ÇAĞDAŞ TÜRK ROMANI - Ünite 3: 1950 Sonrası Türk Romanında Bireysel Eğilimler Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: 1950 Sonrası Türk Romanında Bireysel Eğilimler
1950 Sonrası Türk Romanına Genel Bir Bakış
Cumhuriyetin ilk devresinde görülen roman için gerekli derinlikten yoksun piyasa romancılığı, bu dönemde de varlığını sürdürür. Yaşamın gerçeklerinden ve toplumdan uzakta, yaşananı değil düşsel olanı anlatan ya da tek sorunları aşk ve bu yolda entrika kurmaktan ibaret olan kişilerin yaşam serüvenlerini ele alan popülist romancılar, eserlerinin sayısı azalmakla birlikte yine benzer konular işlemektedirler. Bu yazınsal ürünlerin bir sanat eseri kimliğini taşıması için pek çok emeğe ve en fazla sanatçı sorumluluğuna ihtiyacı vardır.
1950’li yılların romanında “aydın bakışının egemen” olduğu “aydınlanma” ve “aydınlatma” ön plandayken, 60’lı yıllardan sonraki romanlarda aydınlatmanın yanında insanı tanıma ve iç dünyasına nüfuz etme ön plana geçer (Andaç 1998:180). Romancı; artık topluma tepeden bakan ve onu yönlendiren, kendisini ilahi güçlerle donanmış bir varlık gibi görmez; insana yaklaşır, onu tanımaya, onun güvenini kazanmaya ve onunla dost olmaya çalışır.
70’li yıllar, aydının/romancının politize olduğu, sınıf çatışmasını körükleyen üçüncü sınıf çeviri romanların, ya da kaba ulusçu söylemlerin ilgi gördüğü, kutuplaşmanın uç¸ sınırlara vardığı bir dönemdir.
1990’lı yıllar, post modern romanın zafer yılları olur. Avrupa’da başlayan mimaride ve müzikte genel üslubun reddine dayanan bu akım, aklın ve bilimin verilerine dayanan moderniteye, her şeyi bilen hâkim anlatıcıya ve modern devlete duyulan güvensizlikten doğmuştu.
Türk romancıları tarafından benimsenen bu akım, 2000’li yıllardan itibaren yerini gizemli, düşsel, fantastik ve otobiyografik karakterli; yarı belgesel, bilim-kurgusal ve tarihsel romanlara bıraktı.
1950 Öncesi Kuşağından Romancılıklarını Sürdürenler
Romanlarının büyük bir bölümünü Cumhuriyetin birinci ve ikinci devrelerinde yayımladıkları halde 1950 sonrasında da romancılıklarını sürdürenler vardır.
İlk grupta; Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi, Halide Edip, Kerime Nadir Azrak, Suat Derviş, Mükerrem Kamil Su, Peride Celal Yönsel gibi romancılar vardır.
Cumhuriyet ikinci dönem romancılarından Reşat Enis ve Refik Halit romancılıklarını 1950 sonrasında da sürdürürler.
İçedönük Bireysel Eğilimler ya da Geçmiş Özlemi
Ürünlerini 1950’den sonra veren yazarlar arasında romanlarının yapısını geçmişle şimdi kutupluluğu üzerine kuranlar da oldukça fazladır.
Konularını çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yakın çevresinde tanık olduğu olaylardan ve bu çevredeki insanların yaşam öykülerinden alan Abdülhak Şinasi Hisar (1888-1963), romanlarında Marcel Proust ve Maurice Barres’ten gelen, biraz da yaşadığı zamanın getirdikleriyle uzlaşamamaktan kaynaklanan geçmişe kaçış düşüncesini işler.
Romanlarının yapısını geçmiş-şimdi çatışması üzerine kuran romancılardan biri de Samiha Ayverdi (1906- 1993)dir. Ayverdi de Abdülhak Şinasi gibi, batılılaşma ile birlikte meydana gelen uygarlık değişimini ve bu değişimin toplumda ve özellikle aile içinde sebep olduğu sorunları, çözülmeleri roman kişilerinin iç dünyalarından takip ederek romanlaştırır. Ayverdi’nin romanlarındaki gelişme çizgisi dıştan içe, yani eşya ve olaylardan kişilerin iç dünyasına yönelmek şeklinde meydana gelir. Hareket noktası insandır. Her zaman karşımıza çıkan bu insanın kendine özgü serüveni vardır. Bu serüven içinde öteki insanlarla ilişki kurması kaçınılmazdır. Ancak Ayverdi’nin kişilerinin bir de misyonu vardır: Kişi yücelecek, nefsin isteklerine karşı koyacak ve insan-ı kâmil mertebesine ulaşacaktır.
Sanat hayatına öykü yazmakla başlayan ve öykücülükle romancılığı birlikte yürüten Oktay Akbal (d. 1923), Garipler Sokağı (1950), Suçumuz İnsan Olmak (1957), İnsan Bir Ormandır (1975), Düş Ekmeği (1983), Batık Bir Gemi (1997) gibi eserlerinde mutlu çocukluk ve ilk gençlik yıllarının aşklarını, serüvenlerini anı tadında romanlaştırır.
Yeni ve modern anlatım tekniği, zaman ve terkip bakımından getirdiği teklifleri, bir uygarlığa özgü değerleri vermesi ve nihayet şiirsel üslûbu ile Türk romanında çığır açan Ahmet Hamdi Tanpınar (1901- 1962), dönemin dikkatleri üzerinde toplayan sanatçılarındandır. Uzun yıllar şiirin kapalı ikliminde kaldıktan sonra sanatını düzyazıya açan yazarın deneme ve öykü türünde kaleme aldığı ürünlerini romanları takip eder.
Konularını ve Kişilerini Anadolu Kent ve Kasabalarından Alan Romancılar
Konularını Anadolu kent ve kasabalarından aldıkları halde, kişilerinin bireysel sorunlarını ön plana çıkaranlar da vardır. Toplumsal değişimin bir fon olarak kullanıldığı romanlarda kendilerine bir yer edinmeye çalışan küçük memur, kasaba bürokratı gibi farklı kimliklere mensup kişilerin; ya da ekmeğini bedeniyle çalışarak kazanan işçilerin iç dünyalarına ayna tutulur. Cevat Şakir, Tarık Buğra, Mehmet Seyda, Tarık Dursun K. bu kategoride inceleyeceğimiz romancılardır.
Sanatını Bodrum civarındaki balıkçıların, süngercilerin yaşam serüvenlerini anlatmaya adamış olan Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) (1886-1973), Uluç Reis (1962), Turgut Reis (1966) gibi köklerini aradığı tarihsel romanları dışında yazdığı yapmacıklıktan uzak, gözleme dayanan eserleriyle konu kısırlığı çeken Türk romanına yeni soluklar kazandırmıştır. Cevat Şakir, biraz Osmanlı yanlısıdır ama daha çok Anadolucudur. Onun romanlarında Anadolu, farklı din ve kültürlere bağlı milletleri bir araya getirmiş ve aralarında kan bağına yakın bir kaynaşma olmuştur.
Cevat Şakir’in, denizi ve deniz insanlarını konu alan romanlarında asıl üzerinde durulan denizdir. Öyle ki deniz onun romanlarında zaman zaman kişilerini gölgede bırakacak ölçüde ön plana geçer. Kişilerin tanıtılmasında zorlanan yazar, denizle ilgili betimlemelerde romanın kurgusunu bozacak ölçülere ulaşır. Bitmez tükenmez deniz betimlemeleri romanı âdeta bir mensur şiir havasına sokar. Bu tavrın arka planında, biraz da, bilinçaltında bir takıntı olarak kalmış olan İstanbul’dan sürgün edilmesinin sebeplerini yoklayan olumsuz anıların ve ihanetlerle dolu dünyanın insanlarına karşı bilinç dışı bir tepki vardır.
Cumhuriyet Dönemi romanının önemli isimlerinden Tarık Buğra (1918-1994), ele aldığı konu ve konuları işleyiş tarzı bakımından kendisinden en çok söz ettiren romancılardandır. İlk romanı Siyah Kehribar’da (1955) Mussolini İtalya’sında yönetimin baskılarına direnen aydınların (ama gerçekte kişilikleri, yaşama tarzları ve düşünceleri itibariyle dönemin Türk aydınının soylu direnişini); tiyatro çevresi içinde, oyuncu Naşid’in hayatından ilhamla yazdığı İbişin Rüyası’nda geçmişşimdi çatışması içinde roman kahramanı Nahit ile Hatice’nin kirlenmemiş aşklarını; Gençliğim Eyvah ’ta (1979), aydın problemi çevresinde 1970 sonrası gençlik hareketlerini, toplumdaki sosyal dalgalanmaları, çelişkileri, yanlış yapılanmaları, ahlakî kirlenmeyi, sosyal yapıda yerleşmiş birtakım kavramların yıkılışını; Küçük Ağa’nın devamı niteliğindeki Firavun İmanı’nda İstiklal Savaşı sonrası Ankara’daki dış kaynaklar entrikaları, yeni yönetimden pay kapmak isteyenlerin siyasal çatışmalarını; Dönemeçte romanında (1980) bir Anadolu kent doktoru ile dul bir kadın arasındaki aşk ilişkisi çevresinde çok partili sisteme geçişin sancılarını; Akümlatörlü Radyo adlı oyununun romanlaştırılmış şekli olan Yalnızlar’da (1981) kent aydınının yaşadığı yasak aşk çevresinde asli kişinin fert bilincine ulaşma surecindeki iç çatışmasını; Dünyanın En Pis Sokağı’nda (1989) 70’li yılların siyasal mücadeleleri içinde kan davası için yetiştirilen asli kişinin, aldığı eğitim sonucunda, intikam duygusundan, olgunlaşarak, yazarlığa yönelmesini işlerken; Yağmur Beklerken’de (1981) Cumhuriyet tarihinin ilk demokrasi denemesi ya da çok partili hayata geçişin ilk basamağı olan Serbest Fırka çevresinde oluşan olayları ve bu olaylar içinde yeni bir insan tipi olan kökü toprağa bağlı aydın tipinin ilk örneğini verir.
Son romanı Osmancık’ta (1983) ise, aşiretten koca bir devlet çıkaran iradenin temelinde yatan töreleri, ahlâk değerlerini, sağlam idarî ve sosyal kurumları vererek altı asır öncesinden günümüz Türkiye’sine aydınlık mesajlar taşır.
Olumlu olumsuz pek çok eleştiriye hedef olan Küçük Ağa (1963) ve onun devamı niteliğindeki Küçük Ağa Ankara’da (1966) romanlarında Kurtuluş Savaşı yıllarına, resmî tarih görüşünün dışında, çağdaş pek çok romancıdan (Samim Kocagöz, İlhan Tarus, Kemal Tahir) farklı bir tezle ve üslupla yönelerek Anadolu direniş hareketlerinin ve savaşın zaferle sonuçlanmasına, sadece aydın üst kadroların değil, halkın gönlünde yaşayan Türk-İslam sentezinin bilincine ulaşımında halk önderlerinin de payı olduğu temel düşüncesiyle yaklaşır.
Yazı hayatına şiir yazmakla başlayan Mehmet Şeyda (Çeliker) (1919-1986), realist bir yol tuttuğu romanlarında bireyin ruh çözümlemelerine yer verir. Romanları genel olarak 1923-1946 arası Türkiye’deki toplumsal değişimlerin geleneksel Türk ailesine yaptığı yıkımları, büyük bir ailenin parçalanışı ve çözümü etrafında ele alır. “Büyük ailenin çöküşü” genel başlığıyla adlandırılabilecek bir dizi romanından ilki olan Yaş Ağaç’ta (1958), devlet kasasından beslenen Cumhuriyet öncesi büyük bir ailenin Cumhuriyet sonrasında düştüğü geçim sıkıntılarını, yeni şartlara hazırlıklı olamayan aile büyüklerinin bocalamalarını, zamanla büyüyen ailenin parçalanarak dört küçük aileye bölünmesini bir dizi romanın ortak kahramanı Osman’ın bakış açısından vermektedir. Merkezde Zonguldak’ta maden işçiliğinden kamyon şoförlüğüne, çatı aktarıcılığına kadar pek çok işle girip çıkmış asli kişi Osman vardır.
1959 yılında yayımlanan Ne Ekersen’de aynı ailenin bir başka bireyi Ali Muhsin’in, zaman zaman Osman’ın hayatına katılarak, aileden ve toplumdan gelen zorlukları ve çetin yaşam koşullarını; Bir Gün Büyüyeceksin (1966), İhtiyar Gençlik (1971), İçe Dönük ve Atak (1973), Cinsel Oyun (1966), Süeda Hanım’ın Ortanca Kızı (1970), Gerçek Dışı (1976) gibi romanlarında Osman’ın tutku hâlini alan ilk gençlik aşklarını, serüvenlerini, beden ile ruhunun istekleri arasında bocalayışlarını Türk aile yapısındaki derin sarsıntılara inerek vermeye çalışır.
Yazarın en tanınmış romanlarından Yanartaş’ta ise (1970) maden işçilerinin sorunlarını realist gözlemlere dayanarak ele alır. Seyda’nın Köroğlu (1969), Sultan Döşeği (1969) ve Nemrut Mustafa (1970) gibi tarihsel romanları ile Büyük Beyin (1966), 6 Numaralı Rostov Planı (1966), Gezici Ölüm Hücresi (1966) adlarında polisiye romanları da vardır.
Bu grup içinde incelenebilecek bir ad daha var: Tarık Dursun K(akınç) (d. 1931) ilk romanı Hasangiller ile bir çıkış yapan Tarık Dursun, daha sonra yazacağı Rıza Bey Aile Evi, İnsan Kurdu, Sabah Olmadan, Bağışla Onları gibi romanlarında yoksul mekânlarda yaşayan çeşitli mesleklere mensup kasaba insanlarının, daha çok Marksist bir söylemle, sığ çatışmalar içinde aşk ve dostluğa dayalı sıcak ilişkilerini yansıtır.