ÇAĞDAŞ FELSEFE I - Ünite 3: Analitik Felsefenin Başlangıcı: Russell ve Moore Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Analitik Felsefenin Başlangıcı: Russell ve Moore

Dilsel Felsefeye Sapış

Richard Rorty’nin “dilsel dönüş” başlığını taşıyan antolojisi, dilsel felsefe terimini popüler hale getirmiştir. Kant dilin yanıltıcı olabileceğini öne sürerken Russell Paradoksu dilin kullanımında sınırlamaların olması gerektiğini vurgulamıştır. Felsefenin dilin işleyişini anlamaya yöneldiği bu odak kayması felsefede “dilsel felsefeye sapış” olarak değerlendirilmiştir.

Frege döneminde dilin mantığa dayalı olarak çözümlemesi ilerleme kaydetmiş, mantıksal atomculuk ve mantıksal pozitivizm adı verilen iki yaklaşım oluşmuştur. Moore ve Russell mantıksal atomculuk, Schlick, Carnap ve Ayer mantıksal pozitivizm, Ryle ve Austin gündelik dilin felsefesi ile ilgilenirken Wittgenstein hem dilin mantığa dayalı çözümlenmesi hem de gündelik dilin felsefeye konu edilmesi üzerine eserler sunmuştur.

Modern Mantık

Modern mantıkta önermeler işaret dizilerinden oluşan biçimsel bir dil ile temsil edilmektedir. Bertrand Russell ve Alfred North Whitehead 1910-13 yılları arasında Pirincipia Mathematica adli eserlerinde modern mantığın başarılarını ifade etmişlerdir. Gündelik yaşamın muğlaklıklarından arındırılmış mükemmel bir dil bizi felsefi sorunlardan da uzaklaştıracaktır.

Moore (1873-1958)

George Edward Moore 1873’te Londra’da doğdu. 1892’den itibaren Cambridge Üniversitesi’nde eğitim gördü ve ilk yılın sonunda Bertrand Russell ile tanıştı. 1925-1939 yılları arasında aynı üniversitede zihin felsefesi ve mantık profesörü olarak çalışan Moore sağduyuya dayalı felsefe anlayışının temsilcisidir.

Doğalcılık karşıtı ahlak felsefesini savunan Moore 1918- 1919 yılları arasında Aristotelian Society’nın başkanlığını üstlenmiş, 1958 yılında vefat etmiştir. Frege, Russell ve Wittgenstein ile birlikte analitik felsefe geleneğinin kuruculuğunu üstlenmiş Principia Ethica adlı kitabı, The Rufutation of Idealism, A Defence of Common Sense ve A Proof of the External World başlıklı makaleleri bilinmektedir.

Sağduyuya Dayalı Felsefe

Moore “sağduyuya dayalı önermeler” şeklinde adlandırdığı önermeler sunmaktadır. Örneğin Moore bir insan bedenine sahiptir. Bedeni zaman içinde değişimlere uğramıştır. Başka insanların bedeni de değişime uğramıştır. Diğer insanlar da Moore’un kendisi ve çevresi ile ilgili bildiği önermeleri kendi deneyimleri dahilinde bilir. Bu iki grupta yer alan önermeler bir araya geldiğinde “sağduyuya dayalı dünya görüşü” (A Defense of Common Sense) oluşur. Moore bu önermelerin arasına Tanrı ve evrenin oluşumu ile ilgili önermeleri katmaz. Moore’un karşı çıktığı felsefe geleneği sağduyulu önermeleri sorgulayan idealist felsefedir. Felsefi çözümleme yöntemini ahlak felsefesine ve dış dünyanın bilinmesine yönlendirmiştir.

Dış Dünyanın Varlığı Sorunu

Moore ve Russell’ın 20. yy başlarında karşı çıktıkları felsefi yaklaşımlar genel olarak “idealizm” olarak nitelendirilmektedir. Moore ve Russell analitik felsefe geleneğinin kurucularıdır. Moore “sağduyuya dayalı gerçekçilik”i savunmaktadır.

Moore’un çözmeye çalıştığı sorun budur: Duyusal deneyimin deneyimleyene özgülüğü ile bilginin kamusallığı (yani deneyimleyenden bağımsız olması) arasındaki uçurum nasıl aşılacaktır? 1925’te “A Defense of Common Sense” başlıklı makalesinde kuşkucu yaklaşımları eleştirir. 1939’da “Proof of an External World” adlı makalesinde sağ ve sol elinin farklı olduğundan yola çıkarak dış dünyanın var olduğunu savunur. Bu el kanıtlamasından Wittgenstein etkilenmiş ve On Certainty kitabında bu konuya ilişkin düşüncelerini açıklamıştır.

Ahlak Felsefesi

Moore Principa Ethica adlı kitabında doğalcı yaklaşımlara karşı çıkmaktadır.Ona göre “iyi” tanımlanamaz, sadece ne olduğu gösterilebilir ve bu gösterme üzerinden kavranabilir. Moore kitabının 13. Bölümünde “Haz veren bir şey aynı zamanda iyidir” ifadesini eleştirir. İyi kavramı bazı başka kavramlarla çözümlenebiliyor olsa iyi kavramını içeren analitik ifadelerin bulunması gerekir ki Moore böyle analitik ifadelerin olmadığını ifade eder. Ona göre iyi doğal olmayan bir özelliktir. Ampirik veya bilimsel olarak test edilemez veya doğrulanamaz. Moore yaklaşımının ahlaki görüselcilik olarak görülmesine karşı çıkmaktadır. Ahlaki görüselci yaklaşımlar bir eylemin iyi olup olmadığının sonuçlarından bağımsız olarak görüsel olarak bilinebileceğini savunmaktadır. Moore ise eylemler söz konusu olduğunda eylemlerin sonuçlarını dikkate almamız gerektiğini savunmaktadır. Ödevbilimsel değil, sonuçcu bir ahlak felsefesi vardır. Moore’a göre bir değeri deneyimleyen şeyin bilinç olduğunu, bir bütünün değerinin onu oluşturan parçaların toplamından fazla olduğunu savunur. Moore’un bu görüşü “organik bütün yaklaşımı” olarak nitelendirilmektedir.

Moore Paradoksu

“Yağmur yağıyor ama ben yağmurun yağdığına inanmıyorum” şeklindeki ifadenin barındırdığı çelişki Moore paradoksu olarak adlandırılmaktadır. Sorun herhangi bir kişinin tutarlı bir biçimde böyle bir ifadede bulunmasının beklenmemesine rağmen önermenin kendisinin mantıksal bir çelişki olmamasıdır. Wittgenstein bu paradoksun Moore’un en etkileyici felsefi görüşü olduğunu söylemiştir.

Russell (1872-1970)

Bertrand Russell, 1872’de Galler’de aristokrat bir ailenin mensubu olarak doğmuştur. Aile birkaç yüzyıl İngiltere’nin siyasi yaşamında etkili oldu. Büyükbabası 1840-1860 arasında başbakanlık yapmıştır. Annesi Girton College’ın kurucularındandır. John Stuart Mill, Russell’i yaşam boyu etkilemiştir. Çocukluğu ve gençliği boyunca Russell’in yaşamındaki merkezi figür büyükannesi Kontes Russell oldu. Büyükannesi muhafazakâr olmakla birlikte Darwincilik’i benimseyen toplumsal adalete önem veren ilerici görüşleriyle Russell’i etkiledi. Yalnız ve sıkıntılı gençliğinde matematik öğrenme isteğinin onu intihardan vazgeçirdiğini yazmıştır. Genelse evde özel derslerle öğrenim gören Russell’in ilgi alanını geometri çalışmaları belirlemiştir. 15 yaşında Hristiyan inancını sorgulamaya başlamış, 18 yaşında dogmaları terk ettiğini ifade etmiştir. Cambridge Trinity Collage’de Moore ile tanışmış, Alfred North Whitehead’dan etkilenir. Matematik ve felsefede başarılı olur ve 1895 yılında akademik üye unvanı alır. 1873’te ilk evliliğini yapar ve 1921’de boşanır. 1896’da German Social Democracy eserini yayımlar ve bu konuda London School of Economics’te bir ders verir. Politika ve matematiğin temellerine ilgisi başlar. Gottlob Frege’nin çalışmalarını incelerken adıyla anılan Russell Paradoksu’nu bulur. 1903’te The Principles of Mathematics’i yayımlar. 1905’te Mind dergisinde yayımlanan “On Denoting” adlı makalesi analitik felsefenin kuruluşu bakımından önemlidir. 1910’da Alfred North Whitehead ile hazırladıkları Principia Mathematica’nın ilk cildi yayımlanır. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi’nde ders vermeye başlar. Burada Ludwig Wittgenstein ile tanışır ve onun doktora hocası olur. 1922 yılında Tractatus’un yayımlanmasına yardımcı olur ve önsöz yazar. Önsöz kitabın Almanca baskısında yer almaz. Russell 1918’de mantıksal atomculuk üzerine bir ders verir.

Birinci Dünya Savaşı sırasında pasifist görüşü benimser. 1916’da Trinity Collage’dan uzaklaştırılır ve para cezası alır. Yaptığı bir konuşma nedeniyle 1918 yılında 6 ay hapsedilir. 1920’de hükümetin görevlendirmesiyle Rusya’ya gider ve Lenin’le tanışır. Olumsuz izlenimlerle buradan ayrılır, bu izlenimleri üzerine kitap yazar. 1 yıl Pekin’de felsefe dersleri verir. 1921’de İngiltere’ye döner, eşinden boşanır, kinci evliliğini yapar. Bu evlilikten 3 çocuğu olur. 1927’de ikinci eşiyle Becaon Hill School adlı deneysel bir öğrenim yöntemi benimseyen bir okul açar. 1932’de bu okuldaki çalışmalarını sonlandırır ve boşanır. 1936’da üçüncü evliliğini yapar ve bu evliliğinden bir oğlu olur. Chicago ve sonrasında Kaliforniya Üniversitesi’nde dersler verir. 1940’ta City College of New York’a felsefe profesörü olarak atansa da Marriage and Morals adlı kitabındaki açık fikirli görüşleri nedeniyle ataması iptal edilir. John Dewey ve bir grup aydın bu durumu protesto eder, Albert Einstein onu desteklemek için kamuya açık bir mektup yazar. Russell daha sonra Barnes Foundation’a katılır. Buradaki felsefe konuşmaları A History of Western Philosophy bağlığı ile yayımlanır, 1945’ten itibaren düzenli gelir sağlar. 1944’te Trinity College’a geri döner. 1950’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. 1952’de üçüncü eşinden boşanır ve aynı yıl dördüncü evliliğini yapar. En büyük oğlu ve eşi psikiyatrik rahatsızlıkları nedeniyle çocuklarına bakamadıkları için 3 kızın koruyucusu kendisi ve dördüncü eşi olur.3 kızdan 2’sine daha sonra şizofreni teşhisi konur. 1950 ve 1960’lı yıllarda politik mücadelelerde yer alır. 1967, 1968 ve 1969’da otobiyografisi 3 cilt olarak yayımlanır. 31 Ocak 1970’te İsrail’in Ortadoğu politikalarını eleştiren bir bildiri yazar. Aynı yıl 2 Şubat’ta yaşamını yitirir. Yazdığı son bildiri, Kahire’de toplanan Uluslararası Parlamenterler Konferansı’nda okunur. 1980 yılında, Londra’daki bir meydana Russell’ın büstü dikilir.

Russell’in Felsefi Görüşlerinin Etkisi

Bertrand Russell, Gottlob Frege, G.E. Moore ve Ludwig Wittgenstein ile birlikte analitik felsefenin kurucusu olarak kabul edilir. Russell felsefî çözümlemeyi, akademik felsefenin temel yöntemi haline getirmiştir.

20. yüzyılın en önemli filozoflarından birisi kabul edilen Ludwig Wittgenstein, 1911-1914 yılları arasında Cambrigde Üniversitesi’nde Russell’ın öğrencisi olmuştur.

Alfred J. Ayer’dan Rudolf Carnap’a; Alonzo Church’ten Kurt Gödel’e; David Kaplan’dan Saul Kripke’ye; Karl Popper’dan W. V. Quine’a pek çok mantıkçı ve felsefeci, Russell’ın çalışmalarından yararlanmış ve kendisinden etkilenmiştir. Russell’ın, Frege’nin matematiği mantığa indirgeme projesinde kendi adıyla anılan paradoksu keşfetmesi, matematik felsefesinde yeni bir dönemi başlatmıştır. Bu paradoksu ve küme kuramında yer alan diğer bazı paradoksları çözmek üzere Alfred North Whitehead’le, Principia Mathematica ’da geliştirdiği tipler kuramı, daha sonraki matematik felsefesinin gelişim seyri üzerinde belirleyici olmuştur.

İdealizmin Reddiyesi

Leibniz ve Hegel’in metafiziksel görüşlerinden etkilenen idealizm anlayışının İngilz akademisine hakim olduğu dönemde Russell felsefi eğitim almaktaydı. A Critical of the Philosophy of Leibniz başlıklı doktora tezinde Leibniz’in mantık ve dil felsefesini onaylamış, metafiziğin reddedilmesi gerektiğini savunmuştu. Leibniz’in characteristica univeralis denilen projesinden söz etmiş, felsefi sorunların Leibniz’in ideal dili çerçevesinde çözümlenebileceğini düşünmüştü. Eleştirdiği idealist anlayışı “içsel bağıntılar doktrini” olarak adlandırmaktaydı. Buna göre tüm nesneler varoluşları itibariyle birbirine bağlıydı. Bir nesne tek bir özelliğini bile yitirse bu durum evreni ortadan kaldırırdı.

Moore, bu yaklaşımı “Refutation of Idealism” ve “External and Internal Relations” başlıklı makaleleri ile eleştirdi. Russell da bu yaklaşımı sorunlu görüyordu. Sorun bir nesnenin bilinebilmesinin nesnenin sahip olduğu tüm bağıntıların bilinmesini gerektirmesiydi. Bu doktrinin yerine Russell ve Moore, farklı biçimleriyle de olsa gerçekçiliği koyuyorlardı. Metafiziksel önermelerin bilgimize yeni bir şey katmadığını ve Ockham’ınn usturasını kullanarak metafiziksel olanın kesip atılması gerektiğini savundular. Moore ve Russell gündelik yaşamda karşımıza çıkan nesnelerin varlığına inanmamız gerektiğini düşünüyordu. Soyut nesneler de var kabul edilmeliydi. Gerçekte mevcut olmayan nesneler de bu tür nesneler arasındaydı. Russell, gündelik yaşamda karşımıza çıkan nesnelerin kurucu unsurlarına ilişkin görüşlerini, mantıksal atomculuk olarak adlandırılan bir kuram dâhilinde ele almıştır. Matematiğin mantığa indirgenmesi projesinde, Peano’nun ve Frege’nin çalışmalarını ilerletmiştir. Mevcut olmayan nesnelere bir tür varlık atfetme zorunluluğunun, dilin mantığının doğru bir biçimde konulamamasından kaynaklandığını düşünmüş ve kendisinden sonraki analitik gelenek üzerinde, oldukça etkili olan belirli betimleyiciler kuramı nı geliştirmiştir.

Matematiğin Mantığa İndirgenmesi

Russell’ın matematik felsefesi üzerine ilk çalışması, 1897 tarihli An Essay on the Foundations of Geometry ’dir. Bu eseri, genelde Kantçı bir çizgidedir. Russell, daha sonra bu yaklaşımının Albert Einstein’ın uzay-zaman anlayışı ile ters düştüğünü düşünmüş ve bu görüşleri tamamen terk etmiştir. Russel sayının tanımına ilişkin George Boole, Georg Cantor ve Augustus De Morgan gibi matematikçi ve felsefecilerin görüşlerini incelemiştir. 1900 yılında Paris’te katıldığı bir kongrede, İtalyan matematikçi Giuseppe Peano (1858 - 1932) ile tanışır. Peano, aritmetiği aksiyomatik bir dizge içerisinde ele almak üzere çalışmaktadır. Russell, 1897’den 1903’e kadar üç ayrı çalışma yayımladı: On the Notion of Order, Sur la logique des relations avec les applications à la théorie des séries ve On Cardinal Numbers .

Russell, bu dönemde Frege’nin çalışmaları ile karşılaştı ve kendininkilere benzer kaygılarla Frege’nin sayıyı tanımlamaya çalıştığını gördü. Frege’nin dizgesinde bir paradoks keşfetti ve bunu bir mektupla Frege’ye bildirdi. The Principles of Mathematics’in ekinde bu paradoksu sundu ve çözüm önerisi kaleme aldı.

Aynı dönemde Russell, Georg Cantor’un bir başka ispatı üzerinde de çalışıyordu. Cantor, en büyük sayal sayının bulunmadığına dair bir ispat vermişti ve bu teorem, Cantor Paradoksu olarak anılmaktaydı. Russell, bu ispatın hatalı olduğunu düşünüyordu. Daha sonra bu paradoksun, Russell Paradoksu’nun özel bir durumu olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine Russell, kümeler ve öbekler çalıştı. Russell daha sonra bu fikirlerini geliştirerek bugün, tipler kuramı olarak bilinen kuramı geliştirdi. Kuramın amacı küme kuramını paradoksların çıkmasına engel olacak biçimde aksiyomatikleştirmekti. Russell tipler kuramında elde ettiği sonuçları da kullanarak, Alfred North Whitehead ile birlikte, ünlü Principia Mathematica adlı eseri kaleme aldı. Russell’ın matematik felsefesi alanındaki son önemli çalışması Birinci Dünya Savaşı sırasında sergilediği savaş karşıtı tutum nedeniyle hapis cezası çekerken yazdığı Introduction to Mathematical Philosophy başlıklı kitabıdır.

Günümüzde matematiksel mantığın ve hesap kuramının kendisine dayandığı ünlü Gödel Tamamlanamazlık Teoremleri (1931), Principia Mathematica ’da sunulan biçimsel dizgeyi varsaymaktadır. Gödel, bu teoremlerin ilki aritmetiksel önermeleri temsil edebilecek kadar güçlü bir biçimsel dizge içerisinde ne kendisinin ne de değilinin ispatı verilemeyecek doğru önermeler bulunduğunu, bu itibarla da biçimsel dizgelerin aritmetiğin doğru önermelerini temsil etmek konusundan bir eksiklik barındırdığını göstermiştir. İkinci teorem ise aritmetiksel önermeleri temsil edebilecek kadar güçlü bir biçimsel dizgenin tutarlılığının dizge içerisinde verilemeyeceğini ifade etmiştir.

Belirli Betimleyiciler Kuramı

Russell, dili nasıl kullandığımıza dair tartışmaları, felsefî tartışmaların odağına yerleştirmiştir. Russell’ın etkili olan çözümlemelerinin başında, belirli betimleyiciler kuramı gelir. Russell 1905 yılında yazdığı “On Denoting” başlıklı makalesiyle bir bakıma, analitik felsefenin iş yapış biçimini belirlemiştir.

Russell, belirli betimleyicileri içeren önermelerin, nasıl doğruluk değeri alabileceği üzerinde durmuştur. Belirli betimleyiciler tek bir nesneyi betimleyen sözcük grupları olarak tanımlanabilir. “Fransa’nın günümüzdeki kralı keldir” ifadesinde “Fransa’nın günümüzdeki kralı” betimleyicisi gönderim yaptığı kişi hakkında bir hüküm içermektedir. Oysa böyle bir birey mevcut değildir. Bu durumda, önermenin nasıl olup da bir doğruluk değeri alacağı tartışmalıdır. Frege, söz konusu önermeleri anlamlı fakat ne doğru ne de yanlış olarak kabul etmiştir. Russell, Frege’nin bu çözümünü kabul etmez. Söz konusu önerme biçimini Frege’nin niceleme mantığının araçlarını kullanarak şu şeklide çözümler: “Bir x vardır öyle ki x Fransa’nın günümüzdeki kralıdır ve x’ten başkası Fransa’nın günümüzdeki kralı değildir ve x keldir.” Bu ifade, bir tikel niceleyicinin etki alanında bulunan tümel evetlemeli bir önerme biçimidir. Russell, bu önerme biçiminin anlamlı fakat yanlış olduğuna karar vermiştir.

Russell, bu çözümlemesinin tekil adlar için de geçerli olduğunu öne sürer. Russell bireylere meşru olarak gönderim yapan yegâne sözcüklerin işaret zamirleri (bu, şu, o vb.) ve bağlamsal ifadeler (şimdi, burada, ben vb.) olduğunu öne sürer. Bu ifadelerin gönderimde bulunduğu nesneler, bizatihi mevcut olmak durumunda olduğundan içinde bulundukları önermelerin doğruluk değeri alıp almaması bakımından bir sorun yaratmazlar.

Mantıksal Atomculuk

Russell bu yaklaşımı 1918’de verdiği, “The Philosophy of Logical Atomism” adlı derste sunar. Russell bu dersinde, dünyayı bir ayna gibi yansıtan (temsil eden) ideal ve dünyayla eşbiçimli bir dilden söz eder. Bu itibarla bilgimiz, temel atomsal önermeler ve bu önermelerin doğruluk fonksiyonlarının bir araya getirilmesiyle oluşan bileşik önermelerden ibarettir.

Russell, terimlerin gönderimlerini ya tanışıklık yoluyla bilmemiz ya da bildiğimiz terimlerden mantıksal olarak türetebilmemiz gerektiğini söyler. Russell’ın dünyası, birbirinden bağımsız olguların çokluğundan oluşur. Bu dünya hakkındaki bilgimiz ise dünyadaki olgularla duyu deneyimi yoluyla doğrudan karşı karşıya gelmemize bağlıdır.

Bilgibilim Anlayışı

Russell, gençken, bir dönem Hegel’in görüşlerinden etkilenmiş olsa da bu görüşlerden vaz geçtiği andan itibaren, gerçekçi bir yaklaşımı savunmuştur. Bu yaklaşımının bir başka unsuru ise bilgimizin kaynağının doğrudan, duyu deneyimi olmasıdır. Russell nesnelere ilişkin bilgi edinme kaynaklarımız ile ilgili ikili bir ayrım yapar: Tanışıklık yoluyla bilgi ve betimleme yoluyla bilgi.

Russell, bir süre tanışıklık yoluyla edindiğimiz bilginin duyu verileri ile sınırlı olduğunu, kalan tüm bilgilerimizin, betimleme yoluyla bilgi sınıfına girdiğini düşündü. Russell’ın bu ayrımı yaygın bir kabul gördü. Ancak Russell, daha sonra tanışıklık yoluyla edindiğimiz bilginin aracı olarak duyusal veriye ihtiyaç duymadığını iddia etti.

Daha sonraki yıllarda Russell, maddî ve zihinsel alanlar arasındaki ikinci görüşlerinden vazgeçti ve hem maddî hem de zihinsel olanın yansız bir özelliğe indirgenebileceğini, ve ayrımın rastlantısal olduğunu iddia etti. Bu konumu, yansız bircilik olarak adlandırıldı. Russell’ın bu görüşleri William James’in saf deneyim kavramını andırıyordu. Ancak Russell, algımızın birincil hallerinin “nesneler” ya da “özellikler” olarak ele alınamayacağını fakat “olaylar” olduğunu savundu.

Bilim Felsefesi

Russell, bilimin bulduğu yanıtların geçici olduğunu (mutlak olmadığını), bilimin küçük ilerlemeler kaydettiğini, her şeyi içine alan organik bir kavrayışa ulaşamayacağını düşünür. Russell’ın 1914’te yayımladığı ve bilimin yöntemi üzerine görüşlerini ifade ettiği kitabı, Our Knowledge of the External World as a Field for Scientific Method in Philosophy , mantıksal pozitivistler ve daha sonra gelişen bilim felsefesi geleneği üzerinde etkili olmuştur. Russell’a göre, fiziksel dünyanın sadece soyut yapısı hakkında bilgi sahibi olabiliriz. İçsel karakteri hakkında bilgi sahibi olamayız. Bunun belki tek istisnası, beynimizdir. Algısal olanla algısal olmayan arasında bir üst üste çakışma olduğunu varsayarız. Algısal olanlar da dış dünyanın bir parçasıdır fakat bunların içkin karakteri konusunda doğrudan bilgi sahibi oluruz. Bu itibarla da salt yapısal bilginin ötesine bu noktada geçebiliriz. Russell’ın bu görüşleri, daha sonra yapısal gerçekçilik olarak adlandırılmış ve çağdaş bilim felsefesi tartışmalarının bir parçası olmuştur.

Russell bu çalışmalarının yanı sıra The ABC of Atoms (1923) ve The ABC of Relativity (1925) gibi kitapların da bulunduğu popüler bilim kitapları da yazmıştır.

Ahlak Felsefesi

Russell, ilk başlarda Moore’un Principia Ethica adlı eserinden etkilenmişti. Ahlaki olguların nesnel olduklarını ve bir tür görü yoluyla bilinebildiklerini düşünüyordu. Zamanla, bu konudaki fikirleri değişti. Hume’un bu konudaki görüşlerine hak vermeye başladı. Ahlâkî terimlerin öznel değerlerle ilgili olduğunu ve bu nedenle, olgulara ilişkin doğrular gibi doğrulanamayacaklarını düşünmeye başladı. Russell’ın bu konudaki görüşleri, mantıksal pozitivistlerin bazılarının ahlâk felsefesine ilişkin görüşlerini etkiledi. Özellikle Ayer’ın duygusalcı ve bilişselci karşıtı görüşler geliştirmesinde belirleyici oldu. Russell, ahlâkî mülahazaların anlamlı olduğunu ve Ayer’ın düşündüğünün aksine kamusal anlamda tartışmaya açık olduğunu düşündü. Hume’a benzer bir biçimde, aklın ahlâkî değerlendirmelere tâbî olması gerektiğini savundu.