BİLİM VE TEKNOLOJİ TARİHİ - Ünite 5: Türklerin İslâmiyet’e Giriş Döneminde Bilim ve Teknolojiye Etkileri Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 5: Türklerin İslâmiyet’e Giriş Döneminde Bilim ve Teknolojiye Etkileri
Giriş
Türklerin İslâmiyet’i benimsemeleri ve bütün yaşam biçimlerini kucaklayıcı bütüncül bir sisteme dönüştürmeleri, kuşkusuz hem İslâm dinin gelişimi hem de Türk dünyasının kültürel atılım sürecinde çok özel bir ana karşılık gelmektedir.
Türklerin İslâm’la tanışmalarının ve kabullenmelerinin kuşkusuz Türk düşüncesinin gelişim seyrinde çok özel bir yeri olduğunu da belirtmekte yarar vardır. Ancak Türklerin ortaya koydukları bilimsel veya genel anlamda kültürel başarılarının bütünüyle İslâm dünyasına katılmalarıyla gerçekleştiğini söylemek ise bilimsel açıdan doğru değildir. Çünkü Türkler İslâmiyet’le karşılaşmadan önce de inanç sistemleri açısından ezeli, ebedi, yani sonsuz bir varlık olarak tasavvur ettikleri Gök Tanrı (Tengri) inancına ulaşmışlardı.
İslâm Öncesi Dönem
İslâm dünyasında özellikle 8. ve 12. yüzyıllar arasında gerçekleştirilen büyük bilimsel atılımda Türklerin ne türden katkıları olduğunu daha sonra ayrıntılı ele alacak olmamıza karşın, İslâm öncesi dönemde gerçekleştirdikleri başarılardan hareketle de konu hakkında belirli bir bilgi sahibi olmak mümkündür. MÖ 8000’lere tarihlenen ve arkeolojik buluntulara dayalı olarak oluşturulan uzun bir zaman dilimi boyunca Türklerin, insanlık tarihine çok sayıda katkılar yaptığı görülmektedir.
Ayrıca Türklerin bu konudaki bütün maharetlerinin taş işçiliği olmadığı da, kazılarda ele geçen madenden yapılmış araçların bulunmasından anlaşılmaktadır. Özellikle MÖ 2000’lerden itibaren maden kullanımında hem çeşit hem de nitelik açısından büyük bir artış sağlandığı görülmektedir.
Türklerin bıraktıkları bir diğer maddi kültür unsuru da yazılı taş anıtlardır. Orhun Yazıtları olarak tarihe kayıt düşülmüş bu yazıtların mimarları Göktürklerdir (MS 552745). Bilge yöneticiler tarafından yönetildiği süre boyunca, Türklerin entelektüel kültür alanında ne gibi başarılarının bulunduğu konusunda bilgi sahibi olmamızı sağlayan bu anıtların Türk Kültür Tarihi açısından öneminin büyük olduğunu belirtmeye bile gerek yoktur.
Koruyucu hekimliğin önemi kavramış olan Göktürkler bitki ve hayvan kaynaklı iyileştirici çeşitli karışımlar geliştirmişler, koruyucu hekimliğin temel şartları olan sağlıklı beslenme, düzenli yaşama, ruh ve beden sağlığının korunmasını esas alan bir reçeteyi tavsiye etmişlerdir.
Orta Asya’daki diğer bir Türk devleti de yeni bir alfabe geliştirmiş olan Uygurlardır. Uygurlar aynı zamanda kentleşme konusuna da yeni bir yaklaşım getirmiş, gentler kaolin duvarlarla çevrelemiş, su kanalları, su kemerleri, taş binalar ve büyük mabetler yapmışlardır. Ziraatla uğraşan Uygurlar, yetiştirdikleri pamuğu, dokumacılık ve kâğıt yapımında kullanmışlardır. Çeşitli aletlerin yapımında demirin yanı sıra başka madenleri de kullanmışlar, altın ve bazı kıymetli taşlardan süs eşyaları yapmışlardır.
Uygurlar sağlık bilgisi konusunda da ileri düzeydeydiler; özellikle kızamık ve çiçek gibi bulaşıcı hastalıkların önenmesinde aşı geliştirmeleri dikkat çekicidir. Aşı uygulaması konusunda insan çiçeğinden yara kabukları alınarak kurutulmuş. bazı iç hastalıkların tedavisinde ilerleme kaydetmişlerdir. Tıp konusundan başka klişe baskı tekniği açısından da önemli ilerlemeler elde etmiş olan Uygurlar, tahtadan oyulmuş harfler ve klişelerle çok sayıda eser basmışlardır. Bugünkü anlamda bir matbaacılığın doğrudan mucidi olmamakla birlikte, Uygurlar matbaa öncesi dönemin en gelişmiş baskı tekniği olan klişe baskının öncüsüdürler.
İslâm Sonrası Dönem
Batı’nın karanlık bir döneme girdiği sıralarda, Doğu’da insanları bilmeye, araştırmaya ve sorgulamaya yönelten tutumuyla dikkatleri çeken İslâmiyet doğdu. Bilgi başlı başına peşine düşülmesi gereken bir değer ve en büyük erdemdir. Adil olmanın ön koşulu bilgidir. Öyleyse bilgi bir kazanç aracı değil, salt bilgi olduğu için itibar edilmesi gereken bir değerdir.
Bu müstesna bakış açısıyla harekete geçirilen İslâm toplumu, kısa süre içerisinde bilginin peşine düştü ve ilk anda sahip olmadığını fark ettiği bilgileri elde etmek için yapılması gerekeni yaparak yoğun bir çeviri etkinliğine girişti.
Bilgelik Evi (Beyt el-Hikme) denilen bilginin koruyucusu olan bir kurumun oluşturulduğu bu evrenin devamında ivme kazanan çeviri etkinliği nihayet Müslüman aydınların bu mirası özümsemesiyle birlikte daha yukarı bir düzeye, bilime özgün katkıların yapıldığı aşamaya taşındı. Harezmî (D.780-Ö.850), Kindi (D.801-Ö.873), Fârâbî (D.870-Ö.950), İbn el-Heysem (D.965-Ö.1039), Bîrûnî (D.973-Ö.1048) ve İbn Sînâ (D.980-Ö.1037) gibi çok sayıda bilim ve düşünce insanının eserleriyle İslâm toplumunu aydınlattığı bu aşamada çok sayıda özgün katkı insanlığa armağan edildi.
İslâm düşüncesinin Rönesans’ını oluşturan ve yaklaşık iki yüzyıllık bir süreyi kapsayan bu etkinliğin, sonucunda Antik Grek dünyasında gerçekleştirilmiş olan bütün bilimsel ve düşünsel başarılar İslâm dünyasına aktarılmıştır. Bilime olumlu bakış ve dinin bilimi koruyan ve yücelten tutumu sonucunda kısa sürede, Müslüman entelektüellerin dikkati önce var olan birikimi anlamaya ve daha sonra da geliştirmeye yönelmiştir.
Câbir İbn Hayyan
Kimya konusunda yazdığı kitaplarla, hem kimya bilimin modern temellerinin atılmasına, hem geliştirdiği araçlarla ve deney teknikleriyle kimya teknolojisinin gelişmesine hem de buluşlarıyla kimya endüstrisinin doğmasına ön ayak olan Câbir İbn Hayyan (721-808) ilk büyük kimyacıdır. Madde konusuna sınıflandırılma yaklaşımıyla yeni bir anlayış getirmiştir.
Kimyasal süreçlerde, işleme giren ve çıkan madde miktarının eşit olduğunu belirleyerek Modern dönemde Lavoisier tarafından geliştirilen maddenin sakınımı ilkesini öncelemeyi başarmıştır.
Ayrıca kuramsal ve deneysel araştırmalarıyla pek çok kimyasal bileşiğin keşfedilmesinde, kimya aletlerinin geliştirilmesinde ve kimyasal süreçlerin nasıl gerçekleştirileceği konularında öncü düşüncelere sahip olması bakımından kimya tarihinde ayrıcalıklı bir yer edinmiştir.
Câbir’in kimya tarihine en önemli katkısı, minerallerin oluşumunu açıkladığı Cıva-Kükürt Kuramıdır. Câbir, mevcut bilgiler ışığında maddeleri uçucu olanlar (ruhlar), metaller ve mineral olmayanlar olmak üzere üç gruba ayırmıştır. Bu sınıflandırmanın gözlem ve deney bilgisine dayandığına dikkat edilmelidir.
Câbir’in modern kimyaya giden yolu açtığının söylenmesinin bunların dışında da haklı nedenleri bulunmaktadır. Her şeyden önemlisi Câbir ilk kez kullanılan veya geliştirilen kimyasal işlemlerin gerçekleştiricisidir. Kimyasal işlemlerde kullanılan birçok aletin mucididir ve çözücü akışkanlar olarak adlandırdığı nitrik, sülfürik ve hidroklorik asit gibi mineral kökenli asitleri keşfetmiştir.
Hârezmî
Câbir İbn Hayyan’ın kimya alanına yaptığı katkılara benzer bir katkıyı matematik alanında gerçekleştiren bilim insanı ise Hârezmî’dir. Sıfır rakamını uygarlığa kazandıran Hârezmî, cebir, aritmetik ve coğrafya alanlarında olmak üzere üç temel eseriyle bilim tarihinde seçkin bir yer edinmiştir.
Cebir konusundaki çalışması Kitâb el-Muhtasar fî Hisâb el-Cebr ve el-Mukâbele (Cebir ve Mukâbele Hesabı Hakkında Özet Kitap) adını taşır. Başlıkta yer alan cebir ifadesi, bir denklemdeki negatif terimin eşitliğin öbür tarafına alınarak pozitif yapılması, mukâbele sözcüğü de denklemde bulunan aynı cins terimlerin sadeleştirilmesi işlemini belirtmektedir. Hârezmî bu kitabında, birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözümleri, binom çarpımları, çeşitli cebir problemleri ve miras hesabı gibi konuları incelemiştir.
12. yüzyılda Latinceye çevrilen kitabın adındaki “el-cebr” kelimesi, “algebra” biçimine dönüştürülmüştür ve Batı dillerinde cebir kelimesinin kökeni bu sözcüktür. Hârezmî’nin aritmetik konusunda kaleme aldığı çalışması ise Hint Hesabı başlığını taşımaktadır. Arapça aslı kayıp olan kitabın başlığında yer alan Hint sözcüğü, on rakamlı konumsal Hint rakam sisteminin anlatımına yer verilmesinden dolayıdır.
Hârezmî sıfır için “küçük yuvarlak” adlandırmasında bulunmuştur. Küçük yuvarlak işareti bugün dünya dillerinde kullanılmakta olan sıfır rakamıdır.
Hârezmî, daha önce Sanskritçeden Arapçaya çevrilmiş olan Siddhanta adlı zici Ptolemaios’un Almagest’ini dikkate alarak düzenlemiş ve açı büyüklüklerini trigonometrik fonksiyonlarla ifade eden tablolar eklemiştir. Kitapta dikkat çeken bir diğer nokta da içerdiği haritalardır.
Hârezmî, aynı zamanda Ptolemaios’un Coğrafya adlı kitabını da Kitâb Suret el-Ard (Yer’in Biçimi Hakkında) adıyla Arapçaya çevirmiş ve böylece Grek dönemi matematiksel coğrafya bilgilerinin İslâm dünyasına girmesini sağlamıştır. Nil’in kaynağını ve mecrasını gösteren haritada Nil’in Batı Afrika’dan veya Cennet’ten doğmayıp, bir gölden çıktığının yer alması dikkat çekicidir.
Fârâbî
Türk felsefe geleneğinin kurucusu olan Fârâbî (D.870Ö.950), mantık, siyaset ve bilim alanlarında geliştirdiği düşüncelerinden dolayı Mu‘allim-i Sânî (ikinci bilge) olarak onurlandırılmıştır. Felsefe konusundaki yetkinliği hem İslâm felsefesinin hem de Batı felsefesinin oluşmasında etkili olmuştur.
Boşluk, bir fizik problemi olarak çok eski dönemlerden itibaren üzerinde durulmuş bir konudur ve özellikle Aristoteles’in “boşluk yoktur” iddiasını dile getirmesinden itibaren, fiziğin modern dönemine kadar etkileri ulaşan ciddi tartışmalara konu olmuştur.
Fârâbî, bu çalışmasında boşluğu kabul etmeyen bir yaklaşımla havanın niteliğini irdelemektedir. Ona göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği görülür. Öyleyse doğada mutlak anlamda boşluk yoktur. Ancak Fârâbî’ye göre, ağzından bir miktar hava emildikten sonra, suyun şişe içerisinde yükselmesini yerleşik Aristotelesçi fizik ile açıklamak da olanaklı değildir.
Daha da dikkat çekici olan ise bir Orta Çağ entelektüeli olmasına karşın, Modern dönemin bilim anlayışına yakın bir yaklaşımla hareket etmesidir.
Bîrûnî
Bilim tarihi çalışmaları Bîrûnî’nin (D.973-Ö.1048) gerek bilimsel tutum ve araştırma tutkusu, gerekse doğa, matematik ve toplum bilimlerinde kaleme aldığı çalışmalarında sergilediği özgünlük bakımlarından “bütün zamanların en büyük bilginlerinden biri” olduğunu ortaya koymuştur. Bunun yanında çalışmalarındaki derinlik ve çeşitlilik, onu klasik çağ bilgeliğinin nadir temsilcilerinden biri yapmaktadır.
Bîrûnî’nin bilimsel çalışmaları içerisinde doğa bilimleri özel bir yer tutmaktadır. Genç yaşında yaptığı gözlemler, enlem ve boylam çalışmalarında gösterdiği başarılar, Yer üzerine ileri sürdüğü düşünceler onun bilimsel ilgi alanının temel temasını oluşturmaktadır.
Büyük bir matematik dehası olduğundan, geometrinin sağladığı bütün olanakları evreni anlamak için kullanan Bîrûnî, geometrik bir kurgu olarak düşündüğü Güneş merkezli evren modelini asla reddetmemiş, ancak Yer’e hareket verildiğinde ortaya çıkacak sorunları mevcut geometrinin olanaklarıyla çözümlenin zorluğunu aşamadığından, Yer merkezli modelle çalışmayı yeğlemiştir.
Bîrûnî’nin astronomideki bir diğer başarısı da gözlemin dakikliğini artırmak için gözlem araçlarında yaptığı özgün yeniliklerdir. Gözlemlerin dakikliği ve güvenilirliği, başta zaman tayini, örneğin orucun ne zaman tutulacağının bilinmesi, namaz vakitlerinin belirlenmesi ve genel anlamda takvim yapılabilmesi için çok önemlidir.
İbn Sînâ
Türk felsefe geleneğinin ikinci büyük ismi olan İbn Sînâ (D.980-Ö.1037), matematikten fiziğe, astronomiden optiğe, metafizikten mantığa yayılan ilgi alanının sağladığı düşünsel olanakları, insan, doğa ve evren hakkında geleneğin sunduğu açıklama modellerinin dışına taşıyarak, bu alanları yeni bir gözle görme becerisini göstermiş eşsiz bir bilgedir. Söz konusu konularda veya alanlarda kaleme aldığı onlarca yapıtının ışığıyla uzun yüzyıllar Doğu ve Batı aydınlanmıştır. Bugün dahi güncel bilgiler içeren Tıp Kanunu ve doğa felsefesinin başyapıtlarından biri olan Şîfâ bilim ve felsefenin o gün için bilinen bütün sorun durumlarının irdelendiği ve çözüm önerilerinin yer aldığı iki dev yapıttır.
Bunların yanında astronomi, matematik, fizik, kimya ve müzik alanlarında da devrimci kuramlar geliştirdiği görülmektedir. İbn Sînâ, Grek düşünce geleneğini, özellikle de mu‘allim-i evvel sayılan Aristoteles’in düşünce dünyasını derinlemesine kavramış bir bilim ve düşün insanı olarak, fizik çalışmalarına temel bir problem alanı olarak gördüğü değişim konusuyla başlamıştır.
İbn Sînâ’ya göre, doğası gereği gerçekleşen bir değişim veya hareket, bilimin konusu olamaz.
İbn Sînâ’nın kuvvet etkisinin kalıcı olduğunu belirtmesi çağı için bütünüyle yeni bir kavrayıştır ve modern mekaniğin temel yaklaşımına son derece yakın bir ifadedir.
İbn Sînâ aynı zamanda optik konusuyla da uğraşmış ve görmeye neden olan ışınların gözden çıktığını savunan gözışın (extramission) kuramına karşı önemli itirazlar geliştirmiştir. Ayrıca, görmeye ilişkin olarak özel ve kendine özgü bir görüş geliştiren İbn Sînâ’ya göre, görme dıştan gelen etki ile gözde, bir aynadakine benzer bir görüntünün oluşması yoluyla olur.
Batılı kaynaklarda haklı olarak “Doktorların Kralı” unvanıyla tanıtılan İbn Sînâ’nın bilim tarihine diğer büyük katkısı da tıp araştırmalarının sonuçlarını derlediği elKanûn fî el-Tıb, yani Tıp Kanunu’dur. Söz konusu bu yapıt kaleme alınmış bütün zamanların en ünlü tıp çalışmasıdır ve pek çok Avrupa üniversitesinde temel tıp metni olarak 17. yüzyıla kadar kullanılmıştır.
Tıp Kanunu, altı yüz yıl aşılamamış ve İbn Sînâ’nın söylediklerine çok az şey eklenebilmiştir. Tıp Kanunu başta İbranice, Latince, Farsça, Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca ve daha birçok dile çevrilmiş ve defalarca yayımlanmıştır.
Kitapta anatomi ve fizyoloji gibi tıp biliminin genel konularına ait bilgiler yer almaktadır. İnsan vücudunun tarifi, anatomisi, fizyolojisi ve bütün özellikleri ele alınarak dört hılt (ahlatı erbaa), dört unsur (anasır-ı erbaa) ve bunların açılımı olan konular incelenmiştir. Ayrıca ilâçbilim (farmakoloji) konusuna yer verilmiş, Müfredat adıyla hastalıkların tedavilerinde kullanılacak tek terkipli yani basit ilaçlardan söz edilmiş, bitkisel ilaçların alfabetik sırayla yazılışları ve yaklaşık sekiz yüz kadar ilacın özellikleri hakkında bilgi verilmiştir.
Karahanlılar ve Gazneliler
Karahanlılar
İlk Müslüman Türk devleti kabul edilen Karahanlılar (840-1212), Uygurların yıkılmasından sonra 840 tarihinde bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Saltuk Buğra Han’ın 940’a doğru İslâm dinini benimsemesiyle birlikte, yeni bir medeniyetle karşılaşan Karahanlılar, hem Kuran-ı Kerim’i okuyabilmek, hem de diğer Müslümanlarla iletişim kurabilmek için Arapça öğrenmeye yönelmişler, sonunda Kuran-ı Kerim’i anlamaya ve anlatmaya yetecek denli Türkçe yapıt kaleme alacak duruma gelmişlerdir.
Kaşgarlı Mahmud
Karahanlılar döneminde yetişen önemli bilginlerden biri dil konusunda çalışmış olan Kaşgarlı Mahmud’dur. 11. yüzyılın ilk yarısında Kaşgar’da doğan Kaşğarlı Mahmud, uzun yıllar Türk bölgelerine seyahat etmiş, Türkçenin birçok lehçesini, çeşitli Türk boylarının gelenek ve göreneklerini öğrenmiş ve daha sonra Bağdat’a yerleşmiştir. Ünlü yapıtı Türk Dili Sözlüğü’nü (Divân-ı Lugât el-Türk) burada yazmaya başlamış, yaklaşık 7500 kelimeden oluşan yapıtını 1074’te tamamlamış Bağdat’ta Halife Muktedî Biemrillâh’ın oğlu Ebû el-Kâsım Abdullah’a sunmuştur.
Türk tarihine, edebiyatına, müziğine, gelenek ve göreneklerine ilişkin önemli bilgiler içeren bir çalışmadır. Bir yönüyle Türk dilinin ilk sözlüğü olan Divân-ı Lügât el-Türk, çeşitli Türk boylarından derlenmiş bir ağızlar sözlüğü karakterini taşımaktadır.
Türklerin tarihinin, edebiyatının ve yaşam biçimlerinin anlatıldığı Dîvân-ı Lügât el-Türk’te yer alan ve Türk coğrafya tarihi açısından çok değerli bir belge olan ünlü Dünya haritası dolayısıyla da dönemin coğrafya bilgi düzeyini edinmek olanaklıdır.
Kaşgarlı Mahmud’un haritası, Türklerin çizdiği ilk Dünya haritasıdır ve Bîrûnî’den etkilenerek çizilmiş olmakla birlikte içerdiği bilgiler Bîrûnî’nin verdiklerinden daha ayrıntılıdır.
Yusuf Has Hâcib
11. yüzyılın başlarında Balasagun’da doğan Yusuf Has Hâcib, bilgiyi arayan, bilginin peşine düşen ve bu anlamda bilginin erdem olduğunu savunan değerli bir düşün insanıdır. Balasagun’da yazmaya başladığı ve Kâşgar’da tamamladığı, Kutadgu Bilig (Mutluluk Veren Bilgisi) adlı seçkin yapıtını Karahanlı hakanı Süleyman Arslan’ın oğlu Uluğ Buğra Han’a sunmuştur.
Kutadgu Bilig, her iki Dünya’da da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib’e göre, öteki Dünya’yı kazanmak için bu Dünya’dan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir.
Yusuf Has Hâcib bu yapıtında bilimin değerini de tartışır. Ona göre, bilginlerin bilgisi, halkın yolunu aydınlatır; bilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle bilginlere hürmet göstermek ve bilgilerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir bilginin bilgisinin diğerinin bilgisinden farklı olduğu görülür.
Bütün bu anlatılanlar dikkate alındığında, Kutadgu Bilig’in yazıldığı dönemde Yusuf Has Hâcib’in ve içinde yetiştiği çevrenin bilim ve felsefe birikiminin son derece yüksek olduğu anlaşılır.
Edib Ahmed Yüknekî
Bir Türk beyi olan Mehmed Bey için yazdığı nasihatname veya siyasetname niteliği taşıyan Atebet el-Hakâyık (Gerçeklerin Eşiği) kitabıyla Türk düşünce tarihinde yer edinen Edib Ahmed Yüknekî, edep, ahlak ve erdemli olmanın birey ve toplum yaşamındaki önemi üzerinde durmaktadır.
Ahmed Yüknekî’nin bilgiye verdiği değer, bilginin bireysel, toplumsal ve yönetsel bakımlardan ne denli önemli olduğunu yöneticilere ve halka göstermek içindir. Yüknekî, erdem ve bilgi arasında doğru bir ilişki kurmuştur.
Gazneliler
Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan’da (963-1183) yılları arasında hüküm süren Gazneliler, Sâmânîlerin Horasan Orduları Kumandanı Alp Tegin ve onun en çok güvendiği kişilerden biri olan Sebük Tegin tarafından kuruldu ve Sebük Tegin’in oğlu Mahmud’un hükümdarlığı döneminde en parlak dönemini yaşadı.
Gazneli Mahmud, Firdevsî, Bîrûnî, Ebû Nasr ibn Irâk ve Ebû elHayr İbn el-Hammâr gibi bilim, felsefe ve sanat gibi yüksek entelektüel yetkinlik alanlarına mensup bilim ve düşün insanlarını da başkent Gazne’de toplamaya özen gösterdi.
Selçuklular
Türk düşünce tarihinin önemli bir gelişme evresini de Selçuklular dönemi oluşturmaktadır. Bir uç beyi olan Selçuk Bey’in torunları Çağrı ve Tuğrul Beyler 1038’de Büyük Selçuklu Devleti’ni kurmuşlardır.
Egemen oldukları toprakları imar eden, eğitim-öğretim ve bilimsel araştırma konularında ciddi çalışmalar yapan, Selçuklular, İslâm bilim ve kültürünün Anadolu’da yayılmasını sağlayarak, bu topraklar üzerinde matematik, astronomi, coğrafya ve tıp konularında çalışmaların yapılmasını desteklediler.
Sağlık konusuna da önem veren Selçuklular zamanında çok sayıda hastane açılmış, halkın ve askerlerin sağlığının korunması sağlanmıştır. Sefer esnasında askerlerin tedavileri için 100 deve ile taşınan seyyar hastanelerin kurulduğu belirtilmektedir. Bu dönemde tıbbın yanında eczacılık ve kimya alanlarında da gelişme kaydedilmiştir.
Selçuklular yükseköğretim kurumları olan medreseleri ilk defa kurmaları bakımından ayrıcalık taşımaktadırlar ve bu işi gerçekleştiren büyük devlet adamı Nizamü’l-Mülk’tür.
Selçuklular döneminde astronomi ve matematik konularında da ciddi gelişmeler elde edilmiştir. Bu amaçla gözlemevleri kurulmuştur. Bunlardan biri Celâlî Takvimi’ni hazırlamak amacıyla 1075 yılında İsfahan’da kurulan İsfahan Gözlemevidir.
Gözlemevi kurma geleneğinin dikkat çeken örneklerinden biri de Türk düşünce geleneğinin başat kavramlaştırması olan bilge kral adlandırmasının tam ve yetkin temsilcilerinden biri olan Uluğ Bey’in kurdurduğu Semerkand Gözlemevi’dir.
Bu dönemde yetişen bilginlerin önemlilerinden biri Çağmînî’dir. Hayatı hakkında çok az bilgi olan Çağmînî, Hârizm bölgesinde bulunan Çağmîn’de doğmuş ve astronomi alanında başarılı çalışmalar yapmıştır. Başarılarından dolayı kendisine “Astronomların Babası” lâkabı verilmiştir.
Selçuklular döneminde teknik alanında da önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bütün zamanların en iyi mühendisi olarak kabul edilen Cezerî (13. yüzyıl) etkileri günümüze kadar gelen ve olağanüstü mekanik araçların teknik bilgilerinin ve çizimlerinin yer aldığı El-Câmi‘ Beyn el-İlm ve el-‘Amel el-Nâfi fî Sınaât el-Hiyel (Makine Yapımında Yararlı Bilgiler ve Uygulamalar) adlı bir kitap kaleme almıştır.
Cezerî suyun dışında hava ve boşluk ilkelerine dayalı olarak hareket eden araçlar da yapmıştır.
Selçuklular zamanında geleneksel kimya konusuyla da ilgilenilmiştir. İlgilenenlerden biri Cevberî’dir (13. yy). Kitab el-Muhtar fi Keşf el-Esrar adlı eserinde, simyanın tarihçesini de veren Cevberî, ilk maddenin yaratılışı, evrenin oluşumu ve doğa tarihi konusunda açıklamalar yapar.
Selçuklular sağlığa büyük önem vermişler ve halen ayakta olan birçok hastane kurmuşlardır.
Selçuklular zamanında yetişmiş önemli hekimlerden biri el-Cevzi’dir (1200’ler). Cevzi Kitab el-Lukat el-Menafi fi el-Tıbb adlı eserinde hastalıklar ve onların tedavisi konusunda kısa bilgi verir; yiyecekler ve içecekler üzerinde durur Bu eserin tamamlayıcısı niteliğinde olan Kitab el-Muhtar el-Lukat fi el-Tıbb’da ise daha çok yiyecek ve içecekler ele alınmıştır.