ÇALIŞMA İLİŞKİLERİ TARİHİ - Ünite 8: Dünyada Çalışma İlişkileri: 1945’ten Günümüze Kadar Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 8: Dünyada Çalışma İlişkileri: 1945’ten Günümüze Kadar

Giriş

Bu bölümde 1945’ten günümüze, kapitalizm koşullarındaki çalışma ilişkilerinin en temel özellikleri üzerinde duracağız. Kapitalizmin fordist döneminden, günümüzün esnek çalışma biçimlerine uzanan bu tarihsel süreçte, dünyanın farklı ülkelerindeki çalışma ilişkilerinin yerel koşullara göre biçimlenen ortak özelliklerine odaklanacağız.

Dönemselleştı·rme, Ülke Gruplandırmaları Ve Karşılaştırmalı Çalışmalar

1945 sonrası dünyadaki çalışma ilişkilerinin tarihi derken 70 yılı aşan bir süreden söz ediyoruz. Değişimin dinamiklerinin saptanması ve analizi açısından, 70 yılı aşan bu zaman diliminin dönemselleştirilmesi uygun olacaktır.

Dönemselleştirme

1945’ten günümüze çalışma ilişkilerinde, 1945-1970’lerin sonunu birinci dönem, 1980 sonrasını ise ikinci dönem olarak ele almak konu üzerinde çalışan sosyal bilimcilerin ortak yaklaşımıdır.

Söz konusu dönemselleştirmeyi yapan farklı yazarlar, dönemlerin sosyoekonomik yapısını temel alarak 1945 sonrası birinci dönemi “Fordist”, 1980 sonrasını ise “postFordist” olarak da tanımlarlar. Fordizm, standart malların, dikey biçimde örgütlenmiş şirketler tarafından kitlesel üretimi ise; küreselleşme döneminin post-Fordizmi, esnek üretim sistemlerinin ve esnek çalışma biçimlerinin kullanıldığı, yerel pazarlar için farklılaştırılmış ürünler üreten küresel bir üretim sistemi olarak tanımlanmıştır

Bir başka yaklaşım, dönemleri “endüstriyel” ve “postendüstriyel” olarak tanımlar. Endüstriyalizm, üretim sürecinde doğanın makine kullanılarak dönüştürülmesi ise; küreselleşme döneminin post-endüstriyalist toplumu, makinenin yerini bilginin, sanayinin yerini hizmetlerin aldığı toplum olarak tanımlanmıştır. Nihayet dönemselleştirmeyi “modernizm” ve “post-modernizm” bağlamında yapan sosyal bilimciler de bulunmaktadır. Dönemler arasındaki farklılıklar, çalışma ilişki- leri terminolojisine de yansımış ve birinci dönemin “endüstri ilişkileri” deyimi yerini, ikinci dönemin “çalışma ilişkileri” deyimine bırakmıştır.

Ülke Gruplandırmaları ve Karşılaştırmalı Çalışmalar

Dünyada çalışma ilişkilerinin incelenmesinde karşılaştırmalı bir yöntem kullanılması, ülkelerin gruplandırılmasının nasıl yapılacağı sorununu da beraberinde getirmiştir. Çok kullanılan bir karşılaştırma, farklı özellikler taşıdığı varsayılan coğrafyalar temel alınarak yapılan “AB, ABD, Japonya” karşılaştırmasıdır. Albert’in (1991) “Ren modeli” ve “neo- Amerikan modeli” olarak yaptığı ikili gruplama; Coates’ın (1998) “müzakereci korporatist nitelikli ülkeler”, “piyasa modeli” ve “kalkınmacı ülkeler” olarak yaptığı üçlü gruplama; Elger ve Edwards’ın (1999) “korporatist rejimler”, “devletçi rejimler” ve “neo-liberal rejimler” olarak yaptığı gruplama; ulus- lararası işbölümünü temel alarak yapılan “merkez, çevre, yarı çevre ülkeleri” gruplaması, bu gruplamalara örnektir. Crouch (1993) ise endüstri ilişkilerini, taraflar arasındaki ilişkinin zayıf ve çatışmacı olduğu “çatışmacı sistem”, işçi ve işveren temsilcileri arasındaki toplu pazarlıklara dayanan “çoğulcu pazarlık sistemi”, işçi, işveren ve devlet arasındaki pazarlıklarla ulaşılan bir sosyal anlaşmaya dayanan “korporatist model” ve taraflar arasında uzlaşmadan çok hegemonik ilişkilere dayanan “otoriter korpo- ratizm” olarak grupluyor. Üretim ile emeğin ve ser- mayenin yeniden üretimi arasındaki ilişkileri temel alan Buroway (1985) ise emek süreçlerinin denetimini, “piyasa despotizmi”, “hegomonik rejimler” ve “hegemonik despotizm” olarak sınıflandırmaktadır.

Bir üçüncü ve ara yaklaşım denebilecek bir yakla- şım, dünyadaki çalışma ilişkilerinde bir benzeşme eğilimi olmakla birlikte, bu eğilimin her ülkenin kendi ulusal özelliklerine göre biçimlendiğini ileri süren yaklaşımdır. Dünyadaki çalışma ilişkileri sistemleri ülke gruplandırmalarına göre incelendiğinde, “ayrışma”dan çok, ara yaklaşım olan “ulusal özelliklere göre biçimlenen benzeşme”nin daha geçerli olduğu görülmektedir.

1945-1970’lerı·n Sonu: Kapı·talı·zmı·n Altın Çağı

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ve 1970’li yılların sonuna kadar olan döneme iktisat yazınında “Kapitalizmin altın çağı” veya “Keynes Çağı” adı verilir. Bunun nedeni, tüm dünyada ama özellikle Batı Avrupa ve Doğu Asya’da ekonomi- lerin hızla büyümesi, refahın artması ve çoğu ül- kede tam istihdam koşullarının yaşanmasıdır. Fordist üretim temeli üzerinde yükselen ekonomik genişleme ise Keynesçi uygulamalar sayesinde olmuştur. Keynesçilik gerek ABD’de gerekse Avrupa’da dönemin ekonomik politikalarına damgasını vurmuştur. Keynesçiliğin de çeşitleri vardır. Yüksek askerî harcamalara dayalı ekonomik canlanmayı ifade eden “askerî Keynesçilik” bunlardan biridir. Refah devleti rejimi Fordist üretimin ayrılmaz bir parçası niteliğindedir. Fordist kitlesel üretimin istikrarlı bir biçimde sürdürülebilmesi için, kitlesel üretimin kitlesel tüketicileri olması öngörülen sosyal grupların zenginliklerden pay almasının bir yolu da refah devleti uygulamaları ve sosyal programlar olmuştur. Özetlersek, batıda İkinci Dünya Savaşı sonrasının endüstri ilişkilerine temel teşkil eden sistem, Taylorizme ve montaj hattı tekniklerine dayalı Fordist kitlesel üretim, ulusal talebi yönlendirici ve ekonomik istikrar sağlayıcı Keynesçi politikalar ve kitlesel tüketimi destekleyen sosyal refah uygulamalarıdır.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Fordist Sistem

Fordizm, birinci olarak bir üretim sistemidir. Fordizmde sanayi üre- timinin çoğunluğu, özel amaçlı makinelerle büyük fabrikalar içinde üretilmektedir. İkinci olarak Fordizm, yalnızca kitlesel üretime değil, ayrıca kitlesel tüketime dayanan bir sistemdir. Kitlesel üretim, yeni yatırımları mümkün kılar. Yeni yatırımlar, emek verimliliğini artırır. Üçüncü olarak Fordizm, kitlesel üretimi ve kitlesel tüketimi olanaklı kılacak bir sosyal ve siyasal sistemi besler. Toplumdaki kurumlar ve kamu otoriteleri, kitlesel üretime emek gücünün sağlanmasını, kitlesel tüketicilerin gelirden yeterli payı almasını, ayrıca emek gücünün etkinliğini artıracak çeşitli sosyal refah uygulamalarının hayata geçirilmesini garanti eden bir yapılanma içerisindedirler. Fordizmin ikinci aşaması, ABD’de Başkan Roosevelt’in, sendikaları güçlendiren, toplu pa- zarlık sistemini destekleyen, bireysel işçi haklarını ve sosyal güvenliği geliştiren “New Deal/Yeni Anlaşma” politikaları ile başlayan ve İkinci Dünya Savaşı’na kadar süren dönemdir. Fordizmin üçüncü aşaması ise 1945 yılından 1970’lerin ortalarına kadar olan dönemdir. Fordizmin bu döneminin ayırt edici özelliği, Fordizmin bir üretim sistemi olmanın ötesinde, kitlesel üre- timle kitlesel tüketim arasında bir dengenin kurulduğu bir birikim rejimi hâline gelmesidir.

İkinci Dünya Savaşı Sonrası Keynesçilik

Savaş sonrası dönemde, dünya ekonomisine yön veren güçler, yeni çözümler üretirken Keynes’in görüşlerinden etkilenmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, hükûmetlere mali ve parasal politikalarla talebi artırma görevi yükleyen, buna bağlı olarak da kamu yatırımlarını ve devletin işlevlerinde önemli ölçüde genişlemeyi destekleyen anlayış, bu yaklaşım temelinde şekillenmiştir. Ancak savaş sonrası dönemde Keynesçi politikalar, iki alanda sorunlarla karşılaşmaktaydı. Birinci sorun, üye sayıları hızla yükselen ve işsizliğin son derece az olduğu Altın Çağ’da pazarlık güçleri artan sendikaların aldığı yüksek ücret artışlarının, enflasyonist bir baskı yaratmasıydı. İkinci sorun da ekonomi fazla ısındığı zaman talebin azalmasını sağlamak için kamu harcamalarının kısılması gerekirken, halkın tepkisini düşünen hükûmetlerin bu yola başvurmakta zorlanmasıydı. Savaş sırasındaki tutumları nedeni ile büyük bir itibar kazanan ve üye sayıları hızla artan sendikalar, “yeni bir dünya düzeni” kurarak ekonomik ve sosyal sorunları çözmeyi öncelikli talep hâline getirmişlerdi.

İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Endüstri İlişkileri

Fordist işletme, uzun süreli olarak ve genelde düzenli koşullarda istihdam edilen istikrarlı sayıda işçiye dayanır. Taşeronlaşma sınırlıdır. Fordist sistemin işçi profiline, yarı vasıflı veya vasıfsız, ağırlıklı olarak tam gün çalışan, evin ekmeğini kazanan erkek işçi tipi damgasını vurmuştur.

Endüstri İlişkilerinde Ülke Gruplamaları

Ebbinghaus (1998) Batı dünyasındaki endüstri ilişkileri sistemlerini dört grupta toplamaktadır.

  • Kuzey korporatizmi (Danimarka, Finlandi- ya, Norveç, İsveç, ayrıca Hollanda): Örgütlü çıkar grupları oldukça merkezîleşmiştir. Üyelikler yüksektir.
  • Çekirdek ülkeler veya Ren Bölgesi modeli
  • (Avusturya, Belçika, Fransa, Almanya, Lüksemburg): Ebbinghaus bu modele “kıta Avrupası sosyal ortaklık modeli” adını da vermektedir. Büyük ölçüde homojenleşmiş Kuzey ülkelerine kıyasla, örgütlü çıkar grupları daha parçalı bir yapı arz etmektedir.
  • Anglo-Sakson sistemi: ABD’deki endüstri ilişkilerine damgasını vuran bu sistem, Avrupa’da esas olarak İngiltere’de ve tarihsel bağları nedeniyle İrlanda’da egemen olmuştur. Bu endüstri ilişkileri sisteminin iradi bir yönü vardır, yani serbest toplu pazarlık düzenine dayanmaktadır.
  • Akdeniz sistemi: (Yunanistan, İtalya, Portekiz, İspanya): Bu sistem Güney Avrupa ülkelerindeki endüstri ilişkilerini tanımlamaktadır. Güçlü devletçi gelenekler, politik sendikal bölünmeler, zayıf kurumsallaşma ve endüstri ilişkilerinin tarafları arasında düşmanca ilişkiler, daha fazla devlet müdahalesini kışkırtmaktadır.

Neo-Korporatizm

1930’lu yıllarda Avrupa’nın kuzeyindeki bazı ülkelerde, çalışma ilişkilerinde uzlaşmaya dayalı bir yapı ağır basmaya başlamış ve sendikalarla işveren örgütleri arasındaki anlaşmalarla bu uzlaşma kurumsallaştırılmıştır

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa ülkelerinde çeşitli derecelerle de olsa yaygın bir biçimde uygulanan emeksermaye karşıtlığını yönetme süreçlerinde, işçi ve işveren örgütlerinin birbirleriyle ve devletle yapısal ve işlevsel ayrıcalıklara sahip biçimde ilişkiye girecekleri, kurumsallaşmış işbirliğine neo-korporatizm denmektedir. Avrupa ülkelerindeki neo-korporatizmde, refah devletlerinde uygulanan Keynesçi ekonomik politikalar, korporatizmin hem varlık nedeni hem de işleyişindeki sürekliliğin güvencesi olmuştur. Keynesçi politikalarla sağlanan yüksek oranlı ve istikrarlı büyüme, yüksek istihdam düzeyleri, istihdam ve reel ücretlerin artışı, sosyal devlet uygulamalarının finansmanı açısından gereken kaynağı sağlamış ve sermaye-emek uzlaşmasının yapılabilirliğinin maddi temelini teşkil etmiştir. Bu sosyal uzlaşmanın emek tarafında sendikal ve siyasal alanda güçlü ve mücadeleci bir işçi hareketi bulunmaktadır. İkinci unsur, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da kapitalizmle rekabet eden bir sistem olarak sosyalizmin varlığıdır. Üçüncü olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünya yirmi yılı aşkın bir süre istikrarlı ve güçlü bir ekonomik gelişme dönemi yaşamıştır. Bu unsurlar dikkate alındığında 1980 sonrasında neo-korporatizmin etkisizleşmesini açıklayan bazı unsurlar da ortaya çıkmaktadır. Birinci ola- rak neo-korporatist dönemde sendikaların bürok- ratikleşmesi ve 1980 sonrasında üye sayılarındaki ve politik etkilerindeki azalmaya değinmek gerekir. İkinci olarak, 1989 yılında Berlin duvarının yıkılmasının ardından, Sovyet sistemi çökmüş; Doğu Avrupa ülkeleri sosyalist sistemlerini terk ederek piyasa ekonomilerine dönüşmüş ve soğuk savaş dönemi ortadan kalkmıştır. Üçüncü olarak da ekonomik büyüme yavaşlarken işsizlik artmış; Keynesçi politikaların yerini neo-liberal politikalar almıştır.

Çatışmacı İlişkiler

Belirtmemiz gerekir ki çatışmacı olmayan endüstri ilişkileri sistemleri de içlerinde çatışma potansiyeli taşırlar. Gerek çoğulcu toplu sözleşme düzeni gerekse sosyal ortaklık düzeni, endüstri ilişkilerinde uyum sağlanmış olan dönemlerde dahi bu potansiyel çatışmayı ortadan kaldırmış değillerdir. Özellikle 1960’ların sonunda Batı Avrupa’yı saran grev ve işçi eylemleri, dönemin işverenlerini ve hükûmetlerini bir anlamda hazırlıksız yakalamıştır.

Fordizmin ve Keynesçiliğin

Gerilemesi 1970’li yılların başında ilk petrol şoku sonucu, pet- rol ve ham madde fiyatları ani bir artış gösterdi. Dünya büyüme oranı yüzde 3,5’ e indi. Fordist üretimdeki bu tıkanmanın yapısal ne- denleri vardı. Otomobil örneğinden gidersek, 1970’lerde ABD’de her iki kişi başına bir araba düşüyordu. Avrupa’da da durum buna benzerdi. Gelişmiş ülkelerde, Fordizmin kitlesel araba üretimini emecek ulusal pazarların sınırlarına gelinmiş gibiydi. Ulusal pazarlar, araba ve dayanıklı tüketim mallarına doymuştu. Fordist sistemdeki tıkanmanın bir başka nedeni de 70’lerde işçilerin ve sendikaların işverenler üzerindeki baskı gücünün büyük ölçüde artmış olması ve bu güçle giriştikleri direniş hareketlerinin yaygınlığı idi. 70’li yıllarda Fordist montaj hatları, grev, çok sayıda eylem ve hatta montaj hattının iş- çiler tarafından kolayca durdurulduğu direnişlerin merkezî hâline geldi.

1980’lerden Günümüze Çalışma İlı·şkı·lerı·

Üretim sistemindeki değişime ağırlık veren yaklaşımlar, dönemi Post-Fordizm, Fordizm sonrası, esnek uzmanlaşma, Toyotizm, yalın üretim gibi farklı deyimlerle tanımlamaktadırlar. Ancak 1980 sonrası küresel çapta yaşanan ekonomik ve toplumsal dönüşümün tümünü anlatmak için yaygın bir biçimde kullanılan deyim, küreselleşmedir. Şirketler açısından küresel rekabet ön plana geçmiştir. Kamusal mal ve hizmet üretiminde özelleştirmeler, kamunun ağır bastığı altyapı hizmetlerinin hemen tümünü kapsarken, eğitim, sağlık gibi sosyal hizmetler de özelleştirmeye açılmıştır.

1980 Sonrası Dönemin Temel Özellikleri

1980 sonrası, ekonomilerin uluslararasılaşmasında karmaşık değişiklikleri içeren çok boyutlu bir değişim sürecidir.

  • Teknolojik Dönüşüm ve Esnekleşme

Küreselleşme sürecinde beş jenerik teknoloji, yeni bir teknoloji sisteminin yaratılmasına yol açmıştır: enformasyon teknolojileri (mikroelektrik, bilgisayar, telekomünikasyon teknolojilerinin bi- leşimi) ve enformasyon teknolojilerinin bir türevi olarak esnek üretim/esnek otomasyon teknolojileri; bioteknoloji; malzeme teknolojisi; enerji teknolojisi ve uzay teknolojisi.

  • Esnek Üretim Sistemleri

Enformasyon teknolojilerine dayalı esnek üretim sistemleri ile montaj hattını üreten mekanik yaklaşımın yerine, bilgisayar sistemlerine dayalı yeni bir teknolojik modelin yolu açılmıştır. Üretim döngüsünün bazı bölümlerinde, işçilerin yerini bilgisayarlı makineler ve robotlar almıştır. •

  • Esnek Üretim Örgütlenmesi- Yalın Üretim

Standart ürünlerin kitlesel üretimi yerine, daha kısa üretim sürelerinde daha çeşitli mal üretilmesini olanaklı kılan esnek üretim sistemleri, işin örgütlenmesi ve yönetiminde de esnekleşmeye doğru olan dönüşümü kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Yalın üretim, üretime yük getiren tüm israflardan arınmayı, katma değer yaratmayan tüm işlemleri tasfiye etmeyi hedef alan bir yaklaşımdır. Bu işlemlerde çalışan işçiler de verimsiz kabul edilmekte ve işten çıkarılmaktadır. Yalın üretim, “en kısa zamanda, en az kaynakla, en düşük maliyetli ve hatasız üretimi, müşteri talebini tam karşılayacak şekilde, israfsız ya da en az israfla ve tüm üretim faktörlerini en esnek şekilde kullanarak gerçekleştirmek” esasına dayanır. •

  • Esnek Çalışma Biçimleri

Yalın üretimde, şirketlerin çekirdek işçilerinin yanı sıra, geniş bir işçi kitlesinin daha küçük üretim birimlerinde, taşeron işletmelerde, fason üretimde, evde, düşük ücretli ve düzensiz çalışma koşullarında istihdam edilmeleri söz konusudur. Sayısal esneklik, işçi alımının ve işten çıkarma- ların piyasa koşullarına hızla uyarlanmasıdır. Bu uyarlanmanın yapılabilmesi için yasalarla işçilere sağlanan iş güvencesinin sınırlanması gerekecektir. Zamana bağlı esneklik, firma içindeki işçilerin çalışma saatlerinin esnekleştirilmesini ifade eder. Kayan iş süreleri, vardiyalı çalışma, telafi edici çalışma, yoğunlaştırılmış iş haftası, izin sürelerinin esnetilmesi; zamana bağlı esnekliği gerçekleştirmenin araçlarındandır. Ücret esnekliği, ücret düzeylerinin toplu sözleşmelerle değil bireysel sözleşmelerle belirlenmesi ve performansa dayalı ücret sistemlerine geçilmesi demektir. Mekân esnekliği de denilen uzaklaştırma stratejilerinde ise çalışanlar, normal iş yerinin dışında, taşeron veya fason firmalarda ya da evlerde istihdam edilirler. •

  • Yeni Uluslararası İş Bölümü

Yeni uluslararası işbölümü kavramı 1960’lı yıllardan itibaren kullanılmakla birlikte, Fransa’da Pallo- ix (1977), Almanya’da Fröbel, Henrich ve Kreye (1980) tarafından geliştirilmiştir. Bu yaklaşım, uluslararası düzeydeki mekansal işbölümünün 1960’lı yıllardan sonra önemli bir değişime uğradığı ve sanayi üretiminin emek yoğun bölümünün, merkez ülkelerden emeğin göreceli olarak ucuz ve örgütsüz olduğu azgelişmiş çevre ülkelere kaydığı savına dayanmaktadır. Sanayi üretiminin emek yoğun bölümünün çevre ülkelere aktarılması, gelişmiş kapitalist ülkelerde bir “sanayisizleşme” süreci yaratırken (Bluestone ve Harrison, 1982), çevre ülkeler arasında yeni sanayileşmekte olan ülkelerin doğuşuna da yol açmaktadır. Yeni uluslararası işbölümü sürecinde gelişmiş ülkeler sanayisizleşirlerken, ekonominin sektörel bileşimi değişmiş, hizmet üretimi temel ekonomik faaliyet hâline gelmiştir. Bu ülkelerde gayri safi yurt içi hasılanın yüzde 60’tan fazlası hizmet sektöründen gelmekte iken, istihdamın yüzde 60-75’i de hizmet sektöründe bulunmaktadır.

  • Sermaye Birikiminin Malileşmesi

Küreselleşme döneminin çok önemli bir özelliği, sermaye birikim sürecinin malileştirilmesidir. Bu durumun doğal sonucu, birikimlerin yatırımlar yerine spekülatif amaçlı hareketlere yönelmesidir. Ekonomik anlamda kaçınılmaz sonuç, büyüme hızının azalması ve istihdamın daralmasıdır. Sermaye birikim sürecinin malileşmesi ya da “gazino kapitalizmi” denen bu süreç (Magdoff ve Sweezy, 1987) 1929-1933 Büyük Depresyon dö- neminin öncesinde olduğu gibi, sermaye piyasalarında spekülatif bir değer artışına ve arkasından mali çöküntüye yol açmaktadır. Küreselleşmenin temel özelliği olan finans kapitalin yükselişi, politik güç odağını şirketlerin yönetim kurullarından finansal piyasaların eline geçirmiştir. Yalnızca ekonomik açıdan güçsüz ülkelerde değil, ABD gibi ileri kapitalist ülkelerde de mali politikadan sağlık reformuna kadar her şey finansal piyasaların onayından geçmek zorundadır. •

  • Özelleştirme

Ulusal ekonomi açısından anahtar nitelikte olan ara malların (demir-çelik, petro-kimya) ve geniş emekçi kesimlerin tükettiği nihai malların (süt, ekmek, ilaç, vb.) kamusal üretiminden vazgeçilmiş ve bu işletmelerin özelleştirilmesi yoluna gidilmiştir. Özelleştirme kamusal hizmet üretimini de kapsamış; enerji, haberleşme, ulaşım, vb. alt yapı hiz- metlerinin yanı sıra eğitim ve sağlık gibi alanlarda da özelleştirmeye gidilmiştir.

  • Devletin Rolünde Değişim

Küreselleşme sürecinde devletle emek ve sermaye arasındaki eski korporatist ittifakın gündemi, artık uygulanamaz olmuştur. Yeni koşullarda hükûmetler, düşük vergiler, etkin altyapı, eğitimli ama uysal bir iş gücünün var olduğu yerel bir ekonomik çevre geliştirmekten sorumludur. Hükûmetlerin ülkeleri düşük vergi ortamları hâline getirmeleri, sosyal uzlaşmanın temel unsuru olan refah devletini zayıflatırken kamu kesimi çalışanlarının ücret ve çalışma koşullarının da kötüleşmesine yol açmaktadır.

  • Küreselleşme Döneminde Çalışma İlişkileri

İşçi örgütlerinin ekonomik ve politik alanlardaki faaliyetlerine izin veren ve aynı zamanda bu faaliyetleri yasalarla destekleyen çalışma ilişkileri sistemine sosyal demokrat sistem denmektedir. Sosyal demokrat endüstri ilişkileri çerçevesi, esas olarak Kıta Avrupası ülkeleri kastedilerek kullanılmakta, ancak örneğin; Güney Afrika’nın yeni endüstri ilişkileri sistemi de sosyal demokrat ve sosyal korporatist özelliklere sahip görünmektedir. Sendikal faaliyete izin veren, ancak yasalarla bu faaliyetleri teşvik etmeyen ve pazar mekanizması ile örgütlü işçinin gücünün kırılmasına izin veren sisteme neo-liberal sistem denmektedir. Bağımsız işçi örgütlerinin varlığına, sendikal yapılara egemen partinin veya devletin sızması ile ya da doğrudan yasaklamalar ve devlet gücü kullanarak izin vermeyen endüstri ilişkileri sistemine ise otoriter sistem adı verilmektedir. Güçlü sosyal korporatist yapılara sahip olan Kuzey Avrupa ülkelerinde bile bu yapılar neoliberal çevrenin baskısına uğramıştır. Küreselleşme süreci, çalışma ilişkilerinde yeni bir dönemin kapısını açmıştır.

  • Küreselleşme Döneminde Sendikaların Gücünde Azalma

Küreselleşmenin sendika yoğunlukları üzerindeki etkileri, ülkelerdeki endüstri ilişkileri modellerine göre farklı olmuştur. Sendika yoğunluklarındaki en büyük düşüşler, neo-liberal politikaların derinlemesine uygulandığı ülkelerde yaşanmıştır. Sosyal demokrat modeller, küreselleşmenin sendikaları güçsüzleştiren baskılarına göreli olarak daha iyi dayanmışlardır. ABD’de sendika yoğunluğu 1955’ten bu yana sürekli olarak azalmaktadır ancak mutlak üye sayısı 1979’a kadar artış göstermiştir. 1979’dan sonra mutlak üye sayıları da azalmaya başlamıştır. Avustralya’da 1976’da yüzde 51 olan sendika yoğunluğu, 2000 yılında yüzde 25’e düşmüştür. Kuzey korporatizmi diye adlandırdığımız İskandinav ülkelerinden İsveç’te sendika yoğunluğu 1960’lar- dan 1990’lara kadar artmaya devam etmiş ancak 1990’lı yılların ortalarından itibaren bir miktar düşüş yaşanmıştır. Sendika yoğunluğunun tarihsel olarak düşük olduğu Fransa’da da sendika yoğunluğu azalmıştır (2008 yüzde 7,7). Almanya’da sendika yoğunluğu 1980’lerde yüzde 40’tan 2004’te yüzde 27’ye düşmüştür. Japonya’da da sendika yoğunluğu 1975’ten sonra sürekli olarak azalmıştır. Üye sayısındaki azalma sendikaların aidat gelirlerini azaltmakta ve sendikaların örgütlenmeye daha az kaynak ve eleman ayırmalarına yol açmaktadır. Bu durumda iş kaybı, emeklilik ya da sendikasızlaşma eğilimleri nedeniyle ortaya çıkan üye azalmasının önüne geçilebilmesi olanaksızlaşmaktadır. Sendikalar bu zayıflamaya karşı çıkabilmek için, her şeyden önce üye sayılarını artırmak yoluna gitmektedirler. Küreselleşme döneminde özel sektörde grevler önemli ölçüde azalmış, militan sendikal eylemler kamu kesiminde görülür olmuştur. Ücret farklılık- ları artmış, düzenli çekirdek işçiler ücret düzeylerinde marjinal de olsa bir artış yaşarlarken, çevre işçiler verimlilik artışlarından pay alamamışlardır. Kamu kesiminde de vergileri azaltmayı hedeflemiş olan hükûmetler, ücret taleplerini karşılamada isteksiz davranmışlardır.

  • Küreselleşme Sürecinde İşverenler ve Toplu İlişkiler

Küresel rekabet koşullarında işverenlerin, hükûmetleri başta iş gücü maliyetleri olmak üzere maliyet artırıcı düzenlemelerden kaçınmaya, hatta Fordist dönemin düzenlemelerini kaldırmaya ya da daraltmaya ikna etmeleri daha kolay olmuştur. Ayrıca sendikaların sayıca zayıflamaları da işverenlerin kendi gündemlerini izlemelerini kolaylaştırmıştır. Neo-liberal çalışma ilişkilerinin ve otoriter çalışma ilişkilerinin ağır bastığı ülkelerde işveren örgütleri, sendikalara karşı daha uzlaşmaz tutum izleyebilmişlerdir. Sosyal demokrat çalışma ilişkilerinin ağır bastığı ülkelerde ise işverenler, sendikaları hedef almak ve ücret ve çalışma koşullarını kötüleştirmek yerine, iş gücü verimliliğini artırarak ve yeni üretim ve yönetim sistemleri ile istihdam düzeyini düşürerek maliyetleri azaltmaya ağırlık vermişlerdir. Kıta Avrupası’nda işverenler, sendikaların taleplerine karşı koysalar da, “rekabet edebilirlik” gündemi altında sendikalarla uzlaşıcı ilişkilerini sürdürmeyi tercih etmişlerdir. •

  • Küreselleşme Döneminde Çok Uluslu Şirketler ve Çalışma İlişkileri

Küreselleşme sürecinde çalışma ilişkileri açısından belirleyici unsur, küresel pazarın temel aktörü olan çok uluslu şirketlerdir. Çok uluslular, günümüzde “küresel firma” diye tanımlanan ve faaliyetlerini veya üretim zincirlerini küresel coğrafyaya taşımış olan firmalardır. Ulus ötesi şirketler, yeni yatırımlardan çok birleşme ve satın almalarla büyümektedirler. Sınır ötesi birleşme ve satın almaların toplam değeri, 1988’de 110 milyar ABD Doları iken 2000 yılında on katı artarak, 1100 milyar ABD dolarını aşmıştır (ILO, 2002). 80’li yıllardan sonra, çok uluslu şirket yatı- rımlarının önemli bir bölümü de, özelleştirmeler sonucunda kamusal varlıkların satın alınması ve başta enerji ve telekomünikasyon olmak üzere kamusal hizmetlerin devir alınması şeklinde gerçekleşmiştir. Küreselleştirme sürecinde, çok uluslu şirketler adeta “rejim alışverişi” için pazara çıkmış gibidir. Bu pazarda, sermayesi kıt olan pek çok gelişmekte olan ülke, ulus ötesi sermayeye, ucuz, örgütsüz iş gücü, planlamadan ve çevre denetiminden muafiyet, vergi teşvikleri vb. sunmakta birbirleriyle rekabete sokulmaktadır.

  • Küreselleşme Döneminde Hükûmetler ve Yasal Çerçeve

1980’li yılların başından itibaren hükûmetlerin çalışma ilişkileri alanındaki rollerinin değiştiği görülmektedir. Hükûmetler, bir yandan bireysel iş hukuku alanında çalışma koşullarına ilişkin katılıkları ortadan kaldırarak küreselleşmenin esneklik gereklerini yerine getirmeye çalışırlarken bir yandan da sosyal güvenlik sistemlerinde, katkıları artırıp yararları kısarak refah devletlerinin harcamalarını azaltma yoluna gitmektedirler. Küreselleşme döneminde hükûmetlerin hemen her ülkede uygulamaya koyduğu özelleştirmeler ve kamuda yeniden yapılanmalar da kamu çalışanlarının sayısını azaltmış ve sendika yoğunluklarının azalmasında etken olmuştur.