ÇEVRE SORUNLARI VE POLİTİKALARI - Ünite 1: Çevre, Ekosistem ve Temel Kavramlar Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Çevre, Ekosistem ve Temel Kavramlar
Çevre Nedir ve Çevre Kavramı Nasıl Tanımlanabilir?
Canlı varlıkların yaşam ortamları ve birbirleri ile olan diyalektik ilişkilerini inceleyen “ekoloji bilimi” ilk kez 1866 yılında Alman Biyoloğu Ersnt Haeckel tarafından gerçekleştirilen ve geliştirilen bilimsel araştırmalar ve çalışmalar sonucunda bağımsız bir bilim alanı olarak görülmeye başlamıştır.
Bugün genel kabul olarak, ekoloji biliminin yıllar içinde yarattığı değerler ve kavramların izinde “çevre”, insanların ve diğer canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları fiziksel, biyolojik, toplumsal, ekonomik ve kültürel ortam olarak tanımlanmaktadır.
Çevre: Bir şeyin yakını, dolay, dolayı, etraf; Kişinin içinde bulunduğu toplumu oluşturan ortam; Düzlem üzerindeki bir şekli sınırlayan çizgi; Yaşamın gelişmesinde etkili olan doğal, toplumsal, kültürel dış etmenlerin bütünlüğü; Bir kimseyle ilişkisi bulunanlar, muhit; Aynı konuyla ilgili bulunan kimselerin tümü, olarak tanımlanmaktadır.
Nitelik yönünden çevre kavramı ikiye ayrılır;
- Fiziksel Çevre: İnsanın yaşadığı, varlığını ve diğer canlı ve cansız türlerle ilişkilerini algıladığı ortama fiziksel çevre adı verilmektedir. Fiziksel çevre de oluşum bakımından ikiye ayrılır: Doğal Çevre; yer kürede, insanın oluşumuna katkı yapmadığı, doğal gelişim ve değişimlerle oluşmuş yaşam ortamıdır. Yapay Çevre; insanın çeşitli kaynakları, bilim ve teknolojiyi kullanarak oluşturduğu, belli bir gelişmişliğin ürünü olan ve tamamen insan elinden çıkmış yaşam ortamlarıdır.
- Toplumsal Çevre: İnsanın, belirli bir dönemde bulunduğu fiziksel çevre içinde oluşturduğu toplumsal, siyasal ve ekonomik ilişkilerin tümü toplumsal çevre olarak tanımlanır.
Mekân açısından çevre ise, yerleşim yerinin özelliğine göre, kırsal veya kentsel olarak tanımlanabilir.
Çevrenin canlı (biyotik) unsurları, insanlar, hayvanlar, bitki örtüsü ve mikroorganizmalar olarak tanımlanabilecek canlı varlıklardan ve bunların yaşam süreçlerinden oluşur. Canlı türlerinin nitelik ve nicelikleri, tüm bu canlıların birbirleri ve fiziksel çevre ile ilişkileri, çevrenin cansız (abiyotik) unsurlarının durumu (iklim, hava, su), yaşam döngüsü olarak adlandırılan ortamı, bir başka deyişle çevreyi ya da doğal yaşam ortamını yani ekosistemi oluşturmaktadır.
İnsanın Doğaya Bakışı ve Algılayışı
18. yüzyılın sonunda başlayan sanayi devrimi, insanoğlunun doğayla olan ilişkilerinde köklü bir değişimi de beraberinde getirmiştir. Sanayileşme-kentleşme süreçlerinin yarattığı yoğunlaşmış/artan çevre kirliliği sorunlarıyla tanımlanabilecek bu ilişki, 20. yüzyıla gelindiğinde artık küresel ölçekte bir çevresel ya da ekolojik krize dönüşmüştür.
Doğadaki alıcı ortamların kirlilik özümseme kapasitesinin aşılmaya başlanması, doğal ortamdaki dengelerin geri dönüşü neredeyse imkansız bir şekilde değişiyor olması, çevre kirliliği kaynaklı büyük ölçekli sağlık sorunlarının gündeme gelmesi ve doğal varlıkların hızla tüketilmesi sonucunu doğurmaktadır.
“Ekoloji, canlıların, çeşitli tür ve organizmaların bulundukları ekosistemdeki yaşam döngülerini ve birbirleri ile ilişkilerini inceleyen bir bilim dalıdır” şeklinde tanımlanabildiğine göre, çevre sorunlarının ortaya çıkması ya da görünür olması ile birlikte ekoloji biliminin kapsamı genişlemiş, bir anlamda ekoloji geleceğin bilimi olarak görülmeye başlamıştır.
Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkışı
Çevrenin kirlenmesi ya da bozulması, çevreyi oluşturan ögelerin çeşitli dış etmenler nedeni ile giderek niteliğinin değişmesi, değerini yitirmesi olayıdır.
Çevre sorunlarının doğal yaşamı ve insanlığı tehdit eder noktaya gelmesi, sorunun yaşamsal önemini de ortaya koymuştur.
Dünyamızın ve doğal yaşam ortamlarımızın karşı karşıya kaldığı başlıca sorunlar şu şekilde özetlenebilir:
- Doğal varlıkların (su, hava, orman, toprak) hızla kirletilmesi, yok edilmesi,
- Çarpık ve düzensiz kentleşme,
- Çevre dostu olmayan teknolojiler kullanan sanayiden kaynaklanan sorunlar ,
- Sanayileşme, enerji ve madencilik alanlarında uygulanan yanlış politikalar ,
- Sanayi yer seçimi, enerji üretimi ve madenlerin işletiminde, doğal varlıkların ve yaşamın göz ardı edilmesi,
- Doğal kaynaklar (yer altı ve yer üstü zenginlikleri, madenler, petrol, vb.) üzerindeki baskının artması, bu kaynakların hızla tüketilmesi ve söz konusu kaynakların yönetimi sürecinde oluşan çevresel sorunlar,
- Küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi, iklim değişikliği,
- Atık sorunu; çöplerin gerek içerik (tehlikeli atıklar, hastane atıkları, radyoaktif atıklar) gerekse de miktar olarak büyük sorun oluşturması,
- Çevresel sorunlara bağlı ve yaşam kalitesinin bozulmasından kaynaklanan sağlık sorunları, kanser ve benzeri hastalıkların artmasıdır.
Uygarlık ve insanlık tarihinde iki kırılma ya da eşikten söz edebiliriz: Birincisi, toplayıcılık ve avcılıktan tarımsal üretime geçiş ve yerleşik toplum düzenin oluşmasıdır. Tarım Devrimi olarak tanımlanan bu dönemde ateşin kullanımı ve basit aletlerin yapımı ve kullanımı öne çıkmıştır. Bu sürecin sonunda ise, birçok bölgede doğal yeşilliğin yerini ekili alanlar almıştır. Tarihteki ikinci önemli eşik ise Sanayi Devrimidir. Sanayi Devrimi, uygarlık ve insanlık tarihinde yeni bir evre olarak tanımlanır. Tarımsal üretimin bir ileri evresi olan makineleşme ve doğal kaynakların kullanılması ile enerji yoğun teknolojilerin ortaya çıkışı, siyasal, toplumsal ve ekonomik yönleri olan birçok değişimi tetikleyen önemli bir olgu olmuştur.
Sanayileşme ve kent adı verilen yeni yerleşim alanlarında yoğunlaşan nüfus, beraberinde ortaya çıkan sağlık ve çevre sorunları, doğal olarak bu alana yönelik ilgiyi, teknik ve sosyolojik araştırmaları gündeme getirmiştir.
Bugün artık bilinmektedir ki, sağlıklı bir yaşamın sürdürülmesi ancak sağlıklı bir çevre ile mümkündür.
Rachel Carson 1962 yılında “Sessiz Bahar” isimli kitabında II. Dünya Savaşı sonrasında kullanılmaya başlanan tarım ilaçları ile ilgili kaygısını ifade etmiştir. Sessiz Bahar; ortadan kalkan türlerden, kırları terk eden ve göç zamanı kasabalara uğramayan kuş sürülerinden, canlılığını yitirmiş göllerden söz eden bir cinayet romanı gibidir.
Aldo Leopold ise 1945 yılında “Bir Kum Yöresi Almanağı” ile çevre etiği ve çevre felsefesi düşüncelerinin temellerini atmıştır. Kapitalist kalkınma modelinin iflas ettiği bu eser ile ifade edilmiştir.
Çevre sorunlarının doğal kaynakları tahrip edeceği 1970’li yıllarda bir grup sanayici, iş insanı ve aydının girişimi ile “Büyümenin Sınırları” isimli rapor ile ifade edilmiştir.
Konferanslarda, uluslararası anlaşmalar, uluslararası çevre hukukunda gelişmeler ve “ortak gelecek” gibi kaygılar, hükümetler düzeyinde dile getirilmiştir. Ancak, aynı hükümetler, zararlı atık üretimi ve taşınması süreçlerine engel olmamış, aksine azgelişmiş ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmeye ve küresel ısınmaya yol açan sanayi kökenli kirlilik kaynaklarını artırmaya devam etmişlerdir. Sonuç, çevre tahribatı ve ekolojik kriz olmuştur.
Çevre Sorunları ve Ekolojik Kriz
1983 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu” oluşturulmuş, ilgili komisyon tarafından 1987 yılında yayınlanan Ortak Geleceğimiz başlıklı raporda (Komisyon Başkanı Gro Harlem Brundtland’ın ismi ile Brundtland Raporu olarak da bilinir) çevre sorunları yoksulluk-eşitsizlik ekseninde ele alınmıştır. “Yoksulluğun ve eşitsizliğin olduğu bir dünyada her zaman için ekolojik ve diğer krizlere eğilimli olacaktır.”
Sürdürülebilir Kalkınma kavramı, çoğunlukla büyüme ile eşanlamlı bir kavram olarak anlaşılmaktadır. Oysaki; eğitim ve sağlık hizmetleri, beslenme, barınma olanakları, kültürel, toplumsal gelişmişlik ve insan hakları gibi göstergeler de kalkınma kavramının içinde düşünülmelidir. Bu anlamda sürdürülebilir kalkınma sadece ekonomik değil, toplumsal ve siyasal boyutlar› da olan bir süreç olarak ele alınmalıdır.
Biyoteknoloji: Bitki, hayvan veya mikroorganizmaların tamamı ya da bir parçası kullanılarak yeni bir organizma (bitki, hayvan ya da mikroorganizma) elde etmek veya var olan bir organizmanın genetik yapısında arzu edilen yönde değişiklikler gerçekleştirmek amacı ile kullanılan yöntemlerin tamamını içeren bilim dalıdır. Biyoteknoloji, bir anlamda modern teknolojinin doğa bilimlerine uygulanması olarak da tanımlanabilir. Kanser, AIDS gibi birçok hastalığın tedavisi ve önlenmesinde kullanılan genetik ürünler, büyüme geriliği gibi sorunlara çare olacak ya da bulaşıcı hastalıklara karşı koyacak proteinlerin üretimi, organik atıkları yaşamsal süreçlerinde kullanacak bakterilerin elde edilmesi biyoteknoloji uygulamalarına verilebilecek örneklerdir.
Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, doğal kaynakların daha verimli kullanılması ve tükenmekte olan kaynakların yerini alacak seçeneklerin bulunması yönünde yeni olanaklar sağladığı bir gerçektir. Enerji gereksinimini tükenen fosil yakıtlar yerine yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarıyla karşılamak, fosil yakıtların kullanılması durumunda üretim verimi yüksek teknolojilere yönelmek, atıkları geri kazanmak, biyoteknoloji gibi jenerik teknolojilerle insan yapısı hammaddeler oluşturmak ya da tarımsal üretim süreçlerini kontrol edebilmek vb. birçok gelişme ortaya çıkmaktadır.
Nüfus, Açlık ve Barınma: Nüfus artışının, var olan ekonomik sistemlerin ve üretim ilişkilerinin yarattığı en çarpıcı sorunlar üç ana başlıkta toplanabilir: Açlık, barınma, yoksulluk.
Su ve Yaşam: Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) 2002 yılında yayınladığı “3. Küresel Çevre Raporu”na göre, başta Afrika ve Asya kıtalarında yaşayanlar olmak üzere, dünyada 1,1 milyar insan içme suyundan, 2,4 milyar insan ise güvenli suya erişme imkânından, yani arıtılmış/temiz suyu tüketme olanağından yoksundur. 2002 yılında düzenlenen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nde, son 10 yılda temiz suya erişim ve atık suların arıtımında karşılaşılan yetersizlikler nedeniyle gerçekleşen çocuk ölümlerinin 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana silahlı çatışmalarda kaybedilen insan sayısından fazla olduğu ifade edilmiştir.
İklim Değişikliği, Kuraklık ve Çölleşme: “Küresel Isınma” ya da uluslararası belge ve sözleşmelerde geçen ifadesiyle “Küresel İklim Değişikliği”, doğanın kendi varlık koşullarını zorlayan, kendini yenileyebilme olanaklarını ortadan kaldıran bir değişimi ifade etmektedir. Küresel ısınmaya yol açan sera gazları; temel olarak, fosil yakıtlardan, çeşitli sanayi kollarından (özellikle, çimento, enerji, ulaşım) ve endüstriyel tarımdan kaynaklanan ve havaya salınan gazlardır. Bu gazların bir bölümü kara ve okyanus ekosistemleri tarafından tutulur. Ancak, artık hem bu tutucu ortamların azalması ve/veya yok olması hem de atmosfere bırakılan sera gazı miktarındaki artış, küresel karbon dengesini bozmaktadır. Bunun sonucunda yüzey sıcaklığı artışı, 20.yüzyılın başından günümüze 0,8 derece olmuştur. Sıcaklıktaki bu artış, geçen 1000 yılın herhangi bir dönemindeki artıştan daha büyüktür. Öte yandan, 20. yüzyılda, kutupsal kar örtüsü, kutupsal kara ve deniz buzları ile orta enlemlerin kar örtüsü ve dağ buzulları azalırken, küresel ortalama deniz düzeyi, yaklaşık 0,1-0,2 m arasında yükselmiş ve okyanusların ısı içerikleri artmıştır. Yağışlar kuzey yarım kürenin orta ve üst enlem bölgelerinde her on yılda yaklaşık % 0,5 ile % 1 arasında artmış, yarı tropikal karaların önemli bir bölümünde her on yılda yaklaşık % 3 azalmıştır.
Birlişmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (İngilizce United Nations Framework Convention on Climate Change, UNFCCC), Birleşmiş Milletler öncülüğünde imzalanan küresel ısınmaya yönelik hükümetlerarası ilk çevre sözleşmesidir. Bu sözleşme kapsamında 1997 yılında imzalanan Kyoto Protokolü ise daha somut hedefler içermekteydi. Sözleşmenin yürürlüğe girdiği 1994 yılından sonra her yıl taraflar konferansı düzenlenmektedir. Bu toplantılar kısaca "COP" olarak da adlandırılır. (Conferences of the Parties). Bu konferanslar arasında en önemlisi 1997 yılında düzenlenen üçüncü taraflar konferansıdır. Konferansta Kyoto Protokolü imzalanmıştır. Ancak, bu protokol bir dizi taraflar konferansına rağmen istenilen sonuçları ortaya çıkarmamış, yıllar içinde iklim değişikliği ile mücadele ekseninde 19 taraflar konferansı düzenlenmiştir. Son olarak, 21. Taraflar Konferansı, 30 Kasım - 11 Aralık 2015 tarihleri arasında Fransa'nın Paris kentinde toplanmış ve bir zirve olarak adlandırılan bu konferansta “iklim” meselesine dair tarihsel önemi olan kararlar alınmıştır. Küresel ısınmanın en fazla 2 santigrat derecede, ama mümkünse 1.5 santigrat derecede sınırlandırılmasının karara bağlandığı “Paris Anlaşması” konferansın önemli sonuçlarından biridir.
Küresel ısınma olgusunu ve buna bağlı olarak ekolojik krizi üretim ilişkilerinden bağımsız tartışmak mümkün olmadığına göre, iklim değişikliği ile mücadelede öncelikle dengesiz sanayileşmenin ve çarpık kapitalist kalkınma modelinin sorgulanması gereği açıktır.
Türkiye, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi’nin EK-1 listesinde yer almasına karşın, Kyoto Protokolü’nün devreye girdiği 2005 yılında protokolü imzalamadığı için 2008-2012 arasında karbon salınımlarını azaltma konusunda herhangi bir yükümlülük üstlenmemiştir.
Enerji Politikaları: Enerji, sanayileşme ve kalkınma arasındaki ilişki, enerji üretim seçeneklerinin ekonomik boyutunun yanı sıra Ozon tabakasına zarar veren maddelerin aşamalı olarak azaltılmasındaki etkileyici başarıya karşın; Antarktika üzerindeki incelme sorunu devam etmektedir.
Atık Sorunu: Tüketim alışkanlıklarının değişmesi ile yaygınlaşan “kullan at” malzemeler, bugün dev boyutlara ulaşan atık sorununun başlangıç noktası olmuştur. Plastik ya da türevi atıkların çöp dağlarını oluşturan maddeler içinde, radyoaktif atıklardan sonra en tehlikeli atık türüdür. Atıkların geri kazanımı ve geri dönüşümü ile yeniden kullanımı, kaynakların verimli kullanılması açısından önemlidir.
Plansız Sanayileşme: Gelişmiş ülkelerin ekolojik sorunlar karşısındaki çelişkili tutumları, sanayileşme ve kalkınma uğruna dünyanın varlıklarını tüketirken, ekolojik sorunların çözümü için herhangi bir kaynak aktarımına ve önlem almaya yanaşmamaktadırlar.
Çarpık Kentleşme: Kentlerin, mekânsal ve çevresel bağlamda sağlıksız büyümesinin ardında birçok etken ve neden vardır. En genel hatları ile; toplumsal ve kültürel yozlaşma, kentlerde üretim ilişkilerinin yeniden örgütlenememesi, piyasa güçlerinin kent ölçeğinde egemen olduğu siyasal zemin, sadece kara dayanan kalkınmacı anlayış, rant ekonomisi, çarpık yapılaşma ve yanlış konut üretim sürecidir.
Çevre Alanında Temel Kavramlar ve Sorunlar Üzerine Kısa Bir Değerlendirme
Nüfus artışı, ekonomik büyüme ve küreselleşme, benzeri görülmemiş bir oranda toprağın kullanımını değiştirmektedir. Aynı toprak parçasından daha önce 1 ton ürün hasat edebilen bir çiftçi, şimdi 1,4 ton üretim yapmaktadır. Toprağın bu şekildeki kullanımı iklim değişikliği kadar ciddi bir tehdit oluşturmakta, insan yaşamı için kirlilik, erozyon, besin kaynaklarının azalması, su kıtlığı ya da toprağın tuzlanması ve biyolojik döngünün bozulması gibi olumsuzluklar taşımaktadır.
Kullanılabilir su kaynaklarının % 70-80’i tarımsal sulamada kullanılmaktadır. 2050 yılında gıda üretiminin 2 katına çıkarılması hedeflenmekte, bu ise tarımsal sulamada kullanılan su miktarının iki kat artması anlamına gelmektedir. Dünya üzerindeki her 10 büyük nehirden birinin yılın belli dönemlerinde sulama nedeniyle denizlere ulaşamaması, ekolojik denge üzerindeki baskıyı artırmaktadır.
Kuraklık, Akdeniz havzasında, Güney Afrika’da ve Güney Asya’nın bazı bölgelerinde, artık daha şiddetli ve uzun dönemli gözlenmektedir.
Tatlı su kaynaklarının azalması nedeniyle 2025 yılı itibarıyla, 1,8 milyar insanın mutlak su kıtlığı çekmesi beklenmektedir.
Gelişmekte olan ülkelerde bir yılda, çoğu 5 yaşın altında olan 3 milyon insan, sudan kaynaklanan hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Tüm dünyada kirlenmiş suların, insan hastalıkları ve ölümlerinin en önemli nedeni olduğu bilinmektedir.
Dünyada iç ve dış ortam hava kirliliğinden, 2 milyondan fazla insanın erken ölümü beklenmektedir.
Altıncı büyük yok oluş sürecini, doğal felaketlerin değil, insanlığın “büyüme ve tüketim düzeni” başlatmıştır.
Tarım, nerede yapılırsa yapılsın, biyolojik çeşitliliğe bağımlıdır. 2030 yılından itibaren, gelişmekte olan ülkelerin insanlarının, besin gereksinimlerini karşılamak için 120 milyon hektar araziye daha ihtiyaç duyacağı tahmin edilmektedir.
Kıyı ve deniz ekosistemleri, daha fazla zarar görmekte, özellikle deniz dibinde yapılan araştırmalarla okyanusların biyolojik zenginliklerinin tehlikede olduğu gösterilmektedir.
Genetik çeşitliliğin kaybı, gıda güvenliğini tehdit etmekte, insanların, biyoyakıtlar gibi enerji arayışları ve kullanımları, canlı çeşitliliğinin kaybının hızlanmasına yol açmaktadır.
Tüketimin nüfustan hızlı artması ile hem tüketim hem de yoksulluk, çevreye zarar vermekte, bu ise en çok yoksulları etkilemektedir. Hastalıkların insanlara taşınma oranını arttıran çevre kirliliği, beslenmeyi de etkilemektedir. Topraktaki bozulma, değişen iklimin yarattığı normal olmayan hava koşullarıyla birlikte baş edilmesi güç bir soruna dönüşmektedir.
Tüm bu bilgilerin ışığında, ekolojik krizin nedenlerini doğru olarak belirlemek ve köklü çözümler üretmek gereği her zamankinden daha çok önem ve öncelik kazanmış olarak ortada durmaktadır.