasıdır.
8. Kültür bir bütündür ve bütünleştiricidir: Kültür çatışmaya değil, bütünleştirmeye yöneliktir. Toplumsal hayat çatışma yaratıcıdır. Sınıf, tabaka, cinsiyet, yaş gibi farklılıklara dayanarak toplumlarda statü ve servet farkları oluşmuş ve bu farklar toplum içinde çatışma riskini her zaman arttırmıştır. Oysa kültür bu çatışma riskini azaltıcı bir şekilde farklara ilişkin çatışmacı yorumu görmezden gelmemizi sağlayan ve belirli dayanışma modelleriyle bu farkları önemsizleştiren bir bütünlük duygusu sunar.
9. Kültür bir simgeler sistemidir: Kültür bize pek çok simgeyi ve onların anlamlarını öğretir. Bu simgeleri çözer ve ona göre davranırız. Doğal olarak bu simgeler kültürden kültüre, zamandan zamana değişir. Simgeler aynı zamanda davranış göstergeleridir. Simgeyi çözersek arkasından gelecek davranışı da bilebiliriz. Örneğin pazar günü çalan çan sesi, mümin bir Hıristiyana kiliseye gitmesi gerektiğini söyler; tıpkı ezan sesinin mümin bir Müslümanın biraz sonra namaz kılması gerektiğini bildirmesi gibi... Biz o kültüre yabancıysak, yani simgeyi ve anlamını bilmiyorsak bu simge ve işaretlerin gerektirdiği davranışları da bilemez ve bunlara uyamayız. İnsan sürekli bir simge yaratıcısıdır; bu simgeleri yaratır ve ona göre davranır.
10. Kültürün hem maddî hem de manevî yönü vardır, bu iki yön arasında bir ikilik yoktur: Kültürün maddî varlıklar halinde gördüğümüz ürünleri yanında değerler, tutumlar, davranışlar ve alışkanlıklar biçiminde, görülemeyen ama uyulan ve izlenebilen öğeleri vardır. Ancak bu iki yön arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. O nedenle Kıta Avrupası’nda ortaya çıkan ilk kültür tanımlarında olduğu gibi maddî kültür-manevî kültür ayrımı yapay bir ayrımdır.
11. Kültür doğal ve toplumsal dünya ile aramızdaki çevirmendir: Kültür doğal ve toplumsal dünyayı algılamamıza ve anlamlandırmamıza yarayan çerçeveleri sunar. Dünyayı bu çerçeveler olmadan algılayamaz ve anlamlandıramayız. Bir deyişle, doğduğumuz andan itibaren gözlerimize kalın bir mercek yerleştirilmiştir, ama biz bu mercekle dünyaya bakmayı, dünyaya bakmanın en doğal, en olağan ve en doğru hali sayıyoruz. Antropolog Ruth Benedict, bu yüzden, “gözümüzdeki merceklerin farkına varmaksızın dünyaya bakıyoruz” diyor. Bir Yörük çocuğu muhtemelen zehirli mantarla zehirli olmayanı ayırt edebilecektir; ama bu bizim için imkânsızdır, zira bizim kültürel kodlarımızda bu doğal durumu anlamlı hale çevirecek bir veri, bir bilgi yoktur. Dolayısıyla gördüklerimizi, duyduklarımızı ve yaşadıklarımızı önce kendi kültürümüzün diline çevirir ve onları o yolla anlamaya çalışırız.
12. Kültür doğaya el koyar: Kültür yoluyla doğayı insanileştiririz, onun üzerinde kurallar koyar, onu sınıflandırır ve dönüştürürüz. Örneğin orman yangınlarının arttığı aylarda insanların ormanlara girmesini yasaklayan doğal bir engel yoktur ama hükümet orman yangınlarını önlemek amacıyla, insanların ormanlara girişini yasaklayabilir. Doğa üzerindeki bu yasak doğanın kendisinden değil, onun üzerinde hüküm kuran insanlardan kaynaklanır. Oysa doğada böyle iradî bir mekanizma yoktur. Türler doğa karşısında sadece doğa yasalarına tâbidir, oysa biz insanlar onların bazısının korunmasına karar verebilir ve bunun için önlemler öngörebiliriz.
13. Kültür aynı zamanda bir idealler sistemidir: Kültür taşıdığı kurallar, normlar ve değerler aracılığıyla bize ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini söyler. Ancak bizler her zaman bu değer, kural ve normlara uygun davranmayız. Dolayısıyla olması gerekenlerin toplamı olan ideal kültür, pek çok zaman bize kültürün gerçekte nasıl yaşandığını söyleyemez. O nedenle bazı antropologlar ideal kültür-gerçek kültür ayrımı yaparlar ve gerçek kültürü gözlemlemek için alan araştırmasına çıkarlar. Kültür ideal başvuru çerçevelerinden oluşsa da, her zaman bu çerçevelere uyulmaz.
14. Kültür bir uyarlanma tarzıdır: Daha önce de vurguladığımız gibi kültür, insan türünün biyolojik olanaklarını değil, kendi zihninin ve el becerisinin ürünü olan yaratıları kullanarak çevreye uyarlanmasıdır. Kültürün gelişimi çevre koşullarıyla bir uzlaşma girişimi olduğu kadar, yeniliklerden ve yaratılardan doğan yeni durumlara uyum sağlama yönünde ya da yeniliklere ve yaratılara yol açan kendi iç gerilimleri aşmak için başvurulan yeni uyarlanmalar biçiminde akar gider.
15. Kültür hem uyarlayıcı hem de uyum bozucudur: Kültür yoluyla uyarlanma, başlıca bir insan davranışıdır. Ancak her uyarlanmanın aynı zamanda geçici bir uyarlanma olduğunu da kabul etmek gerekir. Kısa insan hayatı bakımından elverişli ve verimli görünen bir uyarlanma tarzı, uzun vadede tersine çalışabilir ve insan hayatının sürekliliğine zarar verebilir.
Kültürel Süreçler
Kültürün yaşanmasına, süreklilik sağlamasına ve değişmesine aracılık eden birtakım süreçlerden söz etmek mümkündür. Bu süreçler antropologlar tarafından sınıflandırılmış ve açıklanmıştır.
Kültürleme (Enculturation): Bir kültürün içine doğan bireyin annesinden başlayarak halkalar halinde genişleyen kurumlar ve öğeler üzerinden içine doğduğu o kültürü öğrenmesi süreci, kültürleme süreci olarak adlandırılır. Bu süreç doğumdan ölüme, beşikten mezara kadar devam eder.
Kültürleşme (Acculturation): Birbirinden farklı iki kültürün çeşitli şekillerde temas etmesiyle alışveriş içine girmeleri, bu alışveriş sonucunda birbirinden alıp verdikleri öğelerin giderek birbirine karışması ve kökenlerinin bilinemez hale gelmesiyle ortaya çıkan bir süreçtir. Bu sürece giren iki kültürün ikisi birden, birbirlerinden etkilenerek değişmektedir. Biz bu değişimler sonucunda, değişen öğelerin kökenini unuturuz ve böylelikle o öğe girdiği kültürün özelliği haline gelir. Kültürleşmeye maruz kalmamış kültür çok azdır.
Kültürel Yayılma (Diffusion): Belirli bir kültür merkezinde ortaya çıkan maddî ve manevî bazı kültür öğelerinin çevreye, başka kültürlere yayılmasıyla yaşanan bir kültürel süreçtir. Bugün bizim benimsediğimiz giyinme tarzı, Batı toplumlarında gelişerek çevreye, diğer kültürlere, o arada bize ulaşan bir kültür öğesi olarak tipik bir kültürel yayılma örneğidir.
Kültürlenme (Culturation): Farklı kültürel yapılardan gelen kişilerin başka bir kültürel alana gelmeleri durumunda ya da geldikleri yerde yeni bir uyarlanma ihtiyacıyla karşılaştıklarında, ne içine girdikleri kültürde bulunan ne de ait oldukları kültürde var olan yeni bir öğe yaratmaları, yeni bir birleşime varmaları durumudur. Kentleri saran gecekondular bunun tipik örneğidir. Kentlerde gördüğümüz gecekondular, ne kırsal bölgelerdeki mesken tipine ne de kentlerin bildik mesken tipine benzemektedir. Dolayısıyla köyden kente gelenler, bir kültürlenme biçiminde, buradaki yeni barınma ihtiyaçlarına yönelik yeni bir konut formu meydana getirmişlerdir.
Kültür Şoku (Culture Shock): Kendi kültür dünyasından çıkarak tanımadığı, dilini bilmediği, dilini bilse bile simgelerini çözemediği, değerlerinden ve kurallarından haberli olmadığı bir kültürün içine giren bireyin yaşadığı sıkıntı durumu, bunalım halidir.
Kültürel Gecikme (Cultural Lag): William F. Ogburn tarafından önerilen bu kavramla, kültürel değişme etkisi altında kalan kurumların bu değişmeye gösterdikleri tepkinin hızındaki farklar anlatılır. Genellikle teknolojik yenilikler bu türden uyum zorlukları ve dengesizlikler yaratmaktadır. Belirli bir bağlamda ortaya çıkmış teknolojik gelişmeler, o gelişmelerin toplumsal kullanımına ilişkin kuralları da yaratır. Bu kurallar, ortaya çıktıkları toplumda benimsenir ve yerleşikleşir.
Kültürel Özümseme (Assimilation): Bir kültürün bir başka kültürü, çeşitli nedenlerle etki altına alması ve giderek kendine benzetmesi, bu sürecin sonucunda da kendi içinde eritmesi olarak tanımlanabilir. Genellikle belli bir bölgede hâkim hale gelen bir kültür, gerek o kültürden olmanın sağlayacağı iktisadî avantajların etkisiyle gerekse bu kültürün sunduğu imgenin bir yüksek ya da gelişkin bir kültür imgesi sunması nedeniyle, bölgedeki diğer kültürler üzerinde baskı yaratır. Bu baskı sonucunda, diğer kültürlerin mensupları adeta kendi kültürlerinden kaçmaya başlarlar ve kültür değiştirirler. Kültürel özümseme süreci böyle başlar. Devamında bu kültürel kaçışın yoğunlaşması, kaçılan kültürün bir ölü kültür haline gelmesine neden olur.
Kültürel Bütünleşme (Integration): Belirli bir coğrafyadaki egemen kültürün diğer kültürleri ya da yerel çeşitliliği baskı altına almasına karşın, özellikle günümüzde yaygınlaşan çokkültürcülük politikalarıyla bu kültürlerle uzlaşma arayışına girmesi sonucunda, diğer kültürlerin kendilerini korumakla birlikte, büyük kültürle uyumlu hale gelmeyi ve onun şemsiyesi altında birer alt-kültür olarak tanımlanmayı benimsemeleri sürecidir. Bu süreçte egemen kültür, diğer kültürleri koruyucu ve gelişmelerini sağlayıcı birtakım siyasal, iktisadî ve toplumsal mekanizmaları hayata geçirir. Çokkültürcülük; bir ülkede kültürel çeşitliliğin iyi ve arzu edilir olduğu fikri ve bu çeşitliliğin kültürel ve siyasal temsile yansımasıdır.
Zorla Kültürleme (Trans-Culturation): Egemen kültürün, doğuracağı tepkileri dikkate almaksızın, diğer kültürleri zorla kendine benzetmeye ve bu yolla yok olmalarını sağlamaya itmesidir. Bu süreçte dönüştürülmek istenen kültüre ait tarihsel ve manevî izler de tahrip olur. Burada özümleme sürecinde gördüğümüz türden bir gönüllülük ya da kendiliğindenlik söz konusu değildir.
Kültürel Değişme ve Gelenek: Yukarıda anlatılan bütün süreçler kültürün değişmesine yol açar. Kültür dinamik bir olgudur. Bizim gelenek diye adlandırdığımız pek çok şey, aslında kültürel değişme sürecinin belli bir anında ortaya çıkmış daha eski bir referanstan başka bir şey değildir. Bu referans kültüre ilk girdiğinde bir yenilikti. Sonradan benimsenip yaygınlaşarak gelenek halini alır ve değişmeye-dönüşmeye adaydır.