CUMHURİYET DÖNEMİ TÜRK ŞİİRİ - Ünite 5: Modern Türk Şiirinde Metafizik Eğilimler Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 5: Modern Türk Şiirinde Metafizik Eğilimler
Metafizik, Mistisizm
Türkçede fizikötesi sözcüğüyle de karşılanan metafizik terimi, ilk defa Aristoteles’in eserlerini derleyip tasnif ederek kitaplaştıran Andronikos tarafından ünlü filozofun Prote Philosophia (İlk Felsefe) adlı eserine Meta ta Physkia (“fizikten sonra gelen” anlamında metafizik) adını vermesiyle kullanılmıştır. Bugün yaygın olarak kullanılan anlamını önemli ölçüde ortaçağ felsefecilerinin düşünceleriyle kazanmıştır. Bu dönemden itibaren, aşkın (transandental, müteal) varlığa, tanrısal olana ilişkin düşünme metafizik olarak adlandırılmış; böylece metafizik, teolojiyle ve mistisizmle ilişkin bir kavram halini almıştır. Metafizik, bir bütün olarak varlığı; kendinde ve kendi için var olan gerçekliği; her türlü varoluşun kaynağı ve nedeni olan aşkın bir gerçekliği; formlar ve idealar, kategoriler ve tümeller; Tanrı’nın varoluşu, akıl ve ruh, ruh-beden, zihin-beden ilişkisi, maddi şeylerin gerçekliği, zaman, mekân ve tin kavramlarını konu eden disiplindir.
Mistisizm özellikle Fransız filozof Henry Bergson tarafından sezgi kavramıyla ilişkilendirilmiş ve “sezgi, bizi bir varlığın, dışımızdaki bir objenin içine sürükleyen zihnî sempatidir. Böylece içimizdeki şuurla dışımızdaki eşya aynîleşmiş olur. Sezgi, şuurla eşya arasındaki farkı ortadan kaldırıyor.” şeklinde tarif etmiştir. Son olarak mistisizm ve mistik sözcüklerinin yaygın bir biçimde kişinin “kendisinden üstün kabul ettiği bir varlık ve kavram içinde kendi varlığını yok etme” girişimi anlamıyla kullanıldığını; böylece tabiat mistisizmi, eşya mistisizmi, vatan mistisizmi gibi kullanımların doğduğunu da belirtmek gerekir.
Temelde fizikî ve maddî alanın dışında bir varlık alanı olduğu kabulüne dayanmak metafizik ile mistik kavramlarının ortak yönünü oluşturuyor. Buna karşılık, metafizik, felsefenin bir kolu veya bölümü olarak düşünce mantık ve muhakeme yolu ile fizikötesi alana yönelirken, mistisizm daha ziyade ruhsal, sezgisel bir kavrayış tecrübesi niteliği taşıyor.
Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri: Sanat, Metafizik ve Mistisizm
Hem metafiziğin hem de mistisizmin felsefe, din ve sanat gibi üç temel alan ile sıkı sıkıya ilişkili olduğu kabul edilmiştir. Sanatta, sanatçı öznenin kendisini ve çevresini tanımlama çabalarına bağlı olarak, bütünüyle varlıkla ve varlığın tekil parçalarıyla özne arasındaki ilişkinin üzerinde temellenir.
Modern sanat akımlarının hemen tamamına kaynaklık eden sembolizm akımının ise özellikle varlığın semboller aracılığıyla ve sanat yoluyla okunabileceği biçiminde anlaşılabilecek görüşleri, din-dışı mistik anlayış olarak yorumlanmıştır.
Sanat varlığı anlama, duyma amacını gerçekleştirirken genellikle akıl ve mantığın kurallarına ve yöntemlerine uyma ihtiyacı içerisinde değildir. Bu durumda duyuş ve özel bir kavrama yolu olarak sezgi öne çıkar. Böylece sanat, insanın varlık karşısındaki tutumunun kendine has bir ifadesi olarak konumlanır ve sanatçı öznenin özel bir kavrayış ve iletişiminin nesnesi haline alır. Bu bakımdan başlangıçtan beri sanatı ayrıcalıklı kılan, varlığın fiziksel niteliklerinden, beş duyu ile kavranıp, tanımlanıp sınıflandırılabilen yönünden başka özellikleri dikkate gelir. İşte bu yüzden metafizik, mistisizm gibi kavramlar sanatla sık sık ilişkilendirile gelmiştir. Bu durum elbette sanatın en önemli kolu olan edebiyat için de söz konusudur. Özellikle gücünü önemli ölçüde imaj unsurundan alan şiir türü için mistik/metafizik algı zengin bir beslenme kaynağı olmuştur.
Anadolu’da oluşan Türk edebiyatı, söz konusu kavramlarla ilişkisini sürdürürken, Yeni Türk edebiyatında ise güçlü bir biçimde metafizik çizginin oluşup geliştiği görülür. Cumhuriyet döneminde de bu çizgide ürün veren şairlerin dönemin şiir birikiminde göz ardı edilemez bir yerleri vardır.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde metafizik/mistik eğilimler taşıyan, hatta şiir anlayışını bütünüyle bu kavramlar üzerine oturtan birçok şair vardır.
Yeni Türk edebiyatında bu konunun özel olarak incelendiği söylenemez. Mistik/metafizik nitelikler taşıyan şairler ve onların şiirleri birbirinden çok farklı, geniş bir birikim sergilemektedir.
Necip Fazıl Kısakürek
Necip Fazıl Kısakürek, gerek şiirde Nazım Hikmet’in materyalist şiirine karşı oluşturduğu metafizik duyarlılık; gerek Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hâşim’in temsil ettiği saf şiir anlayışına bireyin varoluş sorunlarını katarak geliştirdiği etki alanı oldukça geniş duyuş tarzı; memleket edebiyatı anlayışına bağlı şairlerin elinde sığ söyleyişten bir türlü kurtulamayan hece vezni ritmini zirveye taşıması bakımından ve gerekse aksiyoner kişiliği ile Cumhuriyet döneminin seksenlere kadar ilgiyi üzerinde en çok toplayan ismidir.
Necip Fazıl şiirleri, tiyatro oyunları, polemikleri ve konferanslarının yanı sıra çıkardığı “Ağaç” ve özellikle “Büyük Doğu” gibi dergilerle sürekli ilgi odağı olmuş, yazdıkları yüzünden birçok defalar mahkûm edilmiştir.
“Poetika” başlığı altında, on dört bölümden oluşan bütünlüklü ve sistemli yazıda şiir sanatıyla ilgili düşüncelerini her yönüyle açıklamış olan Kısakürek, “Şair” başlıklı ilk bölümde şairi, yaptığı işin bilincinde olan “ilahi emanetin sahibi” olarak tanımlar ve Tanrı ile sıradan insan arasında bir yerde konumlandırır. Kısakürek aynı şekilde şiiri de “mutlak hakikati arama” işi olarak tanımlar. Daha sonra “Şiirde Usûl” ve “Şiirde Gaye” başlıkları altında bu işin nasıl gerçekleştirilebileceğini anlatır. Burada sembolist görüşe yaklaşır; “remzî” (sembolik) ve “sırrî” (gizemli) olmak şiirin ana vasıfları arasındadır. Ona göre şiir ”teşhisten tecride”, somuttan soyuta giden bir yoldur. Nihayet güzellik, heyecan, ahenk ve eda şiir için gerekli değerlerdir. O halde Necip Fazıl için şiiri şiir yapan üç temel faktör “mutlak hakikati aramak”; sembolik ve gizemli olmak; güzellik, heyecan ahenk ve eda gibi özellikleri taşımaktır.
Necip Fazıl, “Poetika”sında şiirde duygu ve düşünce dengesini önemsediğini gösterir. Sanatçı bu yazısında ayrıca vezin ve kafiyenin şiir için zorunluluk olduğunu ama “duygu-düşünce dengesi” hedeflerini gerçekleştirmek için yeterli olmadığını belirtir. Hece veznini de aruza, açık ve kapalı hecelerin serbestçe dizilebilmesi imkânını sağladığı sebebiyle üstün görür. Necip Fazıl, şiiri uyuyan toplumun bir rüyası olarak niteler ve toplumun güncel sorunlarına bağlı görmez.
Şiirlerini Örümcek Ağı (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), 101 Hadis (1951), Sonsuzluk Kervanı (1955), Çile (1962), Şiirlerim (1969), Esselam (1973) adlarıyla kitaplaştıran şair 1974’ten sonra Esselam, 101 Hadis kitaplarının dışında kalanları Çile adı altında topluca yayımlamış; onun seçtiklerinden oluşan bütün şiirleri bu ad altında ölümünden sonra da yayımlanmaya devam etmiştir.
Necip Fazıl, daha ilk kitabına adını veren Örümcek Ağı şiirinin ses mimarisi ile dönemin usta şairi Ahmet Hâşim’e “bu sesi nerden buldun çocuk?” dedirtecek kadar üstün bir başarıyı yakalamıştı. Bu şiirlerde görülen, hece ile yazan şairlerin o güne kadar ulaşamadığı birtakım özellikler, dikkatleri Necip Fazıl’ın üzerine yöneltmiştir.
Özellikle ikinci kitabına adını veren Kaldırımlar şiiri ise Türk edebiyatının başyapıtları arasında kabul edilmiştir. Daha bu ilk şiirleriyle sadece plastik bir başarıya ulaşmış olmuyor; aynı zamanda ben’in varlıkla karşılaşmasından doğan trajik durumun, özgün bir yapıya, ses ve imajlardaki çarpıcılığı doğuran yeni bir duyarlılığa yol açtığı görülüyordu.
Onun şiirini, Tekke edebiyatının biçimsel özellikleri ile Fransız sembolizminin duyuş tarzının kendi mizacında yoğrulmuş bir sentezi olarak kabul etmek mümkündür.
Şair, 1934’de Arvasî ile tanışmasını dönüm noktası olarak kabul edip kendi şiir çizgisini iki döneme ayırsa da, aslında ilk şiirlerinden itibaren aynı duyarlılığı sürdürür.
İlk dönemini Kaldırımlar, ikinci dönemini ise Sakarya Türküsü adlı şiirlerin temsil ettiği söylenebilir.
Asaf Hâlet Çelebi
1940’ların başlarında, Garip akımı ile birlikte yeni şiirin temsilcilerinden biri olarak ilgi görmüş; zaman zaman küçümsenmiş, alaya alınmış bir şair olarak uzun zaman unutulan ve 1980’lerden sonra saf şiire yönelen eğilimle birlikte yeniden gündeme gelmiş bulunan Asaf Hâlet Çelebi, çok geniş kültür coğrafyasından gelen unsurlara dikkat çekici bir çarpıcılık ve yalınlık taşıyan bir şiir ortaya koymuştur.
İlk şiirleri, hiçbir kitabına almadığı klasik tarzda yazılmış gazellerden oluşan gençlik ürünleri idi. 1937’den başlayarak yeni tarzdaki şiirlerini SES, Küllük, Hamle, Servet-i Fünûn-Uyanış, Yeditepe, İstanbul, Büyük Doğu gibi dergilerde yayımladı. Şiirlerini He (1942), Lâmelif (1945) ve bu iki kitaptaki şiirlere yenilerinin de eklenmesiyle oluşan Om Mani Padme Hum (1953) adlı kitaplarında topladı. Çelebi, öncelikle şiirle metafizik âlem arasında kesin bir ilişki kurar. Ona göre saf şiir, her zaman olmasa bile çoğunlukla soyut şiire yaklaşır; hikâyeden olduğu gibi tasvirden de mümkün olduğu kadar uzaktır. Saf şiir, “Parçalanmayan tek bir kelime halinde olunca ona ne bir şey ilâve edilmeğe ne de ondan bir şey eksiltmeğe imkân olmaz.” Bu yüzden şiirde bazı kelimelerin sözlük anlamlarını aramaya gerek yoktur. O şiirin “kâinatın anlaşılmaz sırlarını açıklamada önemli bir yeri olduğu” inancındadır.
Şiirde anlamı esas alan Garipçilerden farklı olarak sembolleri öne çıkaran bir anlayışa sahiptir. Buna karşın, o da Garip akımı şairleri gibi ezin ve kafiyeye karşı çıkar. Yalnız onlardan farklı olarak, klasik vezin yerine her şiirin kendisinden doğan bir ritim ve ölçüye sahip olduğunu yine alışılmış sistemler içinde olmamak kaydıyla kafiyeyi ve daha geniş anlamda sesin doğuracağı ritmi önemsediği görülür.
Kendi şiirinin kaynaklarını altşuurda biriken hatıra ve izlenimlerin bilince yükselmesi olarak gören Çelebi altşuurdaki birikimlerin ise çocukluk, bulûğ insiyakları, ruh haletleri ve sırf intibalardan oluştuğunu belirtir.
Genellikle Çelebi’nin şiirlerinin dört temel beslenme kaynağı bulunduğu kabul edilmektedir: doğu mistisizmi, tasavvuf, kutsal kitaplar ve çocukluğundan kalan masallar, izlenimler.
Çelebi, şiirlerinde ölüm, edebiyet, yokluk, devamlılık ve çocuk bilinçaltı gibi konuları işlemiş, tasavvufî menkıbeleri, halk inanç ve hikâyelerini, masalları, eski Mısır, Hind, Çin gibi egzotik motifleri kullanmıştır.
Asaf Hâlet Çelebi, Türk edebiyatında metafizik/mistik karakter taşıyan şairlerden farklı modern mistik bir şiir oluşturmuştur. Bu şiirin en önemli ayırıcı özelliği mistik geleneğin yerli ve yabancı kaynakları ile halk kültürü ve masallarının sentezinden oluşan sezgiye dayalı bir kültür şiiri oluşudur.
Fazıl Hüsnü Dağlarca
Türkçenin en üretken şairlerinden biri olan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın yayımlanan ilk yazısı ortaokul öğrencisi iken Yeni Adana gazetesinde çıkan bir hikâyedir. Yavaşlayan Ömür başlıklı ilk şiiri ise İstanbul dergisinde yayımlanmıştır. Bu tarihten itibaren Varlık, Kültür Haftası, Yücel, Aile, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe, Türk Dili dergilerinde şiirleri yayımlandı. 1935’te çıkan ilk kitabı Havaya Çizilen Dünya, dönemin hâkim şiir anlayışının etkisi altındadır. Vezinli kafiyeli bu ilk şiirlerinde Necip Fazıl duyarlılığının belirgin bir egemenliği görülür. Bununla birlikte asıl, ikinci kitabı Çocuk ve Allah’daki şiirleriyle ilgi odağı olmuştur. Bu kitabındaki şiirlerde yalın bir dil özelliği ile yapı sağlamlığı dikkati çeker.
Fazıl Hüsnü’nün şiiri kimi eleştirmenlerce üç, kimilerince iki döneme ayrılmıştır. Cemal Süreya onun şiirini “sezgi dönemi (1935-1945)” ve akıl dönemi (1955 ve sonrası)” biçiminde iki döneme ayırırken, 1949-55 arasındaki şiirlerini her iki dönemin izlerini de taşıyan bir geçiş dönemi olarak niteler.
İlk dönem şiirlerinde bireyin evren karşısındaki bazen hayreti andıran şaşkınlık durumu, yalnızlık, korku, tabiatın görkemine duygusal yaklaşımlar ve genellikle içe dönük bir tutum egemen iken, ikinci dönem şiirlerinde insanın toplumsal bozukluklar karşısındaki durumu, günlük yaşamın sıkıntıları, destanlar, aktüel konular dikkat çeker.
Dağlarca edebiyatımızda başka hiçbir şairde görülmeyen bir konu çeşitliliğine sahiptir.
Bu ünitede örnek olarak incelenen üç şairin şiirlerinin ortak yönleri kadar, belki daha fazla farklı yönleri dikkat çekmektedir. Onların aynı başlık altında incelenmesini sağlayan temel özellik ise şiirlerinde insanın varlık karşısında durumunu yansıtma çabası geliyor.
Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Metafizik Özellikler Taşıyan Diğer Şiirleri ve Şairleri Tanıyabilmek
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde metafizik/mistik özellikler taşıyan şairlerin yukarıda ele alınanlardan ibaret olduğu söylenemez.
Genel bir bakışla Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde pek çok şairde görülebilen kimi özelliklerin metafizik/mistik eğilimler taşıyan şiir birikiminin nicelik açısından büyük bir toplamı oluşturduğu, nitelik açısından ise yönlendirici ve belirleyici bir etkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu özellikleri ana hatlarıyla şöyle belirleyebiliriz: Varlığın madde özelliklerinden başka özelliklere de sahip olması ve şiirin bu özelliklerin bir ifadesi olarak ortaya çıkması; insan varoluşunun duyulur alanla sınırlı olmaması; insanî oluşun ve algının tabiatın arkasında bulunan bir görkeme eğilimli oluşu gibi kabullerin şiirin özünü oluşturması; biçimsel bakımdan somuttan soyuta, eşyadan kavrama yönelen bir eğilimin kendisini göstermesi.