DAVRANIŞ BİLİMLERİ I - Ünite 7: Toplumsal Değişme Sürecinde Kentleşme ve Nüfus Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Toplumsal Değişme Sürecinde Kentleşme ve Nüfus

Toplumsal Değişme Kavramı

Sosyolojinin temel ilgi alanlarından biri olan toplumsal değime kavramı Avrupa’da ortaya çıkan iki önemli değişim olgusundan etkilenmiştir: Endüstri Devrimi ve Fransız Devrimi.

Toplumsal değişmenin gerçekleşmesinde etkili olan faktörler iki başlık altında toplanmaktadır: Bunlardan birincisi topluluk ya da topluma özgü olan içsel etmenler, ikincisi ise dışsal etmenlerdir. İçsel etmenler, alt yapısal unsurlar, onların topluluk ya da toplum üyeleri arasındaki dağılımı ve üyelerin bu kaynak ve hizmetlere ulaşabilmesini içermektedir. Toplum kendi içerisinde sınıflara ayrılabilir. Bu sınıflandırmalarda etkili olan unsurlar arasında ise toplumsal sınıf, toplumsal cinsiyet, etnisite ve ırk farklılıkları coğrafi ve iklimsel farklılıklar ve yaşa dayanan gruplamalar yer alabilmektedir. Dışsal etmenler ise insan gücünün kontrol edilebilirliğinin dışında yer alan etmenlerdir. Doğal afetler, teknolojinin beklenmedik sonuçları (gizli/bozuk işlev) bu başlık altında değerlendirilebilir. Bununla birlikte sosyal değişme sürecindeki tüm yapısal etmenler şu şekilde sıralanabilir: Demografi, teknoloji, kültür, politika, eğitim ve ekonomidir.

Giddens, yaptığı sınıflamada toplumsal değişme üzerinde etkili olan etmenleri üç başlık altında toplamıştır. Bu etmenler kültürel etkenler, fiziksel çevre ve siyasal örgütlerdir. Bunların yanı sıra nüfus, teknoloji ve ekonominin de söz konusu unsurlar arasında olduğunu belirtmiştir.

Kültürel Etkenler: Bu başlık altında din önemli bir yer tutmaktadır. Dinin yanı sıra iletişim de bu başlık altında ele alınan bir diğer kavramdır.

Fiziksel Etkenler: Coğrafi ve iklimsel farklılıklar, insan topluluklarının oluşum biçimlerinde çeşitliliğin olmasına katkıda bulunan unsurlar arasındadır.

Siyasal Örgütlenmeler: Evrensel nitelik gösteren siyasi örgütlenmeler her toplum içinde kendine özgü yorumlar ile var olabilmişlerdir. Max Weber’in otorite, güç ve bürokrasi kavramları; Karl Marx’ın ekonomi temelli siyasal örgütlenme üzerine görüşleri bu tür girişimin örneklerindendir.

Nüfus: Nüfusta meydana gelen farklılaşmalar (nüfusun artışı ya da azalışı, yatay ve dikey hareketlilik vb.) sosyal ve kültürel değişimin itici gücü olarak kabul edilmektedir. Nüfustaki değişim toplumun ekonomik ve politik alanlarında da farklılaşmalara neden olabilmektedir.

Teknoloji: Teknoloji, bilimsel bilginin bireysel ve toplumsal sıkıntılara uyarlanması sonucu ortaya çıkmıştır. Teknolojinin ürünü olan pek çok aracının kullanılması beraberinde sosyal değişmeyi getirmektedir. Toplumun temel bileşeni olarak değişme olgusunu gören Sztompka’ya göre değişme, modern toplumlarda yaygın, hızlı ve belirginlik gösteren bir olgudur ve çeşitli başlıklar altında sınıflandırılabilir:

  • Nüfus kompozisyonundaki değişim (göç, demografik büyüme gibi),
  • Yapının değişmesi (arkadaşlık bağlarının kristalleşmesi, liderliğin ortaya çıkması gibi),
  • İşlevlerin değişmesi (mesleki hareketlilik, refah devletinin düşüşü gibi)
  • Diğer alanlar ile bağların ve sınırların değişmesi (evlilikle ailelerin birbirine bağlanması gibi),
  • Çevrenin değişmesi (petrol alanlarının keşfedilmesi gibi).

Hoffman, sosyal değişme olgusu ile ilgili olarak üç temel soru üzerinde durmuştur. Değişme doğal ve normal mi; kaynağı nedir ve hızı nedir?

Nüfus ve Demografi

Demografi (nüfus bilimi), nüfusun büyüklüğü, dağılımı, toplumsal cinsiyet, etnik köken, refah bakımından yapısı, doğum-ölüm oranları, göç ve gelecek eğilimlerini araştırmaktadır. Araştırmaları yapma biçimine bağlı olarak formel ve sosyal demografi olarak iki çeşit demografinin varlığından bahsedilir. Formel demografi, nüfusun matematiksel yönüyle ilgilenmekte ve istatistiksel analizler yapmaktadır. Sosyal demografi, toplumsal ve kültürel faktörlerin nüfus üzerine etkilerini incelemektedir. Bir diğer sınıflama ise toplumsal ve tarihsel demografidir. Tarihsel demografi, geçmişteki toplumların büyüklüğü, yapısı ile demografik özellikleri, ekonomik ve politik yapısı arasındaki bağlantıyı incelemektedir. Toplumsal demografi ise bir önceki sınıflamada yer alan tanımlama ile özdeştir. Bir toplumda nüfusun görünümünü etkileyen üç faktörden bahsetmek mümkündür. Bu faktörler; doğumlar, ölümler ve göçlerdir.

Bruce ve Yearley, demografi ile ilgili kavramlardan bir diğerinin “demografik dönüşüm” olduğunu belirtmiştir. Bu kavram, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte yaşanan değişimleri kapsamaktadır.

Nüfus ile İlgili Sorunlar

Nüfus ile ilgili sorunlardan denilince ele alınması gereken kavramlardan birisi “eşitsizlik”tir. Sosyolojik olarak eşitsizlikleri dört başlık altında toplamak mümkün iken (sosyal sınıf, toplumsal cinsiyet, ırk ve etnik köken, yaş temelli ayrımcılık), küreselleşme olgusu ile küresel ölçekte eşitsizlikleri ifade eden “küresel tabakalaşma” kavramını da bu listeye eklemek mümkündür. Eşitsizlikle ilgili bir diğer kavram olan “incinebilirlik” de nüfusun tümünün kaynaklara eşit bir şekilde ulaşamaması ile ortaya çıkmaktadır. Eğitim, sağlık, politik, kültürel ve sosyal alan içindeki kaynak dağılımının eşitsizliği, risk gruplarının oluşmasına neden olmaktadır.

Eşitsizliğin deneyimlendiği durumlar damgalama (kişilerin sosyal kimliklerini küçültmek) ve ötekileştirme (istenilmeyen özelliklere sahip olunan kişiler için kullanılan kavram) süreçlerine maruz kalma olarak değerlendirilebilir.

Eşitsizlikle ilgili sosyal sınıf çerçevesinde yaşanan sorunlara örnek olarak eşit işe eşit ücret alamama, iş ile ilgili haklardan yoksun olma ve işsizlik verilebilir. Toplumsal cinsiyet temelli eşitsizliklere kızların okula gidememesi örneği verilebilir.

Etnik köken ve ırksal farklılıklara sahip gruplara yönelik toplum içinde var olan ön yargı ve ayrımcılık eşitsizliğin temelini oluşturmaktadır. Bu anlayış sosyal bilimler literatüründe azınlık grup ve baskın grup kavramlarına işaret etmektedir. Yaş temelli ayrımcılık ise nüfusun giderek yaşlanması, huzur evlerinde yaşanan sıkıntılar, yaşlılara yönelik taciz, statü değişikliği, psikoloji sorunlar olarak ifade edilmektedir.

Küresel ölçekte ele alındığında nüfusun giderek artması, fiziksel çevrenin olumsuz yönde etkilenmesi ve sanayileşme ile birlikte çevre tahribatının söz konusu olduğu görülmüştür.

Nüfus, Göç, Toplumsal Değişme ve Kentleşme

Nüfus, kapalı ve açık nüfus olarak iki başlık altında toplanmaktadır. Kapalı nüfusta göç alma-verme gözlenmezken açık nüfusta bu iki olgu da gözlenmektedir. Kapalı nüfusta değişim doğum ve ölüm ile gerçekleşirken açık nüfusta bu etmenlere göç olgusu eklenmektedir.

Nüfus hareketlerinin ortaya çıkmasında ekonomik, sosyal ve politik fırsatlar ya da kısıtlılıklar, afetler, savaş gibi etmenler etkilidir.

Nüfus hareketliliği ulus sınırları içinde olduğunda iç göç olarak kavramsallaştırılırken diğeri dış göç olarak tanımlanmaktadır. İç göçler genellikle kırsal alandan kentsel alana doğru olurken dış göçler ise az gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumlardan gelişmiş toplumlara doğru olmaktadır.

Göç olgusu itici ve çekici güçlerden etkilenmektedir. İtici güçler, kişinin bulunduğu bölgeden ayrılmasına neden olan elverişsiz şartlardır. Çekici güçler, hareket eden nüfusun tercih ettiği yeni yaşam alanına gitmesinde etkili olan unsurlardır.

Kent ve Kentleşmeye Sosyolojik Bakış

Henslin’e göre kent, çok sayıda insanın kalıcı olarak iskân ettikleri ve kendi yiyeceklerini kendilerinin üretmediği yerdir.

Kentleşme, kentlere göç eden geniş ölçekteki nüfusu ve bu kentlerin toplumun geneli üzerindeki etkisini içeren süreçtir. Endüstri devrimi, kentleşme sürecinin ortaya çıkmasındaki en önemli faktördür. White kentleşmeyi tanımlarken nüfus unsuru üzerine vurgu yapmaktadır. Jones; kentleşme kavramının tanımlanmasında kullanılan ölçütlerin, ülkeden ülkeye farklılık gösterebileceğinden bahsetmektedir. Genel olarak yapılan tanımlamalarda kullanılan temel karşılaştırma başlıkları üç madde altında toplanabilir: Nüfusun niceliksel özellikleri, yerleşim yerlerinin yönetimsel özellikleri ve kentsel alanlardaki sosyal ve kültürel faaliyetler.

Sosyoloji disiplini içinde erken dönemlerde; özellikle Ferdinand Tönnies ve George Simel, çalışmalarında kent sosyolojisinin ilk örneklerini görmenin mümkün olduğunu söylemektedir. Ayrıca İbn-i Haldun’un “hadari ümranlık” kavramı ile kentleşme sürecinin başlaması arasında bir ilişkinin olduğunu söylemiştir.

Kentsel yaşam ve karmaşıklıklar ile bağlantılı olarak, modern toplum tanımlamalarında kullanılan kavramlardan bir tanesi “risk toplumu”dur. Anthony Giddens ve Ulrich Beck tarafından geliştirilen risk toplumu kavramı geleneklerden uzaklaşma, kopma ve aşırı bireyselleşme ile birlikte belirsizliklerin ve risklerin giderek arttığı bir toplum yapısından bahsetmektedir.

Woods, kentleşme sürecinin genel olarak kent nüfusunun kentsel olmayan nüfusa oranla daha hızlı bir şekilde büyüyebilme kapasitesine dayandığını ifade etmektedir.

White toplumlarda görülen kentleşme olgusunu dört dönem olarak ele almaktadır:

  • Klasik kentleşme olarak ifade edilen ilk dönemde, Endüstri Devrimi le birlikte kırsal alandan kentsel alana doğru bir emek gücünün hareketi söz konusudur. Bu süre 20. yüzyıla kadar sürmüştür.
  • İkinci aşamada ise kırsal alandaki nüfusun azalması devam etmektedir. Bu azalışta göç olgusuna ek olarak nüfusun doğal artışını ifade eden doğum oranlarında da düşüş gözlenmektedir.
  • Üçüncü dönem ise karşı kentleşme olarak kavramsallaştırılmaktadır. Kentleşmenin (nüfusun az olduğu alanlardan, fazla olduğu alana yönelme) karşıtı olarak kabul edilen bu sürecin en önemli özellikleri; göç olgusu ve yerleşme sistemlerinde gözlenen değişimlerdir.
  • Kentleşme olgusundaki dördüncü dönem ise nüfus dağılımı olarak isimlendirilmektedir. Söz konusu süreç üç aşamada gerçekleşmektedir. Nüfusun büyük bir bölümünün kentsel alanlarda yaşaması, kentsel alanlardaki nüfus yoğunluğunun azalması ve düzenli olmayan bir nüfus hareketidir.

Yukarıda ele alınan süreçler içinde eş zamanlı olarak yaşanılan bir diğer aşama ise yeniden kentleştirmedir. Karşı kentleşme süreci ile birlikte, kent merkezindeki nüfusun azalması sorununa çözüm olarak, nüfusun daha önceden yaşadıkları kentsel alanlara doğru hareket etmesini sağlayacak politikaların oluşturulması süreçleri bu başlık altında yer almaktadır.

Kent çalışmaları ile ilgili önemli kavramlardan bir diğeri banliyö ve banliyöleşme, kır ile kent arasında yer alan bir kavramdır. Farklı tartışmalarda kentlerin mekânsal genişlemesi, banliyölerin ortadan kalktığı kent ve banliyöleri içine alan “metropol kentler”in ortaya çıktığı ileri sürülmektedir. Banliyö genel olarak, kentten daha az; kırsal alandan daha fazla nüfusa sahip olan yerleşim alanı olarak tanımlanmaktadır.

Kent kavramı ile ilgili sıklıkla kullanılan bir diğer kavram da kentçiliktir ve genel olarak, büyük kentlerdeki yaşam tarzı, yani “kent kültürü” olarak ele alınmaktadır. Söz konusu kültürde belirgin özelikler ise aşırı tüketime dayalı bir yaşam tarzı, politik, sosyal, ekonomik ve kültürel katılım ile bilgi yoğun ekonomi olarak sınıflamak mümkündür. Buna ek olarak Gottdiener ve Budd, kentsel alan ile banliyöler arasında sınırların giderek belirsizleştiğini aynı zamanda ikisi arasındaki farklılıklarında belirli noktalarda varlığını devam ettirdiğini söylemişlerdir. Diğer bir deyişle kentsel alanlarda yabancılara ve sapkın davranışlara, banliyöler ve kırsal alanlar ile kıyaslandığında daha fazla tolerans söz konusudur. Bu durumun arkasında kentsel nüfusun kırsal alandaki nüfustan oldukça fazla olması yatmaktadır. Kentsel alanlardaki nüfus yoğunluğunun fazla olması sosyal kontrol mekanizmalarının etkisini azaltmaktadır. Erving Goffman’ın ifadesiyle kentsel alanlarda “ sivil/ uygar dikkatsizlik” daha ön plandadır. Goffman’a göre sivil/ uygar dikkatsizlik, sivil/ uygar duyarsızlık ile karıştırılmamalıdır. İlki, nüfus fazlalığından kaynaklanan bir durum iken ikincisi, bireysel ve sosyal düzeydeki ahlaki tartışmaları beraberinde getirmektedir. Örneğin, yolda yürürken tanımadığımız kişilerle ilgilenmemek sivil/uygar dikkatsizlik olarak kabul edilebilirken sokakta gördüğümüz o an yardıma ihtiyacı olan bir kişiye yardım etmeme ise sivil/ uygar duyarsızlığa örnektir.

Nüfus yoğunluğunun fazla olması aynı zamanda nüfus çeşitliliğin de çok olmasına yol açabilmektedir. Kentsel alanlarda, etnik köken ve ırk bakımından farklılıklara sahip çok sayıda kişi ya da grubu görmek mümkündür. Kentsel alanlardaki yabancılaşma problemi ile organik ilişki içinde olan bir diğer sorun ise kent çalışmalarındaki aşırı kentleşmedir. Genel olarak aşırı nüfus yoğunluğu ile bağlantılı bu sorunda; kentin sahip olduğu alt yapı ve eğitim, sağlık ve istihdam gibi hizmet ve olanakların yetersiz kalması söz konusudur. Gelişmekte olan ya da az gelişmiş toplumlara özgü olan, bir diğer aşırı kentleşme örneği “primate kentler” olarak tanımlanmaktadır. Bu kentlerde kentsel alanların çok az sayıda olduğu ifade edilmektedir. Bu durumun arkasında ise ülkelerin ekonomik az gelişmişliği ile bağlantılı olarak ülke genelinde ekonomik kaynakların, gücün, refahın, sosyal kurum ve fırsatların eşit dağıtılmaması söz konusudur.

Kent Sosyolojisi

Sosyolojinin alt dallarından biri olan kent sosyolojisi 19. yy.daki Endüstri Devrimi ile birlikte Batı toplumlarında gözlemlenen nüfus yoğunluğu olgusu ve sorunu ile bağlantılıdır. Kendi içinde çok sayıda teorik tartışmaları barındıran bu çalışma alanı ile ilgili olarak Flanagan, iki başlık altında toplanabilecek yaklaşımlardan bahsetmiştir. Bunlar kültürel ve yapısal yaklaşımlardır.

Kültürel Yaklaşımlar: Chicago Okulu, kent sosyolojisi içerisinde önemli yaklaşımlarından biri olan Chicago Okulu’nun temsilcileri arasında Robert Park, Ernest Burgess ve Louis Wirth ilk akla gelenlerdir. 1920-1940 yılları arasında kent ile ilgili tartışmalarda önemli görüşlere sahip olan bu okulun üzerinde özellikle durduğu iki kavram bulunmaktadır. Bunlar “kentlilik” ve “ekolojik yaklaşım / kent ekolojisi”dir. Kentlilik, kent toplumlarının temel özelliklerini ifade eden bir kavram olarak kabul edilmektedir. Kentsel alanların sağladığı olumlu katkılar da bulunmaktadır. Kentsel alanda anonimlik daha fazla özgürlük sağlamaktadır. Alt kültürlere kendilerini ifade etme konusunda daha fazla imkânlar sunmaktadır. Tüketimin daha yaygın bir şekilde kentsel alanda görülmesi, pazar yaratma açısından olumlu bir durum olarak değerlendirilebilirken tüketim olgusunda bir yükselişe neden olması açısından eleştirilebilmektedir.

Chicago Okulu tarafından geliştirilen bir diğer kavram olan kent ekolojisi ise kentsel nüfusun mekânsal dağılımını açıklamada kullanılan bir kavram olarak kabul edilmektedir. Bu dağılıma göre merkez bölge, heterojen bir nitelik göstermektedir. Diğer bir ifade ile yüksek gelirliler ile düşük gelirlilere ait yapılar bir arada bulunabilmektedir. Bir sonraki halkada işçilerin yerleşim alanları yer almaktadır. Daha sonraki bölge ise, üst sosyoekonomik seviyedeki kişilerin yaşadığı banliyöleri içermektedir. Süreç içinde, mekânların eskimesine paralel olarak, düşük sosyoekonomik seviyedekiler eski yapılarda yaşamaya başlamakta ve üst sosyoekonomik seviyede yer alanlar ise, şehrin dış çeperlerine doğru yeni yaşam alanları oluşturmaktadırlar.

Yapısal Yaklaşımlar: David Harvey: Kent sosyolojisi ile ilgili tartışılmaların önemli isimlerinden olan David Harvey ve Manuel Castells, kent olgusuna eleştirel bakan çağdaş düşünürler arasında yer almaktadır. Bu yazarlara göre kentlilik, bir toplumdaki ekonomik ve siyasal unsurlardan ayrı bir olgu olarak ele alınmamalıdır. Harvey, “mekânın yeniden yapılandırılması” kavramı ile sanayi kapitalizmi ve kentlilik arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya çalışmaktadır. Harvey’e göre kentleşme olgusu, aslında üretim, dolaşım, değişim ve tüketim için gerekli olan fiziksel altyapının yaratılması sürecidir. Bu noktada “yaratılmış çevre” kavramını kullanmaktadır. Bu çevre, sermayenin organizasyonu ve birikimi tarafından üretilmiştir. Kent çevresi kurulur, daha sonra yıkılır ve yeniden kurulur. Bu süreçler, ekonomik olarak güçlü olanların isteklerine, hükümetin emlak ve arsa ile ilgili konularda kime yetki verdiğine ya da kimden yetki aldığına göre değişim göstermektedir ve temel hedef, üretim süreci sonucunda artı değerin daha fazla olmasını sağlamaktır.

Manuel Castells: Castells, kültürel yaklaşımlar içinde yer alan Wirth’in kentlilik ile ilgili değerlendirmelerinin kapitalizmin kültürel yorumu olarak ele alınması gerektiğini ifade etmektedir. Diğer bir deyişle, kentleşme sürecindeki ekonomi, politika gibi yapısal faktörleri dikkate almadan yapılan bir analizin gerçekte kapitalist ideolojinin bir aracısı olduğunu belirtmektedir. Bu noktada kentleşme ile tüketim arasındaki bağlantıyı ortaya koymaya çalışmaktadır. Kentsel alanda “kolektif tüketim”in varlığı söz konusudur. Altyapı hizmetleri, toplu taşımacılık, boş zaman faaliyetlerinin hepsi bu noktada tüketimin birer boyutu olarak değerlendirilmektedir.

Kentin fiziksel özellikleri pazar ve devletin ortak çabalarının birer sonucudur. Park alanları, okullar, hastaneler, alışveriş ve iş merkezleri, gökdelenlerin tümü ekonomi ile güç olgusu arasındaki bağlantıyı ortaya koymaktadır. Bu ilişki eşitsizlik kavramını da beraberinde getirmektedir. Malların ve hizmetlerin tüketimi sürecine, toplumun her kesimi, eşit derecede dâhil olamamaktadır. Bununla birlikte Castells, kentin fiziksel yapılanması konusunda, dışlanmış grupların da etkili olabildiğini ifade etmekte ve bu görüşünü desteklemek için farklı örnekler aktarmaktadır. Kentsel sorunlar, barınma sorunlarının giderilmesi, ekolojik düzeni tahrip eden projelere karşı yapılan eylemleri, toplumsal hareketleri bu başlık altında değerlendirmektedir. Harvey ve Castells kentleri, insanlar tarafından yaratılmış yapay çevreler olarak kabul etmektedirler. Ticari ilişkiler, teknoloji ve tüketim artık yerel bölgeleri de kapsamış durumdadır. Küreselleşme olgusu ile birlikte bu değişim daha hızlı bir şekilde hissedilmektedir.

Kent Sosyolojisinde Güncel Yaklaşımlar

Bilişim teknolojilerindeki gelişim, küresel ölçekte yeni bir kent yapısının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Castells tarafından ileri sürülen bu görüşe göre klasik kent, varlığını devam ettirmektedir. Bununla birlikte, küresel ekonomi ile paralel bir şekilde küresel kentler ortaya çıkmaktadır.

Kent Büyümesi Modelleri: Bu başlık altında dört temel model yer almaktadır. Bunlar; Merkezleri Bir Bölgeler Teorisi, Sektör Model, Çok Çekirdekli Model ve Çevre Modelidir.

Merkezleri Bir Bölgeler Modeli: Sosyolog Ernest Burgress tarafından geliştirilen bu modelde kentin merkezden çevreye doğru yayılması sürecine vurgu yapılmaktadır. Birinci bölge, merkezî iş alanını oluşturmaktadır. İkinci bölge ise dönüşüm içinde olan şehir merkezini kapsamaktadır. Göreli olarak yoksulluğun yaşandığı bir alandır bu bölge. Üçüncü bölge, dönüşüm içinde olan ikinci bölgeden kaçan ama yine de daha pahalı bölgelere gitme gücüne sahip olmayan işçilerin yaşadıkları alanı ifade etmektedir. Bu bölgede yaşayan işçilerin iş alanlarına gitmeleri göreli olarak kolaydır. Dördüncü bölge, orta sosyoekonomik seviyede yer alanların tercih ettikleri, pahalı ve refah düzeyi yüksek olan alanları içermektedir. Beşinci bölge ise sayfiye yeri olarak kullanılan banliyö ya da uydu kentleri kapsamaktadır.

Sektör Modeli: Sosyolog Homer Hoyt tarafından geliştirilen bu model, Burgress’in iç içe geçmiş daireler şeklindeki kent modelini eleştirmektedir. Buna ek olarak “istila-başarı çemberi” kavramı ile Hoyt, özellikle göçmenlerin kentin lüks yerlerini istila ettiklerini, belli bir süre sonra bu bölgede yaşayan üst sosyoekonomik seviyedeki kişilerin buradan ayrıldıklarını ve bunun sonucunda da bu bölgenin değerinin azaldığını ifade etmektedir.

Çok Çekirdekli Model: Coğrafyacı Chauncey Harris ve Edward Ullman tarafından geliştirilen bu modelde, kent içinde birden fazla merkezin olduğu görüşü savunulmaktadır. Yerleşim bölgelerinin sosyoekonomik kültürel farklılıklar temelinde sınıflandırılması bu duruma örnek olarak verilebilir.

Çevre Modeli: Coğrafyacı Chauncey Harris tarafından geliştirilen bu model, otoyol yapımlarının, kişilerin ve servislerin kent merkezinden dış bölgelere doğru hareket etmesi üzerindeki etkilerini incelemektedir.

Türkiye’de Kentleşme

Batı toplumlarında Endüstri Devrimi ile birlikte kitlesel bir nitelik kazanmaya başlayan kırsal alandan kentsel alana göç olgusu, Batı dışı toplumlarda daha farklı bir seyir izlemiştir.

Tarihsel olarak bakıldığında, 1950’li yıllardan itibaren Türkiye’de kırsal alandan kentsel alanlara ve buna paralel olarak yurt dışına doğru kitlesel nüfus hareketleri yaşandığı ortaya çıkmaktadır. Batı ile ilişkilerin daha yoğun olmaya başladığı, sanayileşmenin hız kazandığı bir dönem olan 1950’li yıllar, Truman Doktrini ve Marshall yardımları gibi uygulamaları da içermektedir. Kentsel alanlarda yeni iş alanlarının ortaya çıkması, kitlesel nüfus hareketlerine yol açmıştır. Kırsal alandan kentsel alana doğru olan bu hareketler, kısa, orta ve uzun dönemde kentsel ortamlarda farklı sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Kırdan kente doğru yaşanan göç, makro ölçekte sıkıntıları içerir iken mikro seviyede de sorunlara neden olmuştur. İlk dönem göç edenler arasında kültür ve mekân farklılığından kaynaklanan bireysel düzeyde hissedilen sorunlar, daha sonraki kuşaklarda etkisini yitirmeye başlamıştır. Buna ek olarak güvenlik nedeni ile göç etmek durumunda kalan nüfus özelinde ise organik bağların yokluğu ve göçe neden olayın yıkıcı etkisi ile psikolojik boyutta gözlemlenen sorunların şiddeti oldukça büyüktür. Erman (2004), gecekondu bölgelerinde yaşayan nüfusa dair oluşturulan kurguları dört dönem içinde almanın mümkün olduğunu ifade etmektedir. İlk olarak, 1950’li ve 1960’lı yıllarda “köylü gecekondulu”, 1970’li yıllarda “sömürülen gecekondulu” ve 1980’li ve 1990’lı yıllarda da “kent yoksulu gecekondulu”, 1990’lı yıllardan sonra ise “sakıncalı gecekondulu olarak varoşlu” kavramsallaştırmaları ortaya çıkmıştır. Tüm bu sınıflamaların özünde “ötekileştirme” süreci yer almaktadır.