ÇAĞDAŞ TÜRK ROMANI - Ünite 1: Tarihî Roman Kavramı ve 1950 Sonrası Türk Edebiyatında Tarihsel Roman Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 1: Tarihsel Roman Kavramı ve 1950 Sonrası Türk Edebiyatında Tarihsel Roman

Tarih ve Tarihi Roman Kavramı

Edward Hallett Carr, “Tarih nedir?” sorusunu şöyle cevaplandırır: “Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog” (1994: 37). Tarihsel gerçeklik önce tarihçinin, yani tarihsel olayları kaydeden kişinin değerlendirmesinden geçerek bir bakıma subjektif bir karakter taşır. Roman yazarı ise tarihçinin malzemesini alır, muhayyilesinde yoğurarak, bilinmeyenler üzerine bir kurgu oluşturarak, tarih malzemesini yeniden insanların dikkatlerine sunar. Tarihî roman yazarı ise tarihsel olmayan insan eylemlerini hayal dünyasında canlandırır. İşin insanî boyutunu kendince ortaya çıkarmaya çalışır.

İlhan Tekeli, tarihçinin görevini şöyle açıklar: “Tarih ancak bugünden geçmişe gidilerek bir bütün olarak kavranabilir ve tarihçinin yaklaşımı da bugünden geçmişe giderek tarihî anlamak olmalıdır.” Tarihî roman yazarının durumu daha farklıdır. bilgiyi hayal dünyasında yoğurur, tarihî malzemeyi insana ait duygularla, yaşama tarzıyla şekillendirerek karşımıza çıkarır. Bu bağlamda diyebiliriz ki, Roman ise, yalnızca yazarının tarihî kurgulaması sonucunda tarihçinin sunduğu malzemeden hareketle kendi gerçeklerini sezdirmek maksadıyla kaleme alınmıştır.

İlk tarihî roman örneği sayılan Waverley’de (1814) Walter Scott, gerçek bir olayın içersine fictif yapıda bir metin yerleştirmiştir. Romanın konusu, İskoçya tarihindeki 1745 Jakoben Ayaklanması’dır. Bu romanda fictif yapı, tarih ve eğitim iç içedir.

Tarihî roman yaşandığı kabul edilen olaylarla, yazarın kurgu dünyasının birleşimi sonucunda meydana gelir. Tarihî roman yazarı da, modern edebiyat kuramları içerisinde, en az iki zamana yönelik veya değişik zaman süreçleri içerisinde bir ilişki kurgulayarak romanını oluşturur. Bu, tarih veya tarihî roman yazıcılığında temel kural niteliğindedir.

Romancının tarihsel bilgiyi yorumlamasında hiçbir sınır yoktur. Konu aldığı zamana ait sıradan bir insanın yaşadığı devri değerlendirmesini sunabileceği gibi, savaşların ve siyasî olayların görüntüsünü de nakledebilir. Hatta tarihsel gerçekliği istediği tarzda değiştirebilir. Buna “counter factual” (karşı olgusal) denilmektedir.

Tarihî roman, tarihin yeniden yansıması değildir. Belki geçmişi, fiksiyon bakımından yeniden yorumlama endişesidir.

Tarih gerçeği söylemekle görevli bir disiplin, roman ise edebî bir tür ve sanat eseridir. Dolayısıyla gerçeği yansıtmak zorunda olan tarihten farklı bir misyon yüklenir. Tarih yazıcısından farklı olarak tarihçinin ortaya sunduğu malzemeleri estetik düşünceden ve hayal dünyasının imbiğinden geçirerek ortaya koyar.

Türk Edebiyatında Tarihi Roman

1920-1960 Arası 1920-1960 dönemi Türk romanında tarih konusunu işleyen romanların büyük bir çoğunluğu popüler nitelikteki halk romanlarıdır. Cumhuriyete kadar neşredilen tarihî romanlarda yazarlar, genellikle geçmişin şanlı devrelerine giderek hem millî uyanışı gerçekleştirmeye, hem de mensubu olduğu topluma tarih bilinci aşılamaya çalışmışlar, onların yıkılan maneviyatlarını ve cesaretlerini sağlamlaştırmaya gayret etmişlerdir. Cumhuriyet yıllarına geldiğimizde temelde pek farklı bir durum söz konusu değildir. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu gibi yapılanmalar yeni bir anlayışın kurulup geliştirilmesinde rol alıp elde edilen sonuçlar, şiir, tiyatro, roman gibi edebî türler aracılığıyla verilmeye çalışılır.

Bu yıllarda, popüler tarih romanları, çokça ilgi görmüş, geniş halk kitleleri tarafından fazlaca benimsenmiştir. Popüler tarih romanları, tarih bilgisinin yanı sıra, aşk, serüven ve macera gibi unsurları roman kurgusuna katarak, estetik ve sanat kaygılarını ikinci plâna itmiş olsa bile, okurda tarih bilgisinin sevdirilmesi ve tarih bilincinin oluşturulması aşamasında çok önemli rol oynamıştır. Türk tarihinin hemen her dönemini, yazarların dünya görüşleri ve birikimleri doğrultusunda konu olarak işlemişlerdir. Cumhuriyet devri tarihî roman yazarları, tarihî romanı ve Osmanlı dönemlerini veya diğer bazı dönemleri seçerlerken kişisel tercihlerinin yanında, devirlerindeki bazı yöntem ve uygulamalardan, devrin hâkim tarihî anlayışından etkilenmişlerdir.

1960 Sonrası

1960 sonrasında da tarihsel romanın varlığı daha çok popüler tarih romanları çevresinde yürür. Bu dönemin tarihsel romanlarıyla en etkin ismi şüphesiz Mustafa Necati Sepetçioğlu’dur. Türk tarihinin başlangıcından 20. yüzyılın başına kadar gelen süreci bir görev bilinciyle romanlaştırmıştır.

Bu Atlı Geçide Gider romanında Yıldırım Beyazıt dönemindeki Osmanlı toplumunun bağlandığı manevi değerler, Somuncu Baba’nın etrafında şekillenen eğitim ve bilime verilen değer vurgulanır.

Bekir Büyükarkın, Oğuz Özdeş, Yavuz Bahadıroğlu, Ahmet Yılmaz Boyunağa, Suzan Sözen, Zuhuri Danışman, Murat Sertoğlu bu dönemin popüler tarihsel roman türünü sürdüren yazarlarıdır. Adı geçen yazarların eserlerinde Osmanlı tarihinin kahramanlıkları, görkemi dikkatlere sunulur. Tarihsel romanın etkin bir tarzda ortaya çıkışı 1980 sonrası dönemdir. 1980 sonrasında yalnız yakın dönem değil, Türk ve Dünya tarihinin en bilinmeyen dönemlerine kadar gidilir.

Türk Romanında Türk Tarihinin Çeşitli Evreleri

Osmanlı-İran savaşlarını konu edinen Cezmi’den sonra Türk edebiyatında tarih romanları iki çerçevede kaleme alınmıştır. Bunlardan birincisinde romancı elde ettiği bilgi ve belge birikimiyle uzak geçmişi yeniden kurgular. İkincisinde ise romancının yaşadığı dönemi, çağını anlatması söz konusudur.

Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunu anlatan Kemal Tahir’in Devlet Ana, Tarık Buğra’nın Osmancık, Yavuz Bahadıroğlu’nun Merhaba Söğüt romanları, farklı çerçevelerde Türk tarihinin bilinmeyen bir dönemini aydınlatırlar.

Mustafa Necati Sepetçioğlu kendine özgü anlatımıyla, Türk tarihinin kahramanlıklarını, ihtişamını, değerlerini oluşturduğu kurgular çevresinde dikkatlere sunar. Bekir Büyükarkın, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Feridun Fazıl Tülbentçi, Turhan Tan gibi romancıların eserleri bu niteliktedir.

Safiye Erol-Ciğerdelen Ciğerdelen

(1946), Safiye Erol’un en meşhur romanıdır. Romanda şimdiki zaman ile geçmişte meydana gelen tutkulu bir aşk etrafında, Türk romanının geleneksel temalarından Doğu-Batı çatışması işlenir. Ciğerdelen, 16. ve 17. yüzyıllarda Türklerin Rumeli’deki en son kalesinin adıdır. Yani stratejik noktadaki bir Türk üssüdür.

Kale kaybedildikten yaklaşık 250 sene sonra kader, Cangüzel ile Turhan’ı birleştirir. Onlar için ‘ciğerdelen’; dün ile bugünü birleştirmek, millî kültürün kendilerine kattığı değerli mayayı keşfetmek, o mayayla artık sınırları daralmış vatana hizmet etmektir.

Kemal Tahir-Devlet Ana

1967 yılında yayınlanan roman, Anadolu toprağının Bitinya (Söğüt) ucundaki Türkmenlerin, uç beyliğinden, topraklarını genişletmek suretiyle Osmanlı devletinin temelini atmaları ve yaşadıkları olayları anlatır. Konu, Ertuğrul Gazi’nin at bakıcısı Demircan ve sevgilisi Liya’nın düşmanlarınca öldürülmesi ve kardeşleri Kerimcan ile Mavro’nun intikam almak için giriştikleri mücadele çevresinde gelişir.

Kemal Tahir, romanını, öncelikle cinayet vak’ası üzerine kurar. Ancak diğer yandan Türklerin devlet kurmaktaki yeteneklerini sergiler.

Kemal Tahir, Devlet Ana’da, Türk ruhunu, Osmanlı Devleti’nin kuruluş şartlarına bağlı kalarak aramış ve anlatmıştır. O; Osmanlı’yı, Batı’nın aştığı iktisadî aşamaları geçirmemiş; dolayısıyla devlet ve toplum düzeni, ahlâk yapısı olarak yozlaşmamış sınıfsız bir toplum ve bu toplumun tüm sorumluluğunu yüklenmiş bir devlet olarak anlatmıştır. Ona göre, feodalite Batı’ya özgüdür ve merkezî devlet, sınıfsız toplum olgularını yaşayan Doğu’da hiçbir zaman gelişme ortamı bulamamıştır.

Kemal Tahir, Devlet Ana romanında, özellikle Osmanlı toplumunun üretim tarzına da dikkat çeker. Osmanlı toplumun köylüler Allah’a ait, padişahın yeryüzünde koruduğu toprağı eker, biçer, devlete bir miktar vergi verir. Bu bireyin üretimdeki hürriyetidir.

Yakın Tarihin Türk Romanına Yansıması

1908-1923 yıllarını konu alan romancılardan ilk grup İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarını yaşayan yazarlar,

  • Yakup Kadri Karaosmanoğlu
  • Halide Edip Adıvar
  • Reşat Nuri Güntekin
  • Nahit Sırrı Örik
  • Mithat Cemal Kuntay

İkinci grup ise, Millî Mücadele yıllarında çocuk olan yazarlarımızdır:

  • Kemal Tahir
  • Tarık Buğra
  • Samim Kocagöz

Üçüncü grupta ise belgeler ışığında Millî Mücadele yıllarını kurgulayan yazarlarımız vardır. Bu gruptaki yazarlar, yazılanları ve belgeleri hareket noktası alarak geçmişi yorumlamışlardır:

  • Attilâ İlhan
  • Ayşe Kulin

Türk romancıları İttihat ve Terakki-Millî Mücadele sürecini, çeşitli kurgulamalar ile ele almışlardır. Her biri farklı bir yön üzerine dikkatini yoğunlaştırmıştır.

Millî Mücadele dönemini doğrudan ya da dolaylı olarak işleyen birinci kuşak romancıların en başat özelliği, olayları yaşandığı yılların sıcaklığında değil, sonuçlarına göre değerlendirmiş olmalarıdır. 1960’lı yıllara kadar yazılanların hemen hepsi birbirine benzer. 1960’tan sonra yazılanlar hem roman tekniği hem de bakış açısı bakımından farklıdır.

Millî Mücadeleyi anlatan romanlarda çatışma iki noktada belirir. Bunlardan birincisi işgal güçleri ile yurtsever insanlarımızın mücadelesi şeklindedir.

İkinci çatışmada millî değerlerinden kopan aydınlar ile Anadolu’ya yönelip kurtuluş mücadelesine karar vermiş olanlar arasındadır.

Nahit Sırrı Örik-Abdülhamit Düşerken

II. Abdülhamit döneminin son yılları ile İttihat ve Terakki’nin ilk yıllarını konu edinen Abdülhamit Düşerken romanında Nahit Sırrı Örik, çocukluk yıllarında tanığı olduğu tarih kapsamında değerlendirilebilecek olayları kurgulamaktadır.

II. Abdülhamit dönemini öncesi ve sonrasıyla sorgulayan roman; dönemin paşalarından birinin kızı ve İttihat Terakki’nin hırsına yenik düşmüş bir subayının iliş- kileri çevresinde kurgulanmaktadır.

Abdülhamit Düşerken isimli roman, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünü hazırlayan sosyal, politik ve kurumsal nedenleri bir aşk kurgusu çevresinde irdelemektedir. Yazar, bu döneme ait düşüncelerini ve dönemin tarihsel olaylarını ortaya koyarken, roman kişilerinin hareketlerinin arkasındaki psikolojik ve sosyolojik nedenleri, çıkar kaygılarını, endişelerini de dikkatlere sunar; kişilerin davranışlarını yönlendirirken değerleri duyma noktasındaki çelişkilerini sergiler.

Romanda kişisel duygular, ilişkiler, insanların yapıpetmelerini yönlendiren değerler tarihsel olayların daha önündedir. Bir bakıma tarihteki önemli olayların arkasında insani davranışların, duyguların, önlenemez hırsların payı dikkatlere sunulmaktadır. Daha doğrusu Osmanlının çöküşündeki çürümüşlüğün insana sirayet etmiş bozulmuşluğun ne kadar vahim olduğu sezdirilmektedir.

Tarık Buğra-Küçük Ağa

Tarık Buğra’nın ikinci romanı olan Küçük Ağa, 1963 yılında İstanbul’da yayımlanır. Tarık Buğra, Küçük Ağa’yı çocukluğundan itibaren babasından, babasının arkadaşlarından dinlediklerinden ve yazılı belgelerden hareketle kaleme aldığını belirtir.

Küçük Ağa romanında iki şahsın diğerlerinden fonksiyon ve simgelediği unsurlar bakımından öne çıktığını görüyoruz: Küçük Ağa (önceleri İstanbullu Hoca) ve Çolak Salih. Tarık Buğra, Çolak Salih’in asker olması dolayısıyla, dönemin siyasal ve sosyal olaylarını, kurgu içerisinde anlatmakta zorlanmaz. Çolak Salih, geçmişin ihtişamını aramaktadır. Çanakkale’de kolunu kaybetmiş, herkesin kendisine acıma duygularıyla yaklaştığı, hatta uzaklaştığı bir adam hâline gelmiştir. Görev anlayışı en üst seviyede gelişmiş olan Çolak Salih, halk adamıdır.

İstanbullu Hoca, Anadolu insanının Millî Mücadeleye bakışını en iyi ortaya çıkarabilecek bir mekândadır: Cami. Cami, Osmanlı İmparatorluğunda Millî duyarlı- lığın, halifeye bağlılığın en çok konuşulduğu, tartışıldığı, duyarlılığının yaşandığı mekân durumundadır.

İstanbullu Hoca’nın romanın başlangıcında din adamı olması bir tesadüf değildir. Roman, İstanbullu Hoca’nın (Mehmet Reşit), Küçük Ağa oluş macerası üzerine kurulmuş gibidir. Tarık Buğra’nın bir din adamını temel kahraman olarak belirlemesinde ve romanını ondaki değişim üzerine kurmasının bir nedeni de vatanın kurtulmasında dinin fonksiyonunu da tanımlamaktır:

Attilâ İlhan-Dersaadet’te Sabah Ezanları

Attilâ İlhan’ın “Aynanın İçindekiler” serisinin dördüncü kitabı olarak yayımlanan Dersaadet’te Sabah Ezanları’nın basım yılı 1981’dir. (Daha öncekiler Bıçağın Ucu, Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak adlarıyla yayınlandı. Daha sonra da O Karanlıkta Biz adlı roman okurlarıyla buluştu) Attilâ İlhan bu romanlarında yakın dönem Türk tarihini kurgu ile yorumlamaktadır.

Attilâ İlhan, romana İzmir’in işgal edilmesi gibi Türk tarihî açısından önemli bir olayla başlar. Ancak kurguyu çevresinde oluşturacağı Abdi Bey, Neveser, Münif Sabri ve diğerlerinin bugünlere nasıl geldiğini açıklayabilmek için 1909 Mayıs’ına kadar gider.

Attilâ İlhan, toplumumuzun on yıllık bir sürecine yalnızca tarihî açıdan bakmaz. Bu süreci; sosyal hayatı, siyasal panoramayı, iktisadi durumu roman kişilerinin dünyasına yerleştirerek kurgusunu gerçekleştirir. Yani yakın tarihimizi ilgilendiren olaylar dizisini çok geniş açılardan irdeler:

Yazarın çok geniş bir perspektiften hareket ettiğini, Jön Türkleri, İttihat ve Terakki’yi, Millî Mücadele yıllarının bütün boyutlarını araştırdığını, roman kurgusunu oluştururken de bu araştırmalarından yararlandığını söyleyebiliriz.

Dersaadet’te Sabah Ezanları romanında dönemin siyasal olayları da önceleri İttihat ve Terakki ve Abdi Bey çevresinde, daha sonra Millî Mücadele ekseninde Münif Sabri, Neveser, Ahmet Ziya’nın yaşadıklarına dayanılarak verilir. Türklerin dışında, romanda yer alan ve bir dönemdeki icraatlarıyla çöküşü hazırlayan Almanlar, Yahudiler ve Rumlar da dönemin sosyolojik olgusunu verirler. Eğlence hayatı da, Bacaksız Abdi Bey’in Paris’te, İstanbul’da Mizrahilerin evinde Roza ve Raşel ile yaşadıklarından hareketle dikkatlere sunulmuş olur.