ANTROPOLOJİ - Ünite 7: Kent, Devlet ve Endüstri Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 7: Kent, Devlet ve Endüstri
Giriş
Kültür tarihçisi V. Gordon Childe’ın tarihteki ilk büyük devrim olan tarım devriminden sonra ikinci büyük devrim olarak işaret ettiği olay Kent Devrimi’ dir. Childe’ın tarım ya da kent devrimi gibi isimlerle andığı devrimci sıçramaları, insanlığın yaşam ve geçim biçiminde köklü değişimlere yol açan ve vuku bulmalarıyla bir önceki dönemin özelliklerinin kökten değiştiği dönüşümlere karşılık gelir. Childe’ın kent devrimi belirlemesi, kendisinden sonraki antropolog ve kültür tarihçilerince pek itibar edilmemiş ve tarımcı dönemin önemli bir gelişmesi olarak nitelendirilmiştir. Bu antropolog ve kültür tarihçilerinin vurguladığı asıl büyük dönüşüm 18. yüzyılın Endüstri Devrimi ’dir. Endüstri Devrimi, tar›m döneminin koşullarını kökten değiştirmiş, köylülerin ve toprak üzerindeki art›k ürüne el koyarak zenginleşen yönetici ve aristokratların yerini geniş kentli sınıflar, işçiler, burjuvalar ve hizmet çalışanları (beyaz yakalılar) almıştır.
Kentleşme ve Tarım Dışı Tabakalaşmanın Doğuşu
Tarihte ilk kentler, İ.Ö. 4. binin sonunda (Tunç Çağı’nda) Mezopotamya’da ortaya çıktı. Tarımsal etkinliğin merkezi olan ve tarımda çalışan nüfusun mekânsal örgütlenmesi olarak tanımlanabilecek köylerden farklı olarak kentler, tarım dışı nüfusun yaşadığı ve tarımda ortaya çıkan ürün fazlasının pazarlanıp mübadele edildiği merkezler olarak doğdular. Onların doğuşunu destekleyen koşullar, sulama kanalları açılarak yapılan ve doğa koşullarına bağımlı olmaktan çıkarılmış yoğun tarım yöntemlerinin yarattığı artık-değerle ilişkiliydi. Bu artık-değer tarım dışı bir nüfusu besleyecek noktaya ulaştığında, tarımcı nüfusun ihtiyaç duyduğu şeylerin üretiminde uzmanlaşmış ve birtakım hizmetlerin verildiği yeni mekânlar, yani kentler, örgütlendi. Kentler, burada ortaya çıkan tarım dışı iş bölümüne dayalı idi.
Öte yandan tarımda ortaya çıkan artığa vergi veya haraç yoluyla el koymaktan kaynaklanan zenginlik ve iktidara bağlı tabakalaşma kentlerin örgütlenme zemini oldu. Zamanla kentler, kol emeğinin ve tarımsal üretimin merkezi olan kırsal alanın ve köylülüğün karşıtı olarak tanımlanmaya başlandı. Tarımsal üretimin ve üretimde kullanılan kaba emeğin yerine kentler, uzmanlaşmış emeği, ticaret ilişkilerini, biriken servetle birlikte çevresiyle girdiği eşitsiz ilişkiyi, yazılı kültürü, dolayısıyla daha incelmiş bir yaşam tarzını, yani yüksek kültür ü temsil eder hale geldiler. Bu yüksek kültür kendi tavrını, gelenek ve alışkanlıklarını geliştirdi. Zaman içinde bu tav›r, gelenek ve alışkanlıklar bütün toplumun ulaşması gereken değerler ve idealler haline geldi. Böylelikle medeniyet kavramıyla kent arasında sıkı bir ilişki kurulmuş oluyordu.
Devletin Gelişimi
İlk Devlet: Kentlerle birlikte pek çok kurum ve yenilik gelişti. Bunların başında örgütlü din, askerlik kurumu ve yazı gelir. Bu kurumlar ve yenilikler karşımıza ilk devleti çıkarır. İlk devletler, genellikle doğal-coğrafî sınırlarla belirlenmiş bir toprak parçasına hükmeden bağımsız siyasal yapılar olarak doğdular. Hükümranlıklarını belirleyen doğal sınırlar, denetleyebilecekleri tarımsal üretim alanıydı. Bu tarımsal üretim alanının merkezinde, bu alanın ihtiyaçlarını karşılayan bir kent doğmuştu ve kent ilk devletin ön koşuluydu. Kent aynı zamanda merkezî bir ekonominin varlığına işaret ediyordu. Zira orası aynı zamanda merkezî bir pazar yeriydi, ticaret orada yapılıyor, devletin gelirini teşkil eden vergi burada toplanıyor, tarım dışı mal ve hizmetler orada üretiliyordu.
Devletin üç işlevi tanımlanmıştır:
- Üretim araçlarının ve üreticilerin korunması ve gelişmesi için gerekli koşulların sağlanması,
- Üretim ilişkilerinin korunması ve gelişmesinin sağlanması,
- Devlet aygıtının güçlü tutulması ve devletin toplumun sürekli bir biçimde üstünde yer almasının sağlanması.
Bu işlevlerden de anlaşılacağı gibi, devlet aygıtı ile üretim arasında doğrudan bir ilişki ve gerekirlik söz konusudur. Bu nedenle tarihte ilk devlet biçimlerinin ortaya çıkması, tarım devrimini izleyen gelişkin bir aşamayı beklemiştir. Tarımın başlangıç aşamalarına ait üretim şekilleri, devletin oluşması için gereken koşulları yaratamamıştır. Günümüzde çapa tarımı ve avcılıkla geçinen toplumlar üzerine yapılan araştırmalar, besin üretimine aktif olarak katılan nüfusun yüksek oranı nedeniyle (nüfusun üçte ikisinin bilfiil çalışması gerekmektedir) bu toplumların geniş ölçekli örgütlenmelere girişemeyeceğini, bir devlet kuramayacakları gibi bir devlet sisteminin parçası da olamayacağını göstermiştir.
Şu halde bu işlevleri yerine getirmek için devletin dört temel kurumdan oluştuğu söylenebilir:
- Belirli bir toprak üzerinde hükümranlık ve bu toprakta yaşayan insanlar üzerinde varsayımsal ve ideolojik hâkimiyet
- Hukuk
- Güvenlik ve zor aygıtları (ordu, polis, milis vs.)
- Maliye (üretimden artığı çekme mekanizmaları).
Bu dört kurum, ilk devlet biçimlerinde askerlerin ve din adamlarının da içinde bulunduğu ve yönetici-seçkinlerden oluşan, bu haliyle de modern hükümetlerin yerini tutan saray örgütlenmesi tarafından bütünleştirilmekte; çoğu zaman yönetici kendi şahsında askerî ve dinsel ödevleri birleştirebilmekte ve yönetici-seçkinlerle teba arasında bir toplumsal hareketlilik bulunmamaktaydı.
Devletle birlikte, mekânsal farklılaşmayı ve kırsal ölçekte göremeyeceğimiz bayındırlık işlerini görmeye başlarız. Yöneticilerin yaşadığı konutlarla sıradan kentlilerin yaşadığı konutlar arasındaki farklılaşmanın yanında, özellikle kentlerin merkezlerinde görkemli dinsel yapıların ortaya çıkmasıyla, mimarlığın ve mühendisliğin gerektirdiği asgari matematik ve geometri bilgisinin, malzeme bilgisinin ve hepsinden önemlisi malzeme işleme teknikleriyle yapılara estetik bir değer kazandırma kaygısının geliştiğini görürüz.
Tarım Döneminde Devletin Evrimi: İlk devlet, bir kent devleti olarak ortaya çıkmıştır. Antropolojik açıdan bakıldığında, ilk devleti izleyen süreçte devletin iki ana evresinden söz edebiliriz. Bunlar kapitalizm öncesi (prekapitalist) devlet biçimleri adı altında toparlanan tarım devletleridir. Bu devlet biçimlerinde temel kurumlar tarımsal üretimin düzenli ve istikrarlı biçimde yürütülmesine ve tarımdan artığın çekilmesine ilişkin kurumlardır. Burada uyrukla devlet arasındaki ilişki bir kimlik politikası etrafında şekillenmez. Esas olan, üretimin sürmesi ve artığın düzenli biçimde merkeze ya da tanımlanmış iktidar sahiplerine akmasıdır. Tarım devletleri, ilk devlet biçiminin özelliklerini sergileyen kent-devletlerinden birinin giderek güçlenmesine bağlı olarak diğerlerini egemenliği altına almasıyla ve topraksal (teritorial) devletin doğmasıyla ortaya çıkar.
Topraksal devletle birlikte, toprak üzerindeki büyük mülkiyetin de doğduğu görülür. Bu devletlerin yöneticileri yeni ele geçirilen toprakları bu seferlere katılan savaş beylerine verirlerdi. Böylelikle bu beylerin daha sonraki savaşlara katılımı ve bunun için asker besleyecek kaynağı toprak üzerinden elde etmeleri de sağlanmış oluyordu. Tarım devletlerinde tabakalaşmanın ve giderek sınıfsal ayrışmanın kaynağı buydu.
Yukarıda değindiğimiz gibi bu topraksal devletler, yeni ham madde kaynaklarını ele geçirmek ve kendilerini zenginleştirecek yeni tarım alanlarına hükmetmek amacıyla, yayılma eğilimi taşırlar. Bu eğilim askerî kurumları ve kaleler, hisarlar, surlar gibi savunma yapılarını güçlendirmiş, çatışma ve savaşı devletlerin temel bir gerçeği haline getirmiştir.
Bu yayılma eğilimi ve yayılmanın doğal bir sonucu olan büyük servet birikimiyle birlikte imparatorluk kavramıyla karşılaşmaktayız. imparatorluk kavramı, kendi doğal coğrafî alanları dışındaki topraklara yayılma gücü olan ve oraları elinde tutabilen siyasal ve askerî gücü tanımlar. Bu güç, tarım döneminin imparatorlukları için sadece askerî araçlarla elde edilebilecek bir kudret değildir. İmparatorluklar ideolojik ve siyasal araçları kullanarak da güçlerini yayarlar ve tutunurlar.
Tarım dönemi devletlerinin bir başka önemli özelliği, hükmettiği topraklar üzerindeki insanlarla modern devletler gibi devlet-yurttaş ilişkisi kurmamış olmasıdır. Tarım devletleri, özellikle imparatorluklar, tebalarını istendik bir yurttaş haline getirmek gibi bir sorun sahibi değildirler. Bu yüzden buna yönelik eğitim ve kamu kurumları yoktur. Yurttaşın kültürlemesi genellikle cemaatlere ve geleneksel ilişkilere terk edilmiştir.
Endüstri Toplumu ve Yeni Yaşam Biçimi
Neolitik Devrim’le başlayan Tarım Çağı, 18. yüzyılda ivme kazanan bilimsel devrimin izinde ortaya çıkan Endüstri Devrimi ile sona erdi ve topluma, yaşam ve geçim biçimlerine yön veren yeni bir çağ, Endüstri Çağı başladı. Bu devrim, 18. yüzyılda başlayan ve inorganik enerji kaynakları kullanarak kitlesel üretim yapan fabrikalar›n esas üretim birimi haline geldiği, temel üretim faaliyetinin bu nedenle tarımdan endüstriye kaydığı dönemi başlatan bilimsel-teknolojik devrim olarak tanımlanır. Bu devrimin iktisadî sonuçları, üretim ve tüketim biçimini dönüştürdüğü gibi, çalışan sınıfın ağırlığını köylüden işçiye kaydırmış, temel yerleşim ve üretim mekânını köy ve tarla olmaktan çıkararak, kent ve fabrikaya dönüştürmüş ve geleneksel tarım imparatorluklarının yıkılma sürecine girmesiyle, yerine ulus-devletlerin kurulmasına yol açmıştır. Böylelikle Endüstri Devrimi, Neolitik Çağ’da başlayan Tarım Devrimi’nden sonra, insanlık tarihinde büyük dönüşümlere yol açan ikinci büyük devrim olarak kabul edilir.
Toplumsal Tabakalaşma ve Siyaset: Bu süreçte tabakalaşmanın ve sınıfsallık biçimlerinin de büyük bir dönüşüme uğradığını görmekteyiz. Toprak üzerindeki mülkiyete ve topraktan üretilen zenginliğe el koymaya dayanan aristokrasi, yani toprak soyluluğu, Sanayi Devrimi’yle birlikte tasfiye olmuştur. Geleneksel tarım toplumlarında aristokrasi, toprak sahipliğinin yanında bürokrasi içinde de oluşabilmekteydi.
Bu dönüşüm, 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan iki büyük siyasal devrimle gerçekleşti. Bunlardan ilki 1640 İngiliz Devrimi, ikincisi ise 1789 Fransız Devrimi’dir.
Modern Devlet Biçimleri ve Ulus-Devlet: Endüstri Devrimi’yle birlikte oluşan yeni toplum içinde yeni siyasal ilişkiler gelişmiş ve yeni bir devlet biçimi doğmuştur. Bu devlet biçimine modern devlet diyoruz.
Modern devlet biçiminin en yaygın hali ulus-devlet’ tir. Ulus-devletler, kendilerini ortak bir kültür ü bulunan ulus öznesiyle tanımlamış ve meşruluğunun temelini bu ulusa dayandırmıştır.
Etnisite, Milliyetçilik ve Irkçılık: Belirli burjuva hareketlerinin önderliğinde yürütülen devrimler dışında ulus-devletleri yaratan genellikle milliyetçilik hareketleri olmuştur. Milliyetçilik, ulus olarak tanımlanan bir toplumsal öznenin kendi devletine kavuşması hareketi olarak kabul edilebilir. Milliyetçiliğin esas olarak üç amaca yönelmiş bir hareket olduğu görülecektir:
- Ulusal ekonomiyi yaratmak,
- Özerk bir ulusal yasama/yürütme organ› (ulus- devletin siyasal ve idarî örgütünü) oluşturmak ve ayırıcı bütün bağ ve ilişkileri (bireysel, yöresel bağlar› ve cemaat bağlarını) bu organın denetimi ve bütünleştiriciliği altında toplamak
- Ulusal bir kültür (ortak değer ve beklentiler sistemi) ve buna bağlı bir kimlik tanımlaması yaratmak.
Ulus tipi toplumsal örgütlenmenin görece yeni bir olgu oluşu, onu etnik birlikten ve bilinçten ayırır. Etniklik büyük ölçüde ulustan eski bir toplumsal örgütlenme biçimidir. Belirli dinsel, dilsel, coğrafî ve/veya kültürel özellikler bakımından hem kendisini diğerlerinden ayrı gören hem de diğerleri tarafından başka sayılan, bütünlüklü bir kimliğe ve kendine özgü kültürleme sürecine sahip, içerden evlenmek suretiyle bu grup kimliğini koruyan ve grubun sürekliliğini sağlayan toplumsal/kültürel ve bazen de siyasal oluşuma etnik grup diyoruz.
Modern endüstri toplumu içinde gelişen bir başka ayrımcı eğilim ırkçılık olmuştur. Irkçılık , insanların biyolojik, yani doğuştan getirdikleri özelliklerinin onların kültürel ve toplumsal niteliklerini belirlediğini ileri sürer. Irkçılığın temelinde insanların eşit olmadığı fikri yatar ve bu eşitsizliğin temeli biyolojik özelliklere bağlanır.
Enerji, Teknoloji ve Nüfus: Endüstri toplumunun en önemli özelliği, onun kitlesel üretim için yüksek kalori sağlayan fosil yakıtlara ve elektrik enerjisine dayanmasıdır. Fosil yakıtlar ve elektriğin sağladığı yüksek miktardaki nitelikli enerji, birim zamanda yapılan işi tarım toplumlarına göre çok artırmış ve bu da üretimde patlamaya yol açmıştır. Hayvan ve insan gücünün bir enerji kaynağı olarak tamamen tasfiye edildiği bu süreçte, onların yerini fosil yakıtlar veya elektrik enerjisi kullanan makineler almış ve önce bu makinelere dayanan yeni bir teknoloji doğmuştur.
Yeni Kent ve Kent Yoksulları: Endüstrileşmenin merkezi kentler oldu. Buna bağlı olarak daha önceden bildiğimiz, belirli bir tarımsal art alanın merkezi olan, o alanın tarım dışı ihtiyaçlarını karşılayan ve pazar hizmeti gören, bir ölçüde yönetim ve adalet işlerinin yürütüldüğü eski kent, büyük bir dönüşüme uğradı. Öncelikle kentlerin nüfus yapısı değişti. Endüstrinin ihtiyaç duyduğu insan gücü, kırlardan kentlere aktı. Kırsal alanda endüstriyel tarımın başlamasıyla toprakların hızla bütünleşmesi ve böylelikle makinelerin kullanıldığı büyük çiftlik tarımcılığının gelişmesi, kır nüfusunu büyük ölçüde topraksızlaştırdı. Üretken nüfus ihtiyacı duyan kentlerin görece çekiciliği ve kırsal alanın topraksızlaşmaya bağlı iticiliği, geleneksel kentlerin hızla büyümesine, varoşların ve gecekondulaşmanın ortaya çıkmasına yol açtı.
Yoğun Endüstriyel Tarım: Tarımdaki büyük nüfus kaybı ve makinenin tarlaya girmesi, tarım alanında da büyük bir dönüşüme yol açtı. Tarımda makine teknolojileri ve para ekonomisi benimsendikçe, geleneksel geçim faaliyetlerine göre besinlerin ve diğer endüstriyel tarım ürünlerinin niteliğini büyük ölçüde yükselten yeni üretim yöntemleri ortaya çıktı. Böylelikle besin üretiminde yer alan fazla nüfusun başka alanlara kaymasının iktisadî zemini de hazırlanmış oldu.
İktisadi Eşitsizliğin Yayılması, Az Gelişmişlik ve Üçüncü Dünya
Kısaca Batı olarak tanımladığımız Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumları Endüstri Devrimi’ni yaparak yeni bir çağa atladıkları halde, dünyanın geri kalanı bu dönüşümü gerçekleştiremeyerek tarım toplumu olarak kaldı. Ancak Endüstri Devrimi ile birlikte başlayan endüstriyel ilişkiler ve onun kapitalist ekonomisi dünyayı bütünleştirdiği için, bu durum eşitsiz iktisadî ve siyasal ilişkiler yarattı. Bu eşitsiz ilişkiler dünyada yeni bir iktisadî ve siyasal hiyerarşi meydana getirdi. Bu hiyerarşinin bir tarafında zengin Batı yer alırken, diğer tarafında yoksul Üçüncü Dünya şekillendi.
Küreselleşme: Sosyalist Blok’un çöküşünden sonra dünya kapitalist ekonomisi, sermayenin dünyanın bütün kesimlerine yayılmasını sağlayacak biçimde yeniden örgütlendi. Bu sürece sermayenin küreselleşmesi diyoruz. Küreselleşme eskinin güvenceli iş gücünü esnekleştirdi ve işsizliği kronik bir durum haline getirdi. Böylelikle
- Sermaye hareketlilik kazandı ve daha güvenli ve getirili alanlara doğru sürekli bir hareket içine girdi.
- Teknoloji hareketlendi ve ortaya çıktığı zamandan kısa bir süre sonra dünyanın her yerine yayılma olanağı kazandı.
- İnsan hareketliliği de arttı. Dünyadaki ikilik zengin batı-yoksul doğu ikiliği olmaktan çıktı ve yoksul güney ülkelerinden zengin Kuzey ülkelerine doğru bir insan hareketi (göçü) başladı.
- Fikirler, imgeler ve simgeler aynı hızla yayılmaya başladı.
Üretim Kültüründen Tüketim Kültürüne: Endüstrileşmenin ilk döneminde üretim çok önemliydi ve insanlar kimliklerini üretimci niteliklerinden almaktaydı. Bu nedenle sınıfsal kimlikler ön plandaydı. Ancak endüstri toplumunun ikinci çağında, yani küreselleşme döneminde tüketim önem kazandı. İnsanların ne tükettikleri ve nerede tükettikleri kimliklerinin önemli bir parçası haline geldi.
Popüler Kültür ve Moda: Endüstri toplumunda yerel ve değişme eğilimi düşük kültürel örüntüler, yerini çok hızla değişen ve birbiriyle yüz yüze ilişkisi olmayan kitlelerin tükettiği kültürel örüntülerle yer değiştirmeye başladı. Bu hızlı değişme ortamında bir kültür ihtiyacı ortaya çıktı ve içinde sinemanın, müziğin, sporun, medyanı›n ve çeşitli tüketim eğilimlerinin üretiminin yer aldığı bir kültür endüstrisi doğdu. Kültür endüstrisinin yarattığı ve kitlelerin tüketimine açık kültüre popüler kültür diyoruz. Popüler kültürün yarattığı en önemli kurumlardan birisi modadır. Moda dediğimiz giyim-kuşam tarzı, eskinin giyim-kuşam tarzının sürekli ve ihtiyaçlara yönelik doğası yerine, her yıl değişen ve belirli merkezlerce üretilen tarzları yerleştirmiştir. Modanın yanı sıra eğilimler (trend’ler) de ortaya çıktı. Bu eğilimler genellikle medya tarafından tanıtılıp yayılıyor ve geniş kitlelere mal olan bu tanıtımlar geçici tüketim eğilimlerinin belirli dönemlerde geçerli kılıyor.
Beslenme ve Sağlık: Bu gelişmeler etrafında beslenmenin de doğal biçiminden koptuğu ve sentetik ürünlere dayanmaya başladığı görülür. Özellikle işe ayrılan zamanın önem kazanmasıyla ve endüstriyel sistemin bundan asla ödün vermemesi nedeniyle yeme-içme tarzı değişmiş, ayak üstü atıştırma düzenli yemek yemenin yerini almıştır.
Çokkültürlülük, Çokkültürcülük ve Antropolojide Yeni Yönelimler
Çokkültürlülük ve Çokkültürcülük: Endüstri toplumunun yarattığı yoğun göç ve bu karmaşık nüfusun kentlerde toplanması, pek çok farklı kültürün ve kültürel eğilimin yan yana yaşamasına yol açtı. Özellikle ayrımcılık, ırkçılık gibi akımlar yüzünden bu nüfuslar yan yana yaşamalarına karşın, bir içe kapanma eğilimine girdiler ve bu süreçte kültürel kimlikler güçlendi. Her ne kadar tüketim toplumunun kalıpları insanları kültürel ve sınıfsal farkları ne olursa olsun birbirine benzetiyor olsa da, endüstri toplumunun yarattığı sosyal devletin zayıflamasıyla ulusal ve sınıfsal dayanışma ve güvenlik mekanizmalarının gerilemesine bağlı olarak, başka dayanışma biçimleri ortaya çıktı. Bunlar arasında etnik ve dinsel grupların, cemaatlerin ve hemşehrilik ilişkilerinin öne çıktığı görülüyor. Özellikle endüstrileşmiş Batı ülkelerinde etnik azınlık ve göçmen dernekleşmeleri artık, yöresel bağlar, etnik aidiyet ya da iş temelinde meydana gelmektedir.
Bu gibi dernekler, üyelerine iş ya da dayanışma sağlama temelinde işlev kazandılar. İşlevleri kimi zaman sendika ya da siyasal parti gibi daha geniş birliklerin işlevleriyle örtüşebilmektedir. Bu yeni toplumsal örüntü çokkültürlülük olarak adlandırılmaktadır.
Kültürel Çalışmalar Okulu: Çokkültürlü yapıların kabul edilmesi, özellikle endüstrileşmiş Batı ülkelerinde kent sosyolojisini kentleri oluşturan bu almaşık nüfusun kültürel niteliklerini ve bu yeni ortamdaki kültürel değişmesini araştırmaya yöneltti.
Uygulamalı Antropoloji: Artık antropologlar yalnızca çeşitli kültürleri incelemek, mevcut sorunları saptamak ve bunların nedenlerini araştırmakla yetinmemekte; toplumsal ve kültürel sorunların çözümünde yapıcı bir rol oynamaya da çalışmaktadırlar. Bu çabalar sonucunda uygulamalı antropoloji doğmuştur. Bugün insanlar ve toplumlar, dünya ekonomik sisteminden ve küreselleşmeden kaynaklanan yeni durumlara uyum ve uyarlanma sorunları yaşamaktadır. Zira artık sağlıklı ve bütünlüğü koruyarak uyarlanmayı sağlayacak geniş zamanlar yoktur. Uygulamalı antropoloji bu uyumsuzluğun giderilmesine yönelik sistemli çabaları kapsar. Kalkınma projelerinin ve endüstri yatırımlarının insana ve çevreye verdiği zararı en aza indirmeye olanak verecek toplum ve kültür araştırmasını yürüten antropologlar, böylelikle kültürel ve ekolojik zenginliğin iktisadî gelişmeye feda edilmemesine çalışırlar.
Medya Antropolojisi: Yazılı ve görsel medyanın gelişmesi ve bunların birer kültür yayan ve kültürel etkileşime yol açan modern aracılar olarak tanınmasıyla, antropoloji çalışmaları medya alanına doğru genişledi. Daha önce gelişen ve etnografik çalışmaların belgelenmesi amacıyla geliştirilmiş olan görsel antropolojiye ilişkin kuramsal tartışmalar, medya antropolojisi alanını besleyen en önemli kaynak olmuştur. Antropoloji medya çalışmalarına etnografik yöntemi soktuğu gibi, göreci ve bütüncü yaklaşımıyla medya araştırmaları alanını daha geniş ve eleştirel bir gözlem imkânına kavuşturmuştur. Veri toplama sürecinde araştırmacının fotoğraf ve film gibi görsel malzeme üretmesi, bu malzemeyi çözümlemelerinde kullanması ve araştırma örneklemini oluşturan aktörlerin ürettiği görselleri de kendi çözümlemesine katması antropolojik araştırmaya genişlik kazandırmıştır. Ayrıca antropolog, araştırmasının sunumunda kendi ürettiği veya araştırma sahasındaki faillerin ürettiği görsel malzemeyi kullanarak daha fazla ulaşılabilirlik, erişilebilirlik ve daha geniş bir anlama ortamı temin edebilmiştir. Bu teknik perspektif genişlemesinin yanında, doğrudan doğruya medya üretim süreçleri ve medya içerikleri de, birer kültürel yaratı ve etkileşim alanı olarak, antropolojinin araştırma evrenine girmiştir.