ÇAĞDAŞ TÜRK ROMANI - Ünite 4: Postmodern Roman Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Postmodern Roman

Postmodern Romanın Kültürel, Siyasal ve Sosyal Arka Planı

Postmodernizm veya postmodern, yirminci yüzyılın son çeyreğinde başlayan gelişmeleri anlatmak için kullanılan çok boyutlu ve belirsizlik taşıyan bir kavramdır. Bu kavramın bir dönemi mi, düşünce sistemini mi, modernizmin sınırları içinde kalan bir bakış açısını mı, eleştirel bir duruşu mu, siyasetten sanata bütün alanlar için geçerli yeni bir üslubu mu ifade ettiği konusunda tartışmalar devam etmektedir. Ancak postmodernizmin ortaya çıkmasındaki en temel sebebin bilim, teknoloji ve ideolojiler gibi modern fenomenlerin vaatlerinin gerçekleşmemesinden doğan şüphecilik olduğu söylenebilir.

1980’lere kadar roman esasen “bir şey anlatmak” merkezlidir. Romanda ne anlatıldığı, nasıl anlatıldığından daha önemli olmuştur. Türk romanı üzerinde tamamen biçime yönelik tartışmalar Orhan Pamuk’un romanlarının yayınlanmaya başlaması ile kendini göstermiştir. Orhan Pamuk’un ve benzer bir yaklaşımı benimseyen yazarların romanlarında “ne anlatmak” istediği hususunda ortaya çıkan belirsizliğin sebebi, ne yazarın ne de roman kişilerinin özellikle “bir şey” anlatmanın veya önermenin hatta eleştirmenin peşinde olmalarıdır. Romanlardaki en önemli özelliğin, anlatılan her şeyin estetik bütünlük için kullanılan malzemeler olması biçim üzerinde durulmasını adeta mecburi hale getirir. Bu romanlarda tarih ile tarih dışı, mekânla mekân dışı, olgu ile tasavvur, kısaca her şey birbirine karşı üstünlüğünü yitirerek eşitlenir.

Postmodern roman eleştirisi genel olarak üst kurmaca, metinlerarasılık, çoğulcu bakış açısı gibi bileşenler üzerinde durarak metin yapısını inceler. Kurmacanın kendisinin bir “neden” olduğu postmodern romanda, özellikle Newton fiziğinin duyu gerçekliğine meydan okuyan quantum fiziğinin göreliliğinin etkisiyle ortaya çıkan ve Derrida, Foucault, Barthes, Lévi-strauss, Lyotard ve Baudrillard gibi yazarların ideolojileri ve modernizmin getirdiği bütün normları sarsması sayesinde kurgulanan bütüncül olmayan, karşıtlık ilişkisi üzerine kurulmayan bir yeni gerçeklik anlatılır.

Üst kurmaca en genel anlamıyla romandaki evrenin kurmaca olduğunun, bir metnin gerçekliği olduğunun açıkça vurgulanmasıdır. Bu kurgu düzeneği özellikle şu üç unsura dayanır:

  1. Metnin kuruluşunu, yazılış sürecini olgu içine konumlandırma, ayrıca diğer kurmaca metinleri kısmî olarak yerleştirme
  2. Nesnel gerçeklik ile kurmaca ilişkisini/çelişkisini belirginleştirme
  3. Modern romanda kimliği örtükleştirilen anlatıcıyı, etkin bir figür olarak belirginleştirme

Metinlerarasılık ise postmodern romanın getirdiği bir yenilik değildir. “İktibas” geleneğinde yeri olan metin dışılık bu tekniğin öncüsüdür. Postmodern romanda bu tekniğin çok farklı kullanım amaçları olmakla birlikte esasen amaçlanan, alıntı ve göndermelerle oyunu çok boyutlu ve ilginç kılmaktır. Burada da üç yöntem uygulanabilmektedir. Bunlar pastiş, gülünç dönüştürüm ve parodidir. Postmodern romanın bir diğer önemli özelliği entrika ve gizemi öne çıkarmasıdır. Ayrıca, modern olana dair ne varsa sarsmak isteyen postmodernizm gereğince postmodern roman tarihî bilgilerin doğruluğunu da sarsmak ve bunları karıştırmak ister.

Postmodern romanın Türk romanındaki örnekleri olarak Tehlikeli Oyunlar (Oğuz Atay), Tehlikeli Masallar (Ahmet Altan), Bir Cinayet Romanı (Pınar Kür), Kara Kitap, Benim Adım Kırmızı (Orhan Pamuk), Sevgili Arsız Ölüm (Latife Tekin), Puslu Kıtalar Atlası (İhsan Oktay Anar), Postmodern Bir Kız Sevdim (Süreyya Evren), Boğazkesen (Nedim Gürsel), Bin Hüzünlü Haz (Hasan Ali Toptaş), Fındık Sekiz (Hasan Kaçan) adlı eserler zikredilebilir.

Modern Roman ve Postmodern Roman

Modern fizik ve psikoloji alanındaki gelişmeler Newtoncu gerçekliğin hüküm sürdüğü dünya hakkında sorgulamalara ve eleştirilere yol açmıştır. Bunun sonucunda yazar; arayışları, umutsuzlukları ve isyanlarına bağlı olarak bilinç ile bilinçaltı arasındaki ilişkiler üzerinde durmuştur. Newtoncu gerçekliğin yönettiği duyulardan, düşüncelerden ve bakış açılarından kuşkuya düşen; son yüzyılın acılarını çeken; sordukları sorulara modern hayatın içinden cevaplar bulamayan; “öteki”ne egemen olmaktansa kendi varlığının ve duruşunun kaynaklarını problem edinen yazarlar bilinçaltına yönelmişlerdir. Tanpınar bilinçaltı ile mistik olanı ve rüyayı kullanarak gerçek ile gerçeküstünü birleştiren bir hafıza oluşturmak isterken; Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay, kimliksizliğin ve kişilik arayışının kentle ilişkilerine işaret etmeye çalışırlar.

Bilinçaltının, insanın derin ve örtülü gerçekliğinin nedensellik kaynağı olarak; bilinç akışının ise, bilinçaltı labirentlerinin simgesel uyaranlarla dolu yollarında kişisel ve toplumsal varlığın bağlantılarını öyküleştirme tekniği olarak kullanılagelmesi romanımızda hâlâ ampirik dünyaya bir bağlılık olduğunu gösterir. Fakat aynı zamanda, bilginin ve yargıların göreliliğinin öne çıkması inanç kaybı ve çoğulcu bakış açısını desteklemiştir. İnanç kaybı romandaki nedensellik kaynaklarını alt üst eder. Romanlar “kendine yeterli bir dünya olan metin”lere dönüşür.

Postmodernizmin, kendisi rasyonel modernist sistematiğe karşı koyacak bir merkez kuvvete sahip olmadığı için değerleri eşitleme yoluna gitmesi, göreli gerçeklik kuramını da aşarak “gerçeksizlik” krizine yol açar. Çoklu bakıştan bağlantısız bakışa geçilir. Nurdan Gürbilek, Türk öyküsünü “anlatamama” bağlamında çözümlerken, “yapıt”ın yerine “metin” kavramının geçmesiyle, yazılanın yazarın niyetinden yahut yaşamından ayrıldığını, başlı başına bir dil, bir doku hâline geldiğini ifade eder. Metin bir göstergeler ağı, bir alıntılar dokusu hâlindedir. Dolayısıyla, eleştiri yaparken metnin içiyle dışı arasındaki gerilim, sahicilik arayışı anlamsız hâle gelmiştir.

Postmodern romanda bilinç önermeleri hem kurulur hem de yıkılır; romandaki tüm unsurlar nihayetinde bir boşluğa düşmeye yazgılı gibidir. Metin başka her şeyle bağını kopararak olgusal, mistik ve simulatik bütün bilgilerin; yaşan zaman, tarih, mitoloji ve hayalinin iç içe girdiği bir varlık kazanır. Romanların kurgusunu adeta, bütün zaman ve mekânlarda dolanan, yörüngesi takip edilemeyen gizemli bir zihin yapar. Bu metinlerdeki imajların dili, bir bütünlüğe işaret etmez; aksine, insanı kendi içinde sürekli parçalayarak görünemez ve bilinemez hâle getirir.

Postmodern Romanlar Üzerine

Orhan Pamuk: Kara Kitap: Kara Kitap 1990’da yayımlanır. Eleştirmenlerin değerlendirmelerine göre roman, modern ile postmodern arasında konumlandırılabilir. Hakkındaki eleştirilerin çoğu romanın çoğul okumaları mümkün kılmasıyla ilgilidir. Romanın mutlaka bir değeri işlemesi gerektiğini varsayan modernist bakış açısına sahip olan eleştirmenler ise, yazarın bu değeri çok dağıtarak görünmez kıldığını düşünerek, tarihten, olay zamanına kadarki simgelere yüklenirler; tebdil-i kıyafetler, hazineler, mevsimler, şifreli yazılar içinde bu değeri ararlar. Romanın toplumsal gerçekliklerin sanatsal formu olduğunu düşünenler, romanın hiçbir düşünceyi, hiçbir duyguyu işlemediği sonucuna varırlar. Bu yüzden roman, toplumsal örgüsünü ve nedenselliğini kaybeden, çeşitli yapıların montajından oluşan “uyduruk” bir kitap olarak telakki edilir. Romana getirdiği yenilikler açısından bakanlar ise, Orhan Pamuk’un, çağdaş roman teknikleri içinde kendine yeni yollar aradığını ve bulduğunu tespit ederler.

Kara Kitap’ta gizemli bir dünya vardır ve bu dünyanın kapılarını açacak olan sembollerin dilidir. Ramazan Korkmaz’a göre, Kara Kitap modern zihniyet ve teknolojinin habis faturası gibi görülen insanî kültürün kalıplaştırılarak tekleştirilmesine karşı, estetik bir tepkinin bir ürünüdür. İnsanın kendini arama bulma çabası, derin bir varlık etiği olarak incelenmiş, ayrıca çevre-insan, çevre-dünya problematiğine de gönderme yapılarak insan evrensel bütünlüğü içinde anlaşılmaya çalışılmıştır. Kitabın düşünce kompozisyonunun anlaşılması, kurgunun üzerine oturduğu sembolik değerlerin çözülmesine bağlıdır. Buna göre, Kara Kitap kültürel, tarihsel boyutları olan bir gizli kodlar dizgesidir.

Romandaki bütün sembolik dünya düşünüldüğünde, her türlü sosyal değişimin, tarihî bilginin, rüyanın, hafıza ve tahayyülün bu dünya içinde yer aldığı görülür. Yazar güzel bir metin kurarak (oyun), modernizmin ampirik ve doğrusal mantığını kırarken, mistik tecrübeden de faydalanmaktadır.

Berna Moran Kara Kitap’taki bilindik sembolik göndermelere değinerek, romanın doğu tahkiye geleneğini ile olan bağlarını inceler. Pamuk’un amacının, bu geleneksel tema ve yapıdan yararlanarak çağdaş bir roman yazmak olduğunu ileri sürer. Bunların etkilerini dikkate alarak romanı, yansıtmacı ve idealist bir romancının kültürel kodları sunması olarak değil, kurmacadaki metin parçaları olarak okumak gerekir.

Kara Kitap’ta bir olay örgüsünün olup olmadığına bakıldığında, romanın başından sonuna kadar değişmeyen baş kişileri olduğuna ve bu kişiler, ana düğüm olan “arayış” etrafında birleştiğine göre bir çerçeve olayın var olduğu söylenebilir.

Hasan Ali Toptaş: Bin Hüzünlü Haz: Yıldız Ecevit, romanlarımızdaki postmodern açılımları sistematize etmenin zor olduğunu söylemekle birlikte iki ana eğilim tespit eder. İlki, öncü biçim denemeleri yapan, üst kurmacayı kurgu ilkesi olarak benimseyen; ikincisi, polisiyeye, tensel hazlara fazlaca yer veren popülist/trivial eğilimdir. Yazar’a göre, Hasan Ali Toptaş’ın romanları, avangardist biçim öğeleri ile yapılandırılmış romanlardır ve bunlar çoğulcu estetiğin yüksek edebiyat ucunda yer alır.

Bin Hüzünlü Haz 1999’da yayınlanır. Toptaş, romanda kendini, bir anlamda roman sanatını sorguladığını, hikâye tarihinde gezintilere çıktığını söyler. Bu gezintiler, Doğu masallarından Batı masallarına, çağdaş romanlara, çağın kaosuna, birçok kavrama ve mekâna yapılan gezileridir. Doğu ve Batı hikâyelerine gire çıka oluşturulan metinler arası düzlem, postmodern romanın en önemli ilkelerinden biridir. Toptaş’a göre, bu roman ihtimalleri yoklaya yoklaya, belirsizliğin bilgeliğine soyunmuş bir romandır. Romandaki unsurlar bir yığın gibi görünse bile, hiçbir şey rastgele değildir. Amaç gerçek dünyayı yansıtmak değildir; kelimelerle yeni bir dünya kurmaktır.

Roman ile dış gerçeklik arasına bir duvar örülmüştür. Romandaki önemli tek kişi bile bir semboldür. Fakat bu sembolün bir gösterileni yoktur; o her şeyi göstermek üzerine kurulmuş, değişmesi de her an muhtemel olan bir yüzergezer semboldür. Bu kişini bütünlüklü bir hayatı yoktur. O, modern şehrin bölük pörçük insanıdır. Roman bir yönüyle “kahramansız” roman kurmak gibi şeklî bir arayışın ürünüdür. Yazarın kesinliği ortadan kaldıran “belki”leri, “gibi”leri; bütün ihtimalleri çağrıştıran, tarihî dizgeyi yuvarlaklaştıran, hafızayı, düşü, gerçeği iç içe geçiren eş zamanlı bir ontoloji ve hayat dairesi oluşturur.

Anlatıcının içinde gezindiği roman, Umberto Eco’nun ifadesiyle “hikâye ormanları”dır. Anlatıcı bu ormanların hem duyanı, hem yaşayanı ve hem de yeniden düzenleyenidir. Anlatıcının içinde yer aldığı metin de aslında, diğer hikâyelerin oluşturduğu bir metindir.

İhsan Oktay Anar: Puslu Kıtalar Atlası: Jale Parla’ya göre, postmodern romanları okurken, okur ve yazarı yeni bir konumda düşünmemiz gerekir. Buna göre, okur ve yazar, dil denizinde sözcüklerin anlamlarının dalgalar gibi birbirini izlediği bir devinim içinde yüzerken, metinler, benlikler, kimlikler ve yorumlar da yeni göstergelere dönüşürler. Dolayısıyla, aslında okur da, yazar da, metin de yoktur; yalnızca söylemler vardır. Puslu Kıtalar Atlası, bu düşüncelere uygun biçimde, belirli bir anlamı sürekli kaybettirerek; herhangi bir gerçekliği temsil etmek yerine, istenildiği kadar gerçeklik kurulabileceğini göstererek var olan bir “tahkiye”dir.

Roman başlangıçta belirli bir tarihsel kesitten ve bunun içinde yer alan bir mekândan ve insandan bahsedeceği izlenimi uyandırır. Ancak o, modern roman gibi olgusalın ve ideolojik olanın temeli olan tarihe yönelmez. Tarih onda aydınlatıcı ve ders verici öğe değildir. Roman, bakışı tarihin dönüm noktalarından, kahramanlarından daha alt seviyedeki olay ve kişilere kaydırır. Amaç tarihi istenildiği zaman ve biçimde yeniden inşa edilebilecek bir kurguya dönüştürmektir. Roman kişilerinden kimi bir tutkunun, kimi bir gizin peşindedir ama hepsinin hayatları, süreksiz, kırık ve bütünlükten mahrumdur. Her birinin hayatı o kadar karmaşık o kadar dairesel sonsuz bir zaman içinde döner ki, onların hayatı da tahkiye gibi sadece ucu belirsiz bir yoldur.

Puslu Kıtalar Atlası’nın içinde bulunan bilgiler mitolojiden dine, efsanelerden olguya, felsefeden keşif ve rüyaya, modern bilimlerden mistik öğretilere kadar bir yığın kaynaktan devşirilmiştir. Bu bilgilerin cirit attığı romanın sonuçlanma biçimden anlaşılan şudur: Evren ve insan hakkında hiçbir kesin bilgi yoktur; her bilgi, bir yerde durup bakan zihnin inşasıdır. Madem ki böyledir, öyleyse her şeyi yeniden, sınırsızca yıkıp kurabiliriz. Böylece aslında gerçek dediğimiz şey yalnızca bu yıkıp kurduğumuz şey, yani “tahkiye”nin kendisi olur.