AVRUPA BİRLİĞİ - Ünite 2: Avrupa Bütünleşmesinin Tarihsel Gelişimi Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: Avrupa Bütünleşmesinin Tarihsel Gelişimi
Giriş
Avrupa bütünleşmesi fikri, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda yaşanan büyük yıkım ve iki kutuplu siyasal düzen nedeniyle tarihte ilk kez somut ve kalıcı adımların atılmasına elverişli koşulları buldu ve bu koşullar altında şekillendi. Batı Avrupa’nın bütünleşmesi, kıta Avrupası’nın ikiye bölündüğü Soğuk Savaş döneminde gerçekleşmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) desteği ile Batı Avrupalı devletler savaşın yıkımından kurtulmak ve toparlanmak niyetindeydi. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) liderliğinde Doğu Bloğunda yer alan Orta ve Doğu Avrupalı devletler ise 1989 yılına kadar farklı bir ideoloji ve dünya görüşüyle Avrupa sahnesinde yer alacaktı. Batı ve Doğu Blokları arasındaki sınır, İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen ve dört işgal bölgesine ayrılan Almanya’dan geçiyordu. Batı Avrupa’daki devletler için 1945 sonrasında iki kutuplu yeni siyasal düzende barışın sürdürülebilirliğini ve ülkelerinin güvenliğini sağlamak, ekonomilerini toparlamak ve Sovyet tehdidini dengelemek üzere savaştan güçlü çıkan ABD önemli bir destekti. Avrupa bütünleşmesini başlatan 6 devlet şunlardı: Benelüks ülkeleri (Belçika, Hollanda ve Lüksemburg), Federal Almanya (Batı Almanya), Fransa, İtalya. Bu kurucu devletler arasında Benelüks devletleri güç ölçeğinde küçük devletler olarak, hem birbirleriyle hem de Federal Almanya ve Fransa ile siyasi, askeri ve ekonomik bütünleşmeye en hazır olan devletlerdi. İtalya için de Batı’yla bütünleşme siyasi ve ekonomik açılardan yeni bir başlangıç anlamına gelmekteydi. Fransa ve Almanya’yı bütünleşmeye götüren ana sebep ise Ruhr havzası oldu.
Avrupa Topluluklarının Kurulması
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanya, dört galip devlet arasında bölündü: ABD, Fransa, İngiltere ve SSCB. 1948-1949 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin Berlin ile Batı arasındaki ulaşım yollarını bloke ettiği Berlin ablukası, ABD, İngiltere ve SSCB arasındaki 1945 tarihli Yalta ve Potsdam Antlaşmaları’nın çökmesi ve Soğuk Savaş geriliminin tırmanması anlamına gelmekteydi (Dinan, 2004: 38).
Federal Almanya’nın Kurulması
Federal Almanya Cumhuriyeti; ABD, İngiliz ve Fransız işgal bölgelerinin birleşmesiyle Haziran 1949’da kuruldu. Doğu Almanya’da ise Demokratik Alman Cumhuriyeti kuruldu ve komünist rejim altında yönetilmeye başladı (Dinan, 2004: 51-59). Alman Şansölyesi Konrad Adenauer açısından; Sovyet tehdidine karşı transatlantik işbirliği ve ekonomik büyüme için bütünleşmenin faydalarının yanı sıra Batı Avrupa ile bütünleşme, Almanya’nın kendine saygısını tekrar kazanması ve Federal Almanya’nın uluslararası toplumda bu şekilde yer alabilmesi için önemliydi (Nugent, 2010: 16).
Soğuk Savaş’ın Etkileri: Truman Doktrini ve Marshall Planı
Truman Doktrini’nin ilanıyla, liberalizm ve komünizm birbirini dışlayan ideolojiler olarak dünyayı iki kampa ayırdı. ABD açısından Avrupa, düşman devletlerin denetimi altına girmemesi gereken bir sanayi merkeziydi. Almanya’nın yenilgisi, İngiltere ve Fransa’nın savaş nedeniyle gördüğü zararlar, Orta ve Batı Avrupa’da güç boşluğu yaratıyordu. Bu bölge Sovyet genişlemesine de açık hale geliyordu. Dolayısıyla Batı Avrupa’nın siyasi, askeri ve ekonomik açıdan desteklenmesi ABD açısından stratejik bir karardı. SSCB ile Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin dışında kaldığı planın uygulanması için Batı Avrupa ülkeleri, Avrupa Ekonomik İşbirliği Komitesi’ni ve ardından Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü’nü (OEEC) kurdular. ABD bu ülkelere, 1953 yılına kadar 13 milyon Dolar yardımda bulundu. Enflasyonu kontrol eden bu yardımlar, hem Avrupa hem ABD açısından ticareti canlandırdı (Erhan, 1998: 275-284). Bu koşullar altında Marshall Planı, ABD için yeni bir Avrupa işbirliği ve bütünleşme dönemini başlatmak anlamına geliyordu. Hedeflenen ise malların, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımda olduğu tek bir pazar idi (Dinan, 2004: 47). Avrupa’yı ekonomik açıdan sakinleştiren, birincil önceliği olan ve ekonomik toparlanmayı başlatan Marshall Planı; böylece Atlantik’in iki tarafında ekonomik çıkarları birbirine bağlamış oluyordu (McCormick, 2015: 78-79).
Paris ve Roma Antlaşmalarının Mimarları: Jean Monnet ve Robert Schuman
Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, Ruhr sorununa ulus-üstü bir çözüm bulunmasının gereğine inandı. Jean Monnet’in planından ilham bulan bildirisine göre, savaş endüstrisi ve enerji açısından stratejik öneme sahip kömür ve çeliğin üretimi ve kullanımı bir yüksek otoriteye devredilecekti. Hem Jean Monnet hem de Robert Schuman, Avrupa bütünleşmesine inanan ve bu yöndeki fikirlerin siyasal eyleme aktarılması gerektiğini savunan bürokratlardı. Schuman, ABD’nin etkisiyle Batı Almanya’nın Batılı devletler arasında yer alması fikrine olumlu yaklaşıyordu (McCormick, 2015: 82). 9 Mayıs 1950’de açıklanan Schuman Deklarasyonu, ulus-üstü bir kömür ve çelik örgütü ile hem Ruhr sorununa çözüm bulunmasını hem de Alman sorununun Avrupa Birliği içinde eşitlik ve ayrımcılığa maruz kalmadan çözülmesini mümkün görüyordu (Dinan, 2004: 59-62).
Nihayet Schuman Deklarasyonu’nun açıklanmasından bir yıl sonra 18 Nisan 1951 tarihinde, Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğunu (AKÇT) kuran Paris Antlaşması Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında imzalandı. Antlaşmanın yasama organlarınca onaylanmasının ardından, 25 Eylül 1952 tarihinde AKÇT fiilen kuruldu. Ulus-üstü karar verme yetkisine sahip Yüksek Otorite’nin başkanlığına Jean Monnet atandı. AKÇT’ye üye ülkeler arasında kömür çelik ürünleri ticaretine konulan sınırlamalar kaldırıldı ve Topluluk dışında kalan ülkelere ortak gümrük tarifesi (vergisi) uygulanmaya başlandı. Böylece AKÇT, Avrupa bütünleşmesi için ilk somut adımı oluşturdu. Bu gelişmelere paralel olarak Almanya güvenlik ve savunma açısından da Batı ittifakına dâhil edilmiştir.
1952 yılında Avrupa Savunma Topluluğu Antlaşması imzalandı. Ancak, 1954 yılında Fransa ve İtalya’da onay krizi yaşandı; krizin temel nedenleri olarak, Almanya’nın tekrar silahlanması planından duyulan endişe, Fransa’nın kendi askeri gücü üzerindeki kontrolü kaybetme endişesi ve İngiltere’nin bu projede yer almaması sayılabilir.
Nihayet Brüksel Paktı 1954 yılında İtalya ve Federal Almanya’nın da katılımıyla genişledi ve 1955 yılında Batı Avrupa Birliği’ne (BAB) dönüştü.
Belçika Dışişleri Bakanı Paul Henri Spaak başkanlığındaki komitenin hazırladığı ve Spaak Raporu olarak anılan belge, Batı Avrupa’da ekonomik bütünleşmeyi hedefleyen bir Topluluğun temel ilkelerini önerdi. AKÇT yanında, Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET-EEC) ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAETEURATOM) kurulması için görüşmeler başlatıldı (Karluk, 2011: 15). Nihayet 25 Mart 1957 tarihinde imzalanan Roma Antlaşmaları ile AET ve EURATOM kuruldu.
Roma Antlaşmaları içinde AET Antlaşması ön plana çıkıyordu. Antlaşma ile kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımına ve ortak pazara ilişkin temkinli adımlar atılmak isteniyordu, zira ulusüstücülük (supranasyonalite) siyasi olarak tercih edilen bir seçenek değildi. Bu nedenle, AET ve EURATOM’un kurumsal yapısında Yüksek Otorite gibi iddialı bir isim yerine “Komisyon” yer alıyordu. AET’nin ana karar organı Bakanlar Konseyi idi. Konseyde kararlar oybirliği, basit çoğunluk veya nitelikli çoğunluk ile alınacaktı (Dinan, 2004: 109-110). Üç topluluğun (AKÇT, AET, EURATOM) ayrı kurumsal yapıları, yani Komisyonu ve Bakanlar Konseyi vardı. Ayrıca, bu toplulukların ortak bir Adalet Divanı ve Parlamentosu bulunuyordu. Nihayet 8 Nisan 1965 tarihinde imzalanan Birleşme Anlaşması (Füzyon Anlaşması) ile tek çatı altında üç topluluk birleşmiş ve Avrupa Toplulukları (AT) olarak anılmaya başlanmıştı. Bu anlaşmayla üç topluluk için, tek Avrupa Komisyonu ve tek Avrupa Konseyi oluşturuldu (Karluk, 2011: 16, 18).
Avrupa Toplulukları ve Ekonomik Bütünleşme
Avrupa Toplulukları’nın ve Maastricht Antlaşması’ndan sonraki ismiyle Avrupa Birliği’nin (AB) temel ilkelerini ortaya koyan İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Sözleşmesi 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalandı. Roma Antlaşması’na göre demokrasiyle yönetilen her devlet AET’ye girebilecekti. Diğer ülkelerin katılımını kuruluş anlaşmasında karara bağlamamış olan Altılar; Türkiye ve Yunanistan’ın başvuruları, İngiltere’nin üyelik sorunu, GATT görüşmelerinde ortak tarım politikasıyla ilgili konular nedeniyle bütünleşmenin başında zorlu süreçler yaşadılar. 1958-1962 arasında gümrük birliğini %25 oranında sağlayan AET’ye İngiltere, Danimarka ve İrlanda 1961’de, Norveç 1962’de başvurmuştur (Dedeoğlu, 2003: 49-52). Fransa Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle, İngiltere’nin başvurusunu veto etti. Bu kararın arkasında; Fransa’nın Avrupa anakarasındaki gücü ve etkisine İngiltere’nin rakip olacağı korkusu, Fransa-Almanya arasında gelişen dostluğa gölge düşürmesi endişesi ve İngiltere ile olan yakın ilişkisi sayesinde ABD’nin Avrupa içişlerine daha fazla karışacağı düşüncesi yer alıyordu (Nugent, 2010: 36).
Fransa, 1965’te oybirliği ile karar alınması gereken oturumlara katılmayarak yedi ay süren “boş sandalye krizi”ne yol açtı. Nihayet Fransa, ortak tarım politikasının maliyetinin Toplulukça karşılanması ve yaşamsal konularda oybirliği ile karar alınması olarak özetlenebilecek Lüksemburg uzlaşısı sonucunda bu krizi bitirdi. Fakat Avrupa bütünleşmesinin ABD ve Sovyet etkisinden uzak olması gerektiğini savunan Fransa, 1967 yılında ikinci kez İngiltere’nin tam üyelik başvurusunu veto etti (Dedeoğlu, 2003: 52-53).
Gümrük Birliği ve Genişleme-Derinleşme Tartışması
Krizlerle anılan bu ilk on yıllık dönemde (1958- 1968), AET yine de ortak ekonomik politika, ortak gümrük tarifesi ve ortak ulaştırma politikası gibi konularda önemli gelişmeler sağladı. Bu durum Topluluklara olan ilgiyi, dolayısıyla üyelik başvurularını artırdı ve Avrupa bütünleşmesi çalışmalarında genişleme-derinleşme (widening-deepening) olarak anılan tartışmayı doğurdu. Topluluklara tam üye sayısının artması, derinleşme açısından engel oluşturabilirdi; hem ulus-üstü karar alma yönüyle, hem de oybirliği ile karar alınacak hükümetlerarası görüşmelerde yeni katılımlar sorun yaratabilirdi. Diğer taraftan Toplulukların genişlememesi, Avrupa’nın siyasi ve ekonomik açıdan tam anlamıyla bütünleşmesini engelleyecekti. Böylece genişleme-derinleşme ikilemi, Avrupa bütünleşmesi sürecinde üye devletler için ayrı bir müzakere ve tartışma alanı oldu ve fikir ayrılıkları yaşandı.
Genişleme-derinleşme tartışmasıyla birlikte AT yetkilileri, iki vitesli Avrupa (Europe à deux vitesses) kavramını gündeme taşıdı. Bu görüş, ilk kez Tindemans Raporu olarak bilinen bildiride 1975 yılında yer aldı. Buna göre, hem ekonomik-sosyal birlik ve bütünleşmenin yayılması hem de siyasal birlik ve halkların yakınlaşması sürecinde hazır olmayan veya yeni katılan üyelerin, bütünleşme yanlısı üye devletleri hukuken geriden izlemesi öneriliyordu (Dedeoğlu, 2003: 55). Kısa vadede, Topluluğun gelişimini yönlendiremese de federalist görüşe sahip Belçika Başbakanı Leo Tindemans’ın raporu AT’nin AB’ye dönüşümünde; Ekonomik ve Parasal Birlik (EPB), ortak dış politika ve güvenlik politikası, güçlü bölgesel ve sosyal politikalar, artan parlamenter yetki, oy çokluğunun oybirliğine göre daha sık kullanılması ve farklılaşmış (çok vitesli) bütünleşme gibi öngörü ve vurgularıyla Avrupa bütünleşmesinde referans bir belge olmuştur (Dinan, 2004: 210). İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan Bretton Woods sisteminin amacı, kur piyasalarında istikrarı sağlamaktı. Bu amaçla Uluslararası Para Fonu (IMF), para birimlerinin altın ve ABD Doları ile dönüştürülebilirliğini sağlıyordu. Ancak 1960’lı yıllarda Avrupa ekonomilerinin hızlı büyümesi, Vietnam Savaşı’nın yükü ve artan Amerikan Doları enflasyonu sonucunda Dolara duyulan güven azaldı. ABD yönetimi bunun nedenleri arasında AET’nin korumacı politikalarını da görüyordu. 1971 yılında Bretton Woods sistemi sona erdi. 1972 yılında AET üyeleri Avrupa para yılanı sistemini kurdu ve kendi ulusal para birimlerini ABD Doları karşısında iki yönlü % 2,25 bandında tutmaya çalıştı (McCormick, 2015: 111). Fransa Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing ve Almanya Şansölyesi Helmut Schmidt, Temmuz 1978 Kopenhag Avrupa Konseyi’nde Avrupa Para Sistemi’ni (APS) yaratmak üzere önemli bir adım attılar. Mart 1979’da yılan sistemi yerine APS kuruldu, Avrupa Para Birimi (ECU) tanımlandı ve kullanılmaya başlandı.
AT’nin ikinci genişlemesi güneyde, Akdeniz’de gerçekleşti; 1981 yılında Yunanistan, 1986 yılında İspanya ve Portekiz üye oldu. Türkiye’nin iç siyasi sorunları nedeniyle tam üyelik başvurusunu bu ülkelerle birlikte aynı dönemde yapamaması, önemli bir fırsatın kaçırılması olarak da değerlendirilmektedir (Eralp, 1997: 98).
Avrupa Tek Senedi ve Ortak Pazar
Ortak Pazara giden yolda 12 üyeli AT için gümrük vergileri kaldırılmasına rağmen halen devam eden “tarifedışı /gümrük-dışı engeller” (teknik standartlar, kalite kontrolleri, sağlık ve güvenlik standartları), Topluluk çapında ticarette korumacı önlemler işlevini görüyor ve böylece ekonomik bütünleşme önünde sorun yaratıyordu (McCormick, 2015: 112). Komisyon bu tür düzenlemeleri, ortak AET direktifleri ile uyumlu hale getirmeye çalışıyordu (Dedman, 2010: 112-113). Aynı şekilde, 17 Şubat 1986’da imzalanan Avrupa Tek Senedi’nin (ATS) temel amacı da Ortak Pazarın Avrupa sanayisi ve ticareti için faydalarını gözetmekti. Ortak Pazar; başta Amerikan ve Japon ekonomileri ile rekabet olmak üzere, küresel düzeyde rekabet gücünün anahtarı olarak görülüyordu. Kurucu Roma Antlaşması’nda değişiklik ile gündeme gelen Avrupa Tek Senedi, 1992 yılına kadar “insanların, malların, hizmetlerin ve paranın serbest dolaştığı ve kendi içinde sınırları olmayan bir alanın” yani Ortak Pazarın (iç pazarın) kurulmasını amaçladı (Salmon ve Nicoll, 1997: 206).
Avrupa Kalesi (Fortress Europe) imajı ABD başta olmak üzere AT’nin tüm ticaret ortaklarını etkiledi ve hatta endişelendirdi. Bu ortaklar arasında EFTA üyesi ülkeler de yer alıyordu. Soğuk Savaş sona ererken artık bağlantısızlık politikası izlemeyen EFTA ülkeleri de Topluluklara başvurdu. Avusturya, Finlandiya ve İsveç, 1 Ocak 1995’te Avrupa Birliği’ne üye oldu. Ortak pazarın yarattığı en önemli etki, para birliğinin hedeflenmesine giden süreçti. İç pazar beklenen potansiyele ancak tek para birimi uygulaması ile ulaşabilirdi. 1989 yılında para birliğine geçiş için üç adım belirlendi. Bunlardan birincisi ortak pazarın tamamlanması, ikincisi Avrupa Merkez Bankaları Sistemi ile ulusal para politikalarının koordinasyonunun sağlanması, üçüncüsü ise Avrupa Merkez Bankası’na döviz kurlarını belirleme yetkisi verilmesiydi (Blair, 2010: 73- 74). Ekonomik bütünleşmede kararlı adımlar atılırken, Aralık 1989’da toplanması planlanan hükümetler-arası Avrupa Konseyi öncesinde Soğuk Savaş’ın sembolü olan Berlin Duvarı’nın 11 Kasım 1989’da yıkılması, Avrupa’yı yeni bir siyasal düzenin oluşturulması ve ekonomik öncelikler belirlenmesiyle karşı karşıya bıraktı.
Soğuk Savaşın Sona Ermesi ve Avrupa Birliği
1990’ların başına kadar Avrupa bütünleşmesinin en önemli itici gücü Sovyet tehdidiydi. Fakat Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla bu tehdit yerini, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi süreciyle başlayan istikrarsızlık tehdidine bıraktı. Topluluklar’dan Avrupa Birliği’ne geçiş, iki kutuplu (bloklu) yapının uluslararası sistemde sona erdiği ve iki Almanya’nın birleştiği yeni Avrupa’da artık bir zorunluluktu (Dedeoğlu, 2003: 57). Bu geçiş, hem genişleme hem de derinleşme tartışmalarını başlatacaktı. Orta Avrupa ve Doğu Avrupa devletlerinin sosyalist düzenden liberalizme ve serbest piyasa ekonomisine geçerken yaşadıkları siyasal ve ekonomik istikrarsızlık, Batı Avrupa için yeni riskler taşıyordu. Bu sorunla yüzleşirken AT üyesi devletler; hem kendi aralarında ekonomik ve siyasal bütünleşmeyi derinleştirme hem de Orta ve Doğu Avrupa devletlerine yönelik destek programları ve tam üyelik başvurularıyla başlayan genişleme süreciyle baş etmeye çalıştılar.
Avrupa bütünleşmesinin her aşamasında Alman-Fransız işbirliği merkezi öneme sahiptir. Nitekim Almanya’nın siyasal ve ekonomik kalkınması Avrupa’nın istikrarı için önemini bu dönemde de korumaya devam etti. Batı Almanya ve Doğu Almanya’nın (yeniden) birleşmesinin Sovyet çözülmesiyle eş zamanlı olması, Orta ve Doğu Avrupa genişlemesinin öncelik kazanmasına yol açtı. 26 Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’ne bağlı 15 cumhuriyet bağımsızlıklarını kazandı ve böylece Sovyetler Birliği tarihe karışmış oldu. En zor çözülme ve geçiş süreci ise Yugoslavya’da yaşandı. Kanlı Yugoslav iç savaşı sonucunda 1991 ve 1992’de Bosna-Hersek, Hırvatistan, Makedonya, Sırbistan ve Slovenya devletleri kuruldu. 16 Aralık 1991’de Polonya, Macaristan ve Çekoslovakya ile Ortaklık Anlaşmaları imzalandı ve bu ülkelere üyelik sözü verildi (Dedman, 2010: 134).
Maastricht Antlaşması (1992)
7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Antlaşması, Toplulukları Avrupa Birliği’ne dönüştürürken ve AB vatandaşlığı kavramını ilk defa kullanırken, “üç sütunlu” bir yapı kuruyordu. Buna göre birinci sütunda Avrupa ekonomik bütünleşmesini ortak para birimine taşıyan Avrupa Topluluklarının politikaları (AKÇT, AET, EURATOM); ikinci sütunda Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP); üçüncü sütunda Adalet ve İçişlerinde İşbirliği konu ediliyordu (Thody, 2000: 211). Maastricht Antlaşması, karar verme süreçlerinde bir dizi reform getirmiş ve yeni para birimi oluşumunu ortaya koymuştu. Buna rağmen üye devletler, kısa sürede yeni bir hükümetler-arası konferansın toplanması kararını da aldı. Bunun nedeni, kurumsal ve idari yapının artık AB’nin karşılaştığı küreselleşme gibi baskılarla mücadele etmesine yetmediği görüşüydü. Ayrıca AB dış faktörlerin yanı sıra, genişlemenin bir sonucu olarak kendi içinde de değişiyordu (Blair, 2010: 84).
Orta Avrupa ve Doğu Avrupa Genişlemesi
Avrupa Birliği’nin, Soğuk Savaş sonrası dönemde genişleme politikasını ortaya koyan ilk kararlar Haziran 1993’te Kopenhag Zirvesinde alındı. Kopenhag kriterleri olarak bilinen tam üyelik şartlarıyla, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye katılımının belirli kurallara göre yapılması sağlanacaktı (Dedeoğlu, 2003: 58). Kopenhag kriterleri siyasal, ekonomik ve müktesebata uyum ile ilgili olmak üzere üç gruba ayrılıyordu (Salmon ve Nicoll, 1997: 250-251).
AB’nin 1995 genişlemesi, kurumsal reform yapılamadan gerçekleşmişti. Dolayısıyla, bu dönemde kurumlarda temsil dengeleri değişti. Örneğin birleşme sonrasında Almanya’nın nüfusu arttığı için büyük üye devletler olan İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya arasındaki kurumsal temsilde eşitlik artık söz konusu değildi (Dinan, 2004: 347). Maastricht Antlaşması’nın bütünleşmenin derinleşmesi önündeki engelleri kaldıracağının düşünülmesinde, AB vatandaşlığı kavramının hukuken kabul görmesi etkilidir (Akdemir, 2013: 151). Kamusal alanda halkların desteğiyle demokrasi açığı eleştirisinin de zayıflayacağı düşüncesi gelişmiştir. Demokrasi açığı kavramı, AB kurumlarının artan güçleri ve otoriteleri ile Avrupa vatandaşlarının bu kurumları denetleme gücü arasındaki dengesizliği anlatmak üzere kullanılmaktadır (McCormick, 2015: 127). Gelişim sürecinde daima bir elit projesi olmasıyla eleştirilmiş olan Avrupa bütünleşmesinin, üye ülkelerin vatandaşlarından ve dolayısıyla AB vatandaşlarından destek görmesi önemlidir. Fonksiyonalizm (İşlevselcilik) tarafından belirtildiği gibi, özellikle ekonomik bütünleşmenin siyasi bütünleşmeyi beraberinde getirmesi için kamu diplomasisi önemlidir. Bu koşullarda daha derin bütünleşme taraftarları ve federalistler için AB Antlaşması’nın bir anayasaya dönüştürülmesi çok anlamlıydı. Ancak bütünleşmenin geleceği konusunda uzlaşı sağlamak kolay değildi ve antlaşmaların onay süreçlerinin krizlere yol açmaması için tavizler verilmeye ve esneklik kavramı Birlik terminolojisinde sıklıkla kullanılmaya başlandı.
Amsterdam Antlaşması (1997)
Haziran 1997’de düzenlenen Amsterdam Zirvesinin temel konuları esneklik ve farklılaştırılmış bütünleşme oldu. Zirvenin ardından nihayet 2 Ekim 1997’de Amsterdam Antlaşması resmen imzalanmıştır. Antlaşmada, Orta ve Doğu Avrupalı aday ülkeler dikkate alınarak AB değerlerinin korunması ve izlenmesine yönelik tedbir sayılabilecek yeni bir madde yer aldı. Buna göre, ilkelerin ihlali durumunda üye devletlerin bazı hakları askıya alınabilecekti (Dinan, 2004: 357). Ancak yapılan düzenlemeler, genişleme öncesinde gereken kurumsal reform ihtiyacına yanıt verecek düzeyde değildi. Hatta kurumsal reformdan bilerek kaçınıldığı da dile getirildi (Blair, 2010: 88). Amsterdam Antlaşması; Roma Antlaşması, Tek Senet ve Maastricht Antlaşması ile oluşan müktesebatın yeniden düzenlenmesini ve bazı konular somutlaştırılarak yeniliklerin eklenmesini sağlamıştır (Dedeoğlu, 2003: 60). Amsterdam Antlaşması’nın ortak dış politika ve güvenlik politikasını sağlamlaştıran maddeleri arasında; nitelikli oy çokluğunun daha fazla kullanılması, yapıcı çekimserlik (üye devletlerin belirli bir girişime katılmak istememeleri) üzerinde uzlaşılması, Konsey sekretaryasında Politika Planlama ve Erken Uyarı Biriminin kurulması sayılabilir. Birlik ayrıca dışarıda kendisini temsil amaçlı “Yüksek Temsilcilik” pozisyonunu yaratarak, bu göreve NATO eski Genel Sekreteri Javier Solana’yı atamıştır. Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası, tedrici oluşturulacak bir ortak savunma politikasını da içerecek şekilde onaylanmış, kararların hükümetler-arası görüşmeler yöntemiyle ve oybirliği ile alınması öngörülmüştür (McCormick, 2015: 132).
Nice Antlaşması (2001)
Nice Antlaşması 26 Şubat 2001’de imzalandı ve 1 Şubat 2003’te yürürlüğe girdi. Sonuçta, nitelikli oy çokluğu için iki yeni eşik kabul edildi: Üye devlet sayısı ve AB nüfusu oranı (Dinan, 2004: 354). Komisyon ile ilgili olarak Ocak 2005’ten itibaren her üye devletten birer Komisyon üyesinin (komiser) atanması kararlaştırıldı. Dolayısıyla AB üyesi beş büyük devletin (İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya) artık ikişer komiseri bulunamayacak ve gelecekte toplam komiser sayısı 26’yı geçemeyecekti. Amsterdam Antlaşması’nda 700 olarak belirlenen Parlamento üyesi (milletvekili) limiti de, Nice Antlaşması ile 720 üst sınırına çıkarıldı (Blair, 2010: 92-93). Bu zirvede ayrıca Temel Haklar Şartı resmen kabul edilerek ilan edildi. Temel hakları teyit eden metin, 2009 yılındaki Lizbon Antlaşması ile yürürlüğe girmiştir. Nice zirvesi AB tarihinin en uzun zirvesi olarak tarihe geçti.
Avrupa Anayasal Antlaşması (2004) ve Onay Krizi (2005)
29 Ekim 2004’te imzalanan ve Avrupa Anayasası adıyla da anılan Anayasa Antlaşması (Constitutional Treaty), artık 25 üyeli AB’nin yol haritasını belirleyecekti. Ancak yukarıda değinilen tartışmalar, AB seçmenlerinin ulusal egemenliğin erozyonu düşüncesine kapılmasına ve Anayasal Antlaşma’nın Fransa ve Hollanda referandumlarında reddedilmesine yol açtı (Blair, 2010: 94-95). Söz konusu onay krizinde Fransa’nın %55’lik hayır oyunda Neo-liberal politikaların Brüksel’e fazla yetki vermesi, Fransız egemenliği ve nüfuzunun kaybedildiği kaygısı ön plana çıkmıştır. Hollanda’daki % 61,6’lık hayır oyunda ise yine Brüksel’deki siyasi elitlere tepki, egemenlik ve kültürel kimliğin kaybolması kaygısı etkili olmuştur. Her iki ülkenin seçmenlerinde de Türkiye’nin üyeliğine karşı olumsuz bir algı da bulunmaktaydı (Akdemir, 2014: 55). İki kurucu üye tarafından anayasaya olumsuz bakılması AB’nin geleceği konusunda kaygılara yol açmıştır.
Lizbon (Reform) Antlaşması (2007)
Anayasal Antlaşma’nın onay krizinin ardından üye devletler Haziran 2007 Avrupa Konseyi’nde yeni bir reform antlaşmasının hazırlanmasına karar verdiler. AB’nin değişen küresel şartlarda ve yeni tehditler karşısında özellikle dış politika konusunda eşgüdüm ihtiyacı olduğu dikkate alınarak, Lizbon Zirvesinde 13 Aralık 2007 tarihinde yeni bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma Lizbon Antlaşması olarak anıldı. Anayasal Antlaşma’dan farklı olarak Lizbon Antlaşması, temel antlaşmaları tek bir belge haline getirmeye çalışmıyor, önceki antlaşma reformlarındaki gibi sadece antlaşmaları revize ediyordu. Avrupa Topluluğu’nu kuran antlaşmanın adı Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma olarak değiştirildi. AB “tüzel kişilik” (tekil hukuki kişilik) haline getirildi ve uluslararası platformda daha etkin kılınması hedeflendi.
Lizbon Antlaşması, Maastricht Antlaşmasının getirdiği üç sütunlu yapıyı kaldırmıştır (Akdemir, 2014: 60). Dolayısıyla ikinci ve üçüncü sütun da (ODGP, Adalet İçişleri ve Cezai Konularda Polis ve Adli İşbirliği), birinci sütunun (Avrupa Toplulukları) hukuksal araçlarını kullanmak üzere ortak Topluluk çıkarı haline getirilmiştir. Antlaşmanın onay süreci, üye devletlerin seçmenlerinin yani AB vatandaşlarının antlaşma reformları konusunda bilgilendirilmelerinin önemine ve karar süreçlerinin şeffaflığına bir kez daha dikkat çekmiştir. Antlaşmanın onaylanmasında federalizmi çağrıştıran kavram ve sembollere (anayasa, bayrak, marş gibi) yer verilmemesi de etkilidir. Ayrıca üye ülkelerin istemeleri durumunda Birlikten çıkma özgürlüğü resmen tanınmış ve Antlaşmada da yer almıştır (Madde 50) (McCormick, 2015: 148).
AB’nin Geleceği Üzerine
AB bütünleşmesinin, egemenliğin üye devletlerce paylaşıldığı bir federasyona (Avrupa Birleşik Devletleri’ne) dönüşüp dönüşemeyeceği tartışması son dönemde de devam etmiştir. Lizbon Stratejisi ile ekonomik rekabet gücünü artırmayı planlayan AB, küresel ekonomik kriz karşısında Bankalar Birliğini kurarak ekonomik işbirliğini derinleştirdi. 2012 yılında Nobel Barış Ödülü’nü alan Birlik, ODGP konusunda daha aktif bir aktör olmak istediğini ortaya koydu.