ANTROPOLOJİ - Ünite 4: İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri ve Biyolojik Çeşitliliği Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri ve Biyolojik Çeşitliliği
İnsanın Canlılar Dünyasındaki Yeri
İnsanı hem kuşa hem de balinaya benzetirsek canlıları sınıflama girişimlerini ve insanın canlılar dünyasındaki yerinin nerede olduğu sorununu çözümsüzlüğe sürüklemiş oluruz. Bu sorunun çözümünü 18. yüzyılda yaşamış olan ünlü doğa bilimci Carl von Linné’nin (1707-1778) canlıları sınıflama denemesinde bulmaktayız. Biyolojik sınıflama sistemi olarak bilinen taksonomi, bilinen canlıların bir listesini vermekten çok, paylaştıkları özellikleri dikkate alarak onları birbirleriyle ilişkilerini belirlemeye dayanmaktadır. Yaşayan organizmalarda Tanrı’nın tasarımının doğasını anlamaya yönelik olan bu sınıflama, günümüzde evrimsel yapının tanımlanmasında kullanılmaktadır. Canlılar birbirleriyle olan benzerliklerini farklı nedenlerden ötürü kazanabilmektedirler. Örneğin özellik ortak atadan aktarılmış olabilir.. Ortak atadan kalıtılan, birden fazla tür tarafından paylaşılan ve yapısal açıdan benzerlik gösteren organlara kökendeş (homolog) organlar denilmektedir. Ancak kökendeş organları aynı işlevleri yerine getirmeleri gerekmez. Canlıların sahip oldukları özellikler arasındaki benzerlikler, bütünüyle kalıtımdan köken almamaktadır. Bazı özellikler, birbirlerinden bağımsız olarak, evrim sürecinde benzer ortamlara uyum sağlamayla da kazanılmış olabilir. Kökenleri farklı olan, dolayısıyla evrimsel açıdan birbirleriyle ilişkili olmayan, ancak benzer işlevleri üstlenen organlara ise işlevsel ya da görevdeş (anolog) organlar denilmektedir. Biyologlar canlıları organlarının işlevlerine göre değil, yapı ve kökenlerine göre sınıflayarak kuşlar, memeliler şeklinde yapmaktadırlar. Böylece bu grupların birbirleriyle ortak özellikleri, onların geldikleri kökene ilişkin bilgileri de yansıtılmış olur. Özellikler yalnızca yapı ve kökenlerine göre değil, gelişmiş ya da ilkel özelliklerin korunması dikkate alınarak da yapılmaktadır. Bununla birlikte, gelişmiş ya da ilkel özellikler görecelidir. Genetik özellikler, morfolojik özelliklerin yanı sıra canlıların sınıflamasında kullanılan yeni bir yaklaşımdır. Moleküler sistematik olarak da bilinen bu tür sınıflamalarda DNA dizilimi, DNA çaprazlanması, proteinlerin immünolojik tepkimelerinin karşılaştırılması gibi özellikler kullanılarak türler arasındaki genetik uzaklık belirlenmektedir. Aynı kökenden gelen organlar, primitif ve türemiş organlar ile canlılar arasındaki genetik uzaklık dikkate alındığında insanın canlılar dünyasındaki yeri şöyle tanımlanabilir: Besinlerini sindiren, hareket etmesi, duyu ve sinir sitemine sahip olmasıyla insan, canlılar dünyasında mantarlar, tek hücreliler, virüsler, bitkiler âlemlerinin değil hayvanlar âleminin bir üyesidir. İnsanın da içinde yer aldığı grupta omurga adını verdiğimiz kemik bir yapıyla merkezi sinir sisteminin çevrelenmesi nedeniyle diğer omurgalılarla aynı alt şubede yer almaktayız.
Primatlar
Prosimiyenleri, Eski ve Yeni Dünya maymunlarını, kuyruksuz büyük maymunları ve insanı içeren memeli takımına primat adı verilmektedir.
Primatların Özellikleri: Primat takımında yer alan türler, ağaç yaşamına uyarlanmayı yansıtan temel anatomik özelliklere sahiptir. Primat takımını bütün üyelerinin el ve ayaklarında beşer adet parmak bulunmaktadır. Parmaklar belli ölçülerde içe eğimli olup, ağaçların dallarına daha kolay tutunmaya ve ağaçların ince dallarına kadar ulaşmaya uyarlanmıştır. Dik duruş pozisyonu ve iki ayak üzerinde (bipedal) hareket sistemine sahip tek primat türü olan insanda ayaklar bir kaide özelliği kazanmış ve başparmağın tutuculuğu büyük oranda güdükleşmiş olmakla birlikte, insan olmayan primatlarda bu özellik korunmuştur. Primat takımında koklama duyusunun önemi azalmasına karşın görme duyusu önem kazanmıştır. Primatlarda görme açısından beliren bir diğer önemli farklılık ise renkli görme yetisidir. Dişlerin sayısında meydana gelen azalma primat takımının en önemli özellikleri arasında yer almaktadır. Birçok primat farklı besin türlerinden oluşan karma beslen meye Primatlar yeryüzündeki en iri beyne sahip olan canlılardır. Beynin iriliği değil karmaşıklığı da primat takımında ileri düzeydedir. İri bir beyin, daha karmaşık düşünce sistemine ve öğrenmenin gelişimine işaret etmektedir. Bu nedenle primatlar diğer memelilerden daha esnek ve öğrenmeye dayalı davranışlara sahiptirler .Primatlar bir grup içerisinde yaşamaya eğimlidirler. İnsan, diğer canlıların tersine içinde doğduğu toplum ve yarattığı kültür olmaksızın yaşamını sürdüremez.
Prosimiyenler: Primat takımı geleneksel olarak iki büyük alt takıma ayrılmaktadır: Prosimiyenler ve antropoidler. Lemurlar, lorisler ve tarsiyerleri içeren prosimiyen alt takımı, Afrika’nın doğu kıyılarına komşu olan Madagaskar Adası (lemur) ile Hindistan, Sri Lanka, Güneydoğu Asya, Afrika’da (lorisler ve tarsiyerler) yaşamaktadırlar. Bu iki grup son derece iyi tırmanma ve kavrama yetisine sahiptirler. İri gözleri, yüzün önemli bir kısmını oluşturmaktadır.
Antropoidler: Antropoid ler insansı maymunlar olarak da bilinmektedir. Antropoidler genellikle iri boyuta sahiptirler. Beyin hacimleri daha fazla olup, koklama duyuları zayıflamış, görme duyuları ise daha fazla gelişmiştir.
Yeni Dünya Maymunları: Yeni Dünya maymunları boyut açısından 350 gr ağırlığındaki küçük boyutlu tamarinlerden 9 kg ağırlığındaki howler maymunlarına kadar geniş bir dağılım göstermektedirler. Hemen hemen tamamı ağaç yaşamına uyum sağlamıştır. Hatta bazıları yere inmezler.
Eski Dünya Maymunları: Eski Dünya maymunları, Yeni Dünya maymunlarından daha fazla davranışsal ve biçimsel çeşitliliğe sahip olan primatlardır. Çoğunlukla ağaç yaşamına uyarlanmış olmakla birlikte babunlar gibi bütünüyle yerde yaşayanları mevcuttur. Sosyal organizasyonları oldukça karmaşık olan Eski Dünya maymunları, bir ya da iki erkeğin bulunduğu küçük gruplardan, birkaç erkek ve dişi ile onların çocuklarından oluşan büyük gruplara kadar oldukça değişik sosyal gruplar oluşturmaktadırlar. Eski Dünya maymunları arasında tek eşlilik yaygın bir durum değildir.
Hominoidler: Taksonomik sınıflamada insan, kuyruksuz büyük maymunlar ve hilobatlar Hominoidea adındaki üst aile içerisinde yer almaktadır. Şempanze, goril, orangutan ve insanın aynı üst aile içerisinde yer alması beyin kapasitelerinden morfolojik özelliklerine, genetik yapılarından toplumsal örgütlenmelerine ve sosyal organizasyonlarına kadar birçok özellik açısından birbirlerine benzemelerinden kaynaklanmaktadır. Kuyruksuz büyük maymunlar ya da ponjidler, orangutan, goril ve şempanze olmak üzere üç farklı primat türünden oluşan bir hominoid grubudur. Kuyruksuz büyük maymunlar primatlar arasında en büyük ve ağır olanlarıdır. Orangutanlar 140 kg, goriller ise 200 kg ağırlığına ulaşabilmektedir. Sosyal gruplar halinde yaşayan kuyruksuz büyük maymunlar arasında şempanzeler dişi gruplar oluşturmaktadır. Kuyruksuz büyük maymunlarda davranışlar kalıtsal yapı tarafından sınırlanmamaktadır. Bu nedenle kuyruksuz büyük maymunlarda sadece biz insanlara ait olduğunu düşündüğümüz birçok davranış biçimi vardı. Bunlar arasında avlanma, alet yapımı ve kullanımı, iletişim ve öğrenme gibi davranışlar ilk akla gelenlerdir. Tasarlayarak alet üretimi insan dışındaki canlılarda da mevcuttur. Ancak şempanzeler bu konuda insana daha yakındırlar. Yabani şempanzeler düzenli olarak alet yapmaktadır. Ses telleri insan gibi konuşmaya uygun olmamakla birlikte, farklı sesler çıkarma yoluyla gerçekleştirilen gelişmiş bir iletişim kurma becerisi insanların kuyruksuz büyük maymunlarla paylaştığı özelliklerden biridir. Şempanzelerde 25 farklı sesten oluşan çığlık sistemi mevcuttur. Şempanzelerin çıkardığı çığlıklar yalnızca bir durum için geçerlidir. İnsanlar gibi ses çıkaramamakla birlikte Şempanze, goril ve orangutan gibi kuyruksuz büyük maymunlar işaret dilini öğrenerek insanla iletişim kurabilmektedir. Kuyruksuz büyük maymunlar arasında yalnızca şempanzelerde avlanma gözlemlenmiştir. Kuyruksuz büyük maymunlar yalnızca morfolojik ve davranışsal özellikleriyle değil, genetik yapılarıyla da insana büyük benzerlikler göstermektedir. Genetik olarak en yakın akrabası olan şempanzelerle insan arasındaki genetik farklılık yalnızca %1,2’dir.
İnsan: İnsanın beyni diğer hominoidlerden daha iri (ortalama 1400cm3) ve karmaşıktır. Yüzü daha kısadır ve bütünüyle beyin kutusu nun altında yerleşmiştir. İnsan ile kuyruksuz büyük maymunlar arasında beliren en belirgin farklılıklar, onların davranışlarında kendisini göstermektedir. İnsan çocukluk dönemi en uzun olan tek hominoiddir. Bu özellik ona, diğer hominoidlerden daha uzun süren ebeveynlere bağımlılık ve daha fazla toplumsal öğrenme yetisi kazandırmaktadır. İnsanın davranış büyük oranda öğrenmeye dayalı alışkanlıklara dayanmaktadır. Öğrenilen özellikler arasında üretme, yaratma yeteneği ve dil merkezi bir konumda yer almaktadır. İnsan yarattığı kültür olmaksızın ve toplumdan soyutlanmış halde yaşamını sürdüremez. Diğer canlılardan bizleri ayırt eden özelliklerimiz mevcut olmakla birlikte, birçok özelliği de başta hominoid ler olmak üzere diğer canlılarla paylaşmaktayız. Sese dayalı iletişim sistemi, davranışların gelecek kuşaklar tarafından öğrenilmesi, kendini ve akrabaları tanımak, yalan söylemek, avlanmak, kültürün öncülü olarak değerlendirilen alet yapmak başta olmak üzere insani olarak tanımladığımız birçok özelliği başta şempanze, goril ve orangutan olmak üzere diğer hominoidlerle paylaşmamız, hatta genetik olarak da aramızda çok az fark olması, aramızdaki farklılıklarını niteliksel değil niceliksel olduğunu ortaya koymaktadır.
İnsanın Biyolojik Çeşitliliği
Irk mı? Biyolojik Çeşitlilik mi?: İnsan, diğer adıyla Homo sapiens hominoidea üst ailesi içerisinde yer alan bir türdür. Bir canlı türüyle başka bir canlı türü arasında benzerlikler olsa da türler üreme engeliyle birbirlerinden kesin olarak ayrılırlar. Aynı türün üyesi olan bireylerin tümü teorik olarak çiftleşip üreyebilirler. Ancak insan türü içerisinde yer alan populasyonlar, aileler, hatta aileyi oluşturan bireyler arasında da farklılıklar mevcuttur. İnsanoğlu, doğadaki canlıları kendini merkeze alarak sınıflamış, bu arada kendi türünün gösterdiği çeşitliliği de sınıflayarak kendini ve kendi dışında kalanları algılamaya çalışmıştır. Bu tür sınıflamaların insanlığın tarihi kadar eski olduğu varsayılsa da, en eski belgeler Mısır’da karşımıza çıkmaktadır. M.Ö. 1350 yıllarında Mısırlılar insanları görünür özelliklerini kullanarak, Kırmızılar (Mısırlılar), Sarılar (Doğulular, Asyalılar), Siyahlar (Afrikalılar) ve Beyazlar (Kuzeyliler) olmak üzere dört gruba ayırmışlardır. 1492’de Amerika’nın keşfini müteakip hız kazanan Avrupalıların keşif ve kolonileştirme çalışmaları, kendini uygar olarak tanımlayan Avrupalılardan teknolojik açıdan daha geri, görünüş olarak onlardan farklı Amerika, Avustralya ve Afrika’nın yerli halklarıyla tanışmalarına yol açmıştır. 17. yüzyılın sonlarından itibaren, Avrupalılar, yeni tanıdıkları ötekilerin insan olup olmadıklarını, kendileri gibi Adem ve Havva’nın soyundan gelip gelmediklerini sorgulamaya başlamışlardır. Bu yerliler ile Avrupalılar arasındaki farklılıkları, insan ile maymun arasındaki farklılıkla eş değer tutup, yerlilerin insan olarak değerlendirilemeyeceği yargısına ulaşmışlardır. Bazı düşünürler ise daha da ileri giderek ilkel olarak değerlendirdikleri bu halkları beyazların temsil ettiği insan türünün dışına itmeye çalışmışlardır. Avrupalılarla Avrupalı olmayan yerli halkların aynı kökenden gelip gelmedikleri ve aynı tür içerisinde sınıflandırılıp sınıflandırılamayacakları sorunu monogenizm ve poligenizm adıyla anılan iki görüşün doğmasına neden olmuştur. Monogenizm renkleri ve görünüşleri nasıl olursa olsun tüm insanların aynı türün üyesi olduklarını ve Adem ve Havva’dan geldiklerini, ancak sonradan farklı çevrelere uyum sağlayarak değişiklik görünümler kazandıklarını savunan görüştür. Poligenizm ise insan ırklarının hepsinin Adem ve Havva’dan gelmediğini, dolayısıyla ayrı türler olarak değerlendirilmeleri gerektiğini savunan görüştür. İsviçreli anatomist Retzius ırk sınıflandırmasında kullanılacak bir ölçüt olarak kafatası endisini geliştirerek, kafataslarını uzun (dolikosefal) orta yuvarlaklıkta (mezosefal) ve yuvarlak (brakisefal) olarak sınıflamıştır. Buna göre bazı ırklar uzun, bazıları yuvarlak ve bazıları da orta yuvarlaklıkta bir kafatası biçimine sahiptir. Kafatası biçimine dayalı ırk sınıflandırması daha sonraları ırkçılık tartışmalarının odağına yerleşecektir. Bu tür biçimsel özelliklerin insanların teknolojik, davranışsal, moral ve zekâ düzeylerini de belirlediği düşüncesi 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar büyük ölçüde kabul gören bir düşünce olmuştur. Bu görüş, 20. yüzyılın başında bazı devlet yöneticileri tarafından evlilik, çocuk sahibi olma ve aile büyüklüğünün düzenlenmesiyle ırkların geliştirilmesi, böylece saf ırkın yaratılması anlamına gelen öjeniye kadar ulaşmıştır. Francise Galton tarafından önerilen bu görüş Nazi Almanya’sında en üst düzeye çıkan ırkı kötü unsurlardan temizleme uygulamalarıyla bir insanlık dramına dönüşmüştür. Hiç bir bedensel özelliğin tek başına ırkları sınıflamada başarılı olmadığı anlaşılınca, başka çözümlerin aranmasına neden olmuştur. Sınıflamaların doğru yapıldığı varsayılsa bile, bu sınıflamalarda ortaya çıkan bir diğer sorun ırklar arasındaki karışımlardır. Göçler ve nüfus hareketlilikleri nedeniyle birçok insan grubu geçmişte yer değiştirmiştir. Günümüzde de bu süreç artarak devam etmektedir. Bu tür hareketlilik, farklı ırklara dahil edilen bireylerin evlenmeleriyle sonuçlanmaktadır. Ancak, farklı ırklardan ebeveynlerden doğan çocukların hangi gruba dâhil edilebileceği belirsizdir. Her ne kadar, ırk sınıflamalarının biyolojik bir temele dayandığı ve sınıflamalarda kullanılan biçimsel özelliklerin genetik temelli olduğu kabul edilse bile, ırk sınıflamalarının biyolojik bir temele dayanmadığına en önemli kanıt genetik çalışmalardan gelmiştir.