ARKEOLOJİK ALAN YÖNETİMİ - Ünite 2: Arkeolojik Alan Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: Arkeolojik Alan

Giriş

Uygarlıkların oluşmasında toplumların yaşam süreci içinde ortaya koydukları soyut ve somut kültür kanıtları, onların geçmişlerinin bellekleridir. Yazının olmadığı “Tarih Öncesi” dönemde ve yazı ile birlikte oluşan yeni düzende evrende yaşayan toplumları, onlar tarafından ortaya konan maddi kültür kalıntıları aracılığı ile insanı inceleyen bilime arkeoloji adını verebiliriz.

Zamanımız ve zamanımız öncesinden bugüne değin süregelen insanlık-uygarlık tarihi içinde; insanın doğrudan veya doğa ile birlikte yarattığı ve tüm evrenimizde yaşayan insanların ortak olarak tanımladığı ve sahiplendiği bir değerler manzumesi vardır. Biz bu ortak paylaşımı ve sahiplenişi “Kültürel ve Doğal Miras” genel tanımı altında toplayabiliriz. Bu kısa öz tanım, çağımızda insanlığın ortak sorunu olarak kabul edilen ve üzerinde ödün vermeksizin korunması gereken bir eylem ve olgu olmalıdır.

Türk Arkeolojisinin Tarihi

19. yüzyılda batılı gezgin ve bilim adamlarının yapmış olduğu arkeolojik gezi ve yüzey araştırmaları ile Anadolu’da ilk arkeolojik çalışmalar Avrupalılar tarafından yapılmaya başlanmıştır. Osmanlılarda ilk kültürel miras çalışmaları ve arkeolojik araştırmalar aydınlanma sürecinde Osman Hamdi Bey ile başlamıştır.

Mustafa Kemal Atatürk, tarihimizi, dünya uygarlığı içinde Anadolu coğrafyasının ortaya koyduğu değerleri, yabancılardan değil, kendimiz tarafından araştırılarak öğrenilmesi gerçeğine inanarak, Türk arkeolojisinin bilimsel normlar içinde oluşmasına olanak hazırlar. 9 Mayıs 1920’de işe başlayan ilk hükûmetle Millî Eğitim Bakanlığına bağlı olarak bir Türk Asar-ı Antika Müdürlüğü kurulmuştur. Cumhuriyetin ilanından sonra Eski Çağ bilimleri ve arkeolojiye verilen önem doğrultusunda Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve daha sonra Türk Tarih Kurumu adını alacak olan “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti” kurulur.

Atatürk 1931 yılında çıktığı yurt gezileri sırasında Konya’dan, devrin Başbakanı İsmet İnönü’ye çektiği telgrafın içeriği ile Cumhuriyet döneminde Türk arkeolojisinin kurulmasında bir dinamik oluşturur. Bu telgraf ile Anadolu’nun eski uygarlık kalıntıları ile harap hâle gelen Selçuklu-İslam anıtlarının ayrım yapılmaksızın korunmasını, bu koruma işlemindeki uzmanların ise gelecekte yetiştirilmesi arzu edilen öğrenciler olduğunu anlarız.

1863 yılında İstanbul’da kurulan Darülfünun, 1933 yılında yapılan reform sonucu, İstanbul Üniversitesi adını alarak arkeoloji dalında ilk bilimsel enstitünün kurulmasına olanak hazırlar. 1934 yılında İstanbul Üniversitesine bağlı olarak kurulan Arkeoloji Enstitüsü’nün Müdürü Prof. Dr. Helmut Theodor Bossert dir.

1936 yılında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, özgün bölümleri ile Ankara’da kurulur. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi ile birlikte Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin gelişim süreci içinde öncelikle sosyal bilimler alanında hep öncü ve kurucu olmuşlardır.

1933 yılında Hamit Zübeyir Koşay tarafından başlatılan Ahlatlıbel kazılarını, Remzi Oğuz Arık’ın yaptığı Karalar kazısı izler. 1935 yılı Türk arkeolojisi için önemli kararların ve yaptırımların başladığı bir yıldır.

1933 yılında başlatılan süreçte günümüze gelindiğinde Türk Arkeolojisi büyük gelişmeler göstermiş, arkeoloji bölümleri ise yurt genelinde birçok Üniversitede yerini almıştır.

Anadolu Tarihine Bakış

Anadolu yarımadasının Asya ile Avrupa arasında yer alması, kültürler arasında iletişimin akışına ivme kazandırmış ve üzerinde yaşattığı çeşitli uygarlıklarla da adına “Uygarlıklar Mozaiği” dediğimiz çok kültürlü bir oluşuma ev sahipliği yapmıştır. Anadolu, evrende insanlık gelişiminin ulaştığı noktaya gelmesinde, öncelikle tarihi zamanlarda ve onun çeşitli akımlarında her zaman öncü olmuştur.

Tarih öncesi uygarlıklar olarak yazına geçen, insanoğlunun Buzul çağını yaşadığı dönem Paleolitik Çağ olarak bilinir. Kimi bilim adamları, bu evreyi “Eski Taş Çağı” olarak adlandırırlar. MÖ 600.000-10.000 yılları arasındaki zamanı içeren bu dönemin Anadolu’da Antalya yakınlarındaki Karain, Beldibi, Belbaşı gibi mağaralar en önemli merkezleridir.

Arkeolojik kültürel mirasın başlangıcı için neolitik dönem büyük önem taşımaktadır. Bu süreçte ekonomik yapıda ve sosyal örgütlenmede ortaya çıkan ve büyük bir nüfus artışına neden olan gelişmeler yaşanmış, toplayıcılıktan yerleşik düzene geçişle başlayan ve adına “Neolitik Devrim” dediğimiz bir oluşum başlar. Neolitik devrimle birlikte kentsel devrimin, yani yaşam alanları ile birlikte yerleşim birimlerinin de oluşması, kültürel miras olarak nitelendirdiğimiz maddi kültür varlıklarının yaşama uygun bir biçimde üretiminin başlangıcını oluşturur.

Neolitik Çağ sonrası yaşamın Kalkolitik Çağ’da (MÖ 5500-3000) da devam ettiği görülür. Bu dönemin en büyük maddi kültür varlığı olarak; bakırın kullanılması ve üretime alınmasıdır. Burdur yakınlarındaki Hacılar yerleşmesinde ortaya çıkarılan bakır aletler, bu evrenin bir “Maden Çağı” olarak tanınmasını sağlamıştır.

Öncellikle MÖ 3000’li yılların başından itibaren sosyal yaşamda değişik tercihler görülmeye başlanır. Bu tercihler çerçevesinde en belirgin olan çanak-çömlekler, taş, metal ve kemikten üretilmiş aletler, süs eşyaları, mezarlar ve evlerdir. Halk adı verilen ve kendilerine özgü kültür uygulamaları ile aralarında düşünce ve dinsel yönelişlerinde ayrılan bu topluluklar; yeni yönetim ve yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olurlar. Erken Bronz Çağı’nda (MÖ 3000-2500) belirgin bir biçimde görülen yönetici sınıf ile birlikte, üretimden pay alan bir halk-toplum oluşumu biçimlenmiştir.

Anadolu toplumları, Orta Bronz Çağı’nda (MÖ 2500- 2200) yazıyı kullanmamasına karşın, uygarlık parlak bir düzeye ulaşır. Çömlekçilikte çarkın kullanılması ile başlayan yenilikler, teknolojik yönden en büyük buluş olarak tanımlanır. Kentleşmedeki gelişim, mimarinin ön plana çıkması ve heykel sanatında görülen yenilikler, Anadolu’da yeni bir döneme işaret eder. Madeni eserlerin gerek bronz tekniğindeki gelişim, gerekse zenginliğe bağlı olarak bollaştığı görülür. Bronzun yanında altın ve gümüş karışımından oluşan elektron alaşımından adak ve armağan amaçlı yapılan eserlerin kral ve prenslerin saray ve mezarlarında ele geçmesi, dönemin ekonomik gücünün arttığını ortaya koyar.

MÖ 2500 yıllarından sonra Anadolu’da meydana gelen yeni oluşumlar, kültürel yönden yeni uygarlıkların doğmasına neden olur. Kimi Hint-Avrupa kavimlerinin Thrakia’dan başlayarak Anadolu’ya geldiklerini söylememiz mümkündür. Bunlar Anadolu tarih sahnesinde görülen “Luviler” dir. Luviler ile çağdaş, İç Anadolu’ya olasılıkla Kafkaslar üzerinde gelen bir diğer Hint-Avrupa kökenli halk ise Hattilerdir.

Orta ve Güneydoğu Anadolu’da MÖ 2. binden itibaren yazı kullanılmaya başlandığı için bu dönemi Geç Tunç Çağı olarak adlandırmak doğru değildir. Buna karşılık yazı kullanılmayan Troia VI uygarlığı (MÖ 1800-1200) için bu deyim geçerlidir. Bu bağlamda Troia VI dönemini Geç Tunç Çağı (MÖ 1800-1200) uygarlığı olarak tanımlıyoruz. MÖ 13. yüzyılda Troia krallarının komşu krallarla yazışmak için çivi yazısı ve Linear B yazısını bilen saray kâtipleri kullandıkları bilinse de kalıntılar arasında hiçbir yazıta rastlanmadığı için Troia VI yerleşmesini “Geç Tunç Çağı Uygarlığı” olarak sınıflandırmak gerekir. Hitit imparatorluğu ile Troia VI’nın son bulması ile Anadolu’da yeni uygarlıkların oluştuğu görülür.

Bronz Çağı’nın sonunda Hatti ülkesinde ticaret kolonileri kuran Asur krallığından gelen tüccarlar Anadolu’ya yazıyı getirirler. Çömlekçi çarkının kullanılması da bu dönemde yaygınlaşır. Biçimsel yönden de çeşitlilik, ünik ve metal taklidi kapların çokluğundan izlenmektedir.

Kuzey Batı Anadolu’da güçlü bir krallık ve Anadolu toprakların korunmasında bir ön karakol olan Troia’nın kuzeyden gelen Thrakialı kavimler tarafından yıkılması, Hititlerin tarih sahnesinden silinmesine neden olur. Bu çöküş olasılıkla MÖ 1180 tarihlerinde olmalıdır. Bu tarihten sonra Boğazköy-Hattuşa’da hiçbir yazılı belge ele geçmez ve Anadolu’da 400 yıl sürecek olan “Karanlık Çağ” (MÖ 1200-750) başlamış olur. Küçük krallıklar dönemi olarak da adlandırılan bu evrede, Phryglerle birlikte Geç Hitit, Urartu, Lykia, Karia ve Lydia uygarlıkları ortaya çıkar.

Hattuşa’nın MÖ 1200 dolaylarında yıkılışından sonra Anadolu’da Hitit kültürü ivme kaybeder. Fakat bu süreçte Hitit halkı Anadolu’ya kuzeyden gelen kavimlerle zaman içinde kaynaşmış ve Geç Hitit Uygarlığı oluşmuştur.

MÖ 1200 dolaylarında kuzeyden gelen barbarların Kıta Yunanistan’ı yakıp yıkmaları ve Anadolu kavimleri arasındaki kargaşa ile birlikte Geç Bronz Çağının bitimi ile adına “Karanlık Çağ” denilen ve aşağı yukarı 400 yıl sürdüğü düşünülen yeni bir dönem başlar. Troia Kalesi ve Hitit İmparatorluğunun Ege göçleri sırasında yaşadığı kaos sonunda içten çökmesi ve Balkan kavimlerinin istilası ile son bulması, Anadolu’da uygarlığın yeniden prehistorik düzeye düşmesi ile birlikte aynı zaman dilimi içinde (MÖ 1200-725) Kıta Yunanistan’da da yeni bir kültür başlar. Karanlık Çağ veya “Homer Çağı” olarak adlandırdığımız bu dönemde Anadolu’da yaşayan ve kendi içlerinde birer devletçik olan kültürlerin varlığı, özellikle MÖ 2. binin sonlarında olasılıkla Doğu Avrupa’dan Anadolu’ya geçen ve ilk yıllarında Mysia bölgesinde Bursa ve çevresinde tarih sahnesine Brigler adı altında çıkarlar.

Karanlık çağın başlarında, HintAvrupalı bir Kavim olan Phrygler Thrakia üzerinden Anadolu’ya gelen ve Troia VIIa’nın tahrib edilmesinde rol oynayan Balkan kökenli boylardan biridir. Phrygler Troia ile birlikte Hattuşaş’ı yerle bir eden Deniz Kavimleri (MÖ 1200- 1180) içinde yer aldıkları kabul edilir. Anadolu’ya küçük boylar halinde giren Phrygler, Gordios’un önderliğinde GordionYassıhöyüğü kurarlar. İlk defa MÖ 750’den sonra Phrygler siyasal bir topluluk olarak ortaya çıkarlar. Phryg Krallığı Perslerin Anadolu’yu istila etmeleri ile ortadan kalkar.

Altın ve gümüş gibi kıymetli madenler Lydia kültürünün ekonomik ve politik gücünün belirlenmesinde belirleyici olmuştur. Bu güce verimli vadiler de büyük tarımsal girdiler sağlamıştır. Ege kıyılarına uzanan ticaret yollarının da bu platodan geçmesi, Lydia ve Sardes ayrıcalıklı bir konuma getirmiştir. Lydia Bölgesini; kuzeyde Mysia, güneyde Karia, doğuda Phrygia, batıda İonia bölgeleri çevirmektedir. Magnesia, Sardes, Thyateria, Gordos, Philedelphia, Koloe, Silendos önemli yerleşim merkezleridir. Tarihçi Herodotos Ege dünyasında ilk sikkenin MÖ 7. yüzyılın son yarısında Lydialılar tarafından darp edildiğini söyler. Lydia’nın başkenti Sardes’te yapılan kazılarda ele geçen elektron (beyaz altın) sikkeler bu anlatımı doğrulamaktadır.

MÖ 2500 yıllarından sonra Anadolu’da meydana gelen yeni oluşumlar, kültürel yönden yeni uygarlıkların doğmasına neden olur. Kimi Hint-Avrupa kavimlerinin Thrakia’dan başlayarak Anadolu’ya geldiklerini söylememiz mümkündür. Bunlar Anadolu tarih sahnesinde görülen “Luviler” dir.

Bronz Çağı’nın son evresinde (MÖ 1500-1200) yaşanan önemli olayların başında Hitit imparatorluğunun MÖ 1286 yılında Mısır Kralı II. Ramses’e karşı yaptığı Kadeş savaşı yer alır. Diğer bir olay ise Akhalara karşı verilen Troia savaşıdır.

MÖ 1200 dolaylarında kuzeyden gelen barbarların Kıta Yunanistan’ı yakıp yıkmaları ve Anadolu kavimleri arasındaki kargaşa ile birlikte Geç Bronz Çağı’nın bitimi ile adına “Karanlık Çağ” denilen ve aşağı yukarı 400 yıl sürdüğü düşünülen yeni bir dönem başlar.

“Hellenizm Çağı” olarak adlandırılan dönemde Yunan Kültürü doğuda geniş bir alana yayılmıştır. Perslerle 6.yüzyıldan beri yaşanan problemler ancak yüzyıllar sonra, Büyük İskender’in siyasal ve savaşçı dehası ile sonuçlandırılmıştır. Bu arada İskender’in Anadolu üzerinden gerçekleştirdiği zafer sonrası, Hellenizm idealinin güçlendiğini, adına yeni kentler kurulduğunu biliyoruz.

İskender’in ölümünden sonra Babil’de yapılan krallığın paylaşımında Anadolu Antigonos Monoptalmos’un egemenliğinde kalır. Anadolu’da Mısır Krallığı Ptolemaioslar hak idda ederler. İskender’in ardılları arasındaki anlaşmazlık ve sorunlardan dolayı Pardeisos’da Krallık ikinci kez paylaşıldığında Batı Anadolu Lysimakhos’un yönetimine girer. Aynı zamanda Ptolemaios ve Seleukoslar da Anadolu’da toprak sahibi olmak istemektedirler.

Arkeolojik Alanlar

Türkiye’de arkeolojik alanlar Arkeolojik Sit ve Kentsel sit olarak iki ayrı şekilde değerlendirilerek koruma ve kullanma koşulları belirlenmiştir. Arkeolojik Sit: İnsanlığın var oluşundan günümüze kadar ulaşan eski uygarlıkların yer altında, yer üstünde ve su altındaki ürünlerini, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik ve kültürel özelliklerini yansıtan her türlü kültür varlığının yer aldığı yerleşmeler ve alanlardır. Kentsel sitler, mimari, mahalli, tarihsel, estetik ve sanat özelliği bulunan ve bir arada bulunmaları sebebiyle teker teker taşıdıkları kıymetten daha fazla kıymeti olan kültürel ve tabii çevre elemanlarının birlikte bulundukları alanlardır.

Arkeolojik Alanlar ve Koruma

Antik eserlerin koruma söz konusu olduğunda Türkiye’de Batılı ülkelerden oldukça geç başlanmıştır. İlki 1869 ikincisi 1874’te olmak üzere Asar-ı Antikalar Nizamnamesi düzenlenmiştir. Fakat bu düzenlemede yabancı araştırmacılar buldukları eserleri yurt dışına çıkarabilmekteydiler. Osman Hamdi Bey 1884 Asar-ı Atika Nizamnamesi yeniden düzenleyerek eserlerin yurt dışına çıkarılmasını engelleyici maddeler koymuştur. 23 Nisan 1906 yılında Osman Hamdi Bey tarafından hazırlanan dördüncü Nizamname çeşitli düzenlemelerle 1973 yılına kadar tek koruma mevzuatı olarak yürürlükte kalmıştır. 1914 yılında çıkarılan “Muhafaza-i Abidat Nizamnamesi” ile taşınmaz kültür varlıklarının korunması amaçlanmıştır. 1973 yılına kadar geçen 67 yıllık süre içinde; üç kez daha revize edilir. İlki 10 Nisan 1930 tarihlidir. İkinci revize ise 17 Temmuz 1946 tarihli “Mufaza-i Abidat Nizamnamesi” ve son olarak; 13 Mart 1958 tarihli ve “Kla-i Atikadan Belediyelere, Vilayete Terk Olunacak Yerler Hakkında Kanun” ile yürütülmüştür. 1973 yılında çıkarılan 1710 sayılı Yasa, Cumhuriyet döneminin ortaya koyduğu ve korumacılığı ön plana çıkaran ilk yaptırım olarak tanımlanır.

Arkeolojik alanlar Uluslararası Kurumlar tarafından da korumaya çalışılmaktadır. Bunların bazılarına Türkiye’de katılmıştır. 1904 yılında Madrid’de yapılan Uluslararası Mimarlık Kongresi’nde bu konu maddeler hâlinde ele alınır. Daha sonra 1931 yılında Atina Konferansı’nda konular daha ayrıntılı bir biçimde ele alınır.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından dünya müzelerinin bilimsel kadrolarını oluşturan Uluslararası Müzeler Konseyi (International Council of Museums - ICOM), Paris’te 1947 yılında ilk toplantısını yapmıştır. 1965 yılında Varşova’da kurulan ve hâlen merkezi Paris’te bulunan ICOMOS, Türkçe adıyla “Uluslararası Anıtlar ve Siteler Konseyi” [International Council on Monuments and Sites], doğal ve kültürel değerlerin korunmasında Unesco’nun baş danışmanı olan kuruluştur. Türkiye ICOMOS ulusal komitesi 22.4.1974 gün ve 7/8132 sayılı KHK ile Kültür Bakanlığına bağlı yarı resmî bir sivil toplum örgütüdür.

Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) Türkiye Millî Komisyonu; insanın yaratıcı dehasının üst düzeyde bir temsilcisi, yaşayan veya yok olan bir kültür geleneğinin veya uygarlığın benzersiz veya olağanüstü, ender rastlanan bir özelliğinin olması, geri dönülmez bir değişim karşısında hassaslaşmış olan bir kültürün veya kültürlerin örneği olması, geleneksel insan yerleşimi veya arazi kullanımının seçkin bir temsilcisi niteliği göz önüne alındığında eserleri Dünya Kültür Mirası olarak değerlendirmektedir.