DİL FELSEFESİ - Ünite 2: Anlam Kuramları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2: Anlam Kuramları
Giriş
Dil sayesinde, insanlardan, şehirlerden, gezegenlerden söz edebildiğimiz gibi, sözcüklerin anlamlarından da söz edebiliyoruz. Peki, “anlam” dediğimiz şey nedir? İşte bu ve benzeri sorulara yanıt arayan kuramlara “anlam kuramları” diyoruz. Özellikle 20. yüzyılda anlam üzerine birçok farklı felsefe kuramı geliştirilmiştir.
Felsefe tarihinde iki bin yıldan fazladır tartışılmakta olan bir sorun vardır: “Tümeller Sorunu”. Örneğin farklı tonlarda iki kırmızı cismi düşünelim. İki cismin renkleri tamamen aynı olmasa da sonuç olarak ikisi de kırmızıdır. İki cismin tikel olarak farklı olan kırmızı oluşlarının yanı sıra, ikisinde ortak olan bir kırmızı tümeli var mıdır? Bu soru Platon ’un felsefesinde çok önemli bir yer tutar. “Güzellik nedir?” sorusu da Platon için çok önemlidir. Platon, bu sorulara “Formlar (ya da İdealar) Kuramı” ile yanıt verir. Platon’a göre, yaşadığımız dünyadan farklı olarak bir “İdealar Dünyası” vardır. Biz, bilgiyi bu İdealar Dünyası’ndan biliriz. Dolayısıyla içinde yaşadığımız dünyada bir şeyi öğrenmek, aslında anımsamaktır. Platon’un kuramında Formlar fiziksel dünyanın nesnelerinden bağımsız olarak varlıklarını sürdürürler.
Aristoteles bu görüşe karşı çıkar. Aynı örnekten devam edilecek olunursa, Aristoteles’e göre kırmızı tümeli tüm nesnelerin içinde vardır. Yani Platon’a göre tümeller, fiziksel dünyanın dışında bulunan soyut varlıklar iken, Aristoteles’e göre fiziksel dünyanın nesnelerinin içinde olan varlıklardır. Örneğin “ağaç” tümeli, tüm tikel ağaçların içindedir. Dolayısıyla “ağaç” sözcüğünün anlamını kavramak, ağaçların içindeki bu tümeli kavramayı gerektirir. Bu görüş, “Doğalcı (Naturalist) Anlam Kuramı”nın temelidir.
Tümeller Sorununa yönelik bir diğer çözüm önerisi de “ Adcılık (Nominalizm) Anlam Kuramı ”ndan gelir. Adcılık, ortak tümellerin varlığını reddeder. Yani bütün kırmızı nesnelerde ortak olan bir kırmızı tümelinin bulunmadığını kabul eder. Öğretinin adı, Latince’deki “nomen” (ad) sözcüğünden gelir ve Nominalizm (Adcılık) olarak bilinir. Bir diğer öğreti ise var olan her şeyin fiziksel dünyada olduğunu iddia eden “Fizikselcilik (Physicalism)”dir ve savunucuları da Adcılık öğretisine yakın olmuşlardır. Bir diğeri ise “Öznelci Anlam Kuramı”dır. Bu kuram, Adcılık öğretisinin bir uzantısı olarak düşünülebilir. Adcılık öğretisinin bir diğer uzantısı ise “Negatif Anlam Kuramı” dır. Bu kuram, anlamı varlık olarak tümden reddeder.
Bir sözcüğü nasıl öğreniyoruz? Bir sözcüğün doğru olarak uygulandığı nesneler arasında bir ortaklık yok ise, bu sözcüğün anlamı nereden geliyor? Nasıl oluyor da sözcükler aracılığıyla iletişim kurabiliyoruz? Bu ve benzeri sorulara yanıt bulma arayışları, farklı anlam kuramlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Şimdi bunlar ele alınacaktır.
Öznelcilik (Subjectivism)
Özne teriminin felsefe alanındaki yeri önemlidir. Bu önem, özne/nesne ayrımına dayanır. Örneğin bilgi felsefesinin klasik görüşüne göre bilme ediminden söz edebilmek için bir “bilen” ve bir de “bilinen” olmalıdır. İşte buradaki bilen varlığa “özne”, bilinen varlığa da “nesne” denmektedir. Özne ile nesne arasındaki ayrım, farklı kuramlarda farklı şekillerde yapılır. Yaygın görüşe göre özne ile zihin aynı şeydir. Zihin, her normal insanın düşüncelerinin oluştuğu yerdir. Zihnimizle düşünür, hayal kurar ve merak ederiz.
Anlama edimi de gene zihinde gerçekleşir. Öznelcilik öğretisine göre bir sözcüğün anlamı, öznenin zihnindedir. Böylece de insanların zihinleri dışında anlamların olduğu bir dünya yoktur. Bundan dolayı da, anlam dediğimiz şey özneldir. Bu görüşü bir kuram olarak savunmuş ilk filozof John Locke’tır. Locke’a göre bir sözcüğün anlamı, kişinin zihnindeki bir “ide”dir. Dolayısıyla bir sözcüğün anlamı kişiden kişiye, hatta aynı kişinin farklı zamanlardaki zihinsel durumuna göre değişebilir. Bu durumda iki kişi aynı sözcük üzerinde konuşurken zihinlerinde farklı anlamlar oluşuyor olabilir. Yani sağlıklı iletişim kuramayıp birbirlerini yanlış anlayabilirler. Gerçek iletişim kurulabilmesi için iletişen tarafların sözcüklere yükledikleri anlamların aynı olması gerekmektedir. Locke buna dayanarak, ancak zihnimizde aynı ideye sahip olmamız durumunda gerçekten iletişim kurabileceğimizi öne sürer.
Öznelci görüş 20. yüzyılda özellikle dilbilimde birçok taraftar bulmuştur. Örneğin günümüz dilbiliminin en etkili düşünürü olan Noam Chomsky, sözcüklerin anlamının sözcüklerde ya da dış dünyada değil, “kafanın içinde” olduğunu ileri sürerek, Locke’un öznelciliğine dönüş yapar. “Bilişsel Bilim” ve alt disiplini olan “Yapay Zeka” çalışmalarında da öznelci görüş yaygın olarak kabul görmeye devam etmektedir.
Gerçekçilik (Realism)
Öznelci görüşe karşı çıkan en önemli anlam kuramıdır. Bu kuramın savunucularına göre, sözcüklerin anlamlarının zihinde yer alan öznel varlıklar olması durumunda iletişim olanaksızdır. Anlam öznel değil, nesnel olmalıdır. Tarihte bu görüşün en önemli savunucusu Gottlob Frege olmuştur.
Frege, bir sözcüğün insanın zihninde yarattığı öznel çağrışımların o sözcüğün anlamı olduğu görüşünü reddeder. Frege’ye göre sözcüklerin anlamları insan zihninden ve insanların yarattığı dillerden bağımsız soyut varlıklardır. Sözcükler ancak bir araya gelip cümle oluşturduklarında anlam kazanırlar. Bir cümlenin dile getirdiği anlam ise o cümlenin parçalarının anlamlarından oluşur. Frege buna “düşünce” (Gedanke) adını verir. Düşünceler öznel değil, soyut nesnel varlıklardır. Düşünce denilen şeyin anlamı, onu düşünen kişiden ve onu dile getiren dilden bağımsız olarak var olan soyut bir varlıktır. Yani Frege’nin gerçekçi görüşüne göre, binyıllar önce daha insan dilleri ortaya çıkmamışken bile düşünceler vardı. Peki, bu soyut varlıklar nasıl ortaya çıkmışlardır? Frege bu sorulara tatmin edici yanıtlar veremez.
Doğalcılık (Naturalism)
Doğalcı Anlam Kuramı, metafizik ontolojiyi reddeden ve bilimsel bakış açısını benimsemiş olan, her şeyin doğa içinde bilimsel bir açıklaması olduğu görüşünü savunur. Yani sözcüklerin anlamları ve sözcüklerin bir araya gelerek oluşturdukları cümlelerin dile getirdiği düşüncelerin nasıl var oldukları sorusu yine doğa içinde aranmalıdır.
Dışsalcılık (Externalism)
Locke’ın temellerini attığı öznelci anlam kuramlarına karşı bazı çağdaş felsefeciler anlamı kafanın içinde değil, dış dünyada aramamız gerektiğini ileri sürerler. Dışsalcılık olarak adlandırılmasının sebebi budur. Dışsalcılık öğretisi inanmak, bilmek, düşünmek gibi tüm zihinsel edimler için geçerlidir. Bu görüşün önde gelen temsilcilerinden olan Hilary Putnam , bir sözcüğün anlamını ve o anlamın biri tarafından kavranmasını salt kişinin zihninde olup bitenlerle açıklamanın olanaksız olduğunu savunmuştur. Örneğin “su” sözcüğünün anlamı, doğada bulunan “su” tarafından belirlenir. Putnam, düşüncelerini savunmak için bir “İkiz Dünya” kurgular. Bu akımın önde gelen bir başka savunucusu da Tyler Burge’dır. Dışsalcılık öğretisinin sloganı şudur: “Anlam kafada değildir.”
Davranışçılık (Behaviorism)
Pozitivizmin uzantısı olan bu öğreti, Platon/Frege gerçekçiliğine karşı çıkarak, deneysel olarak gözlemlenemeyen soyut bir varlık olarak tümel ve anlamı tümüyle reddeder. Bir sözcüğün anlamı, o sözcüğü duyduğunda kişinin vereceği davranışsal tepkilerde aranmalıdır. İletişim kurma, sözcüklere benzer türde davranışsal tepkiler vermemiz sayesinde gerçekleşir. Bir sözcüğün anlamını bulmak için, o sözcüğün ait olduğu dili konuşan insanların o sözcüğün kullanımına yönelik davranışsal eğilimlerine bakmak gerekir.
Doğrulamacılık (Verificationism)
Metafiziği tümden reddeden Mantıkçı Pozitivizm okulunun temel aldığı Doğrulamacı Anlam Kuramı, bir cümlenin anlamının, o cümlenin doğruluk koşullarında olduğunu savunur. Yani bir cümlenin anlamını kavramak o cümlenin hangi koşullarda doğru hangi koşullarda yanlış olduğunu kavramayı gerektirir. Peki, bir cümlenin doğruluk koşulları ne demektir? Örneğin biri size “Bugün yağmur yağacak” derse, bu cümlenin dile getirdiği durumun hangi koşullarda sağlanacağını hemen anlarsınız. Bugün yağmur yağarsa cümle doğru, yağmaz ise yanlış bir şey dile getirmiş olur.
Dış dünya üzerindeki doğrulukları gözlenebilir cümlelere “ampirik” denir. Doğrulamacı kurama göre iki cümlenin doğruluk koşulları aynı ise anlamları da aynı olmalıdır. Yani “2+2=4” cümlesi ile “3+3=6” cümlesi zorunlu olarak doğrudurlar. Bu durumda iki cümlenin doğruluk koşulları da aynıdır. Yani doğrulamacılık kuramına göre bu iki cümle eşanlamlıdır. Bu durumda zorunlu olarak doğru olan tüm cümleler aynı anlama gelir. Bundan dolayı, bu kuramın savunucuları bunlara “totoloji” adını verirler. Yanlış bir matematiksel cümle ise her koşulda yanlış olacağından “çelişki” olarak adlandırılır. Doğrulamacılık kuramına göre üç tip cümle bulunur: ampirik, totoloji ve çelişki.
Bütüncülük (Holism)
Özellikle çağdaş bilim felsefesinde çok etkili olmuş olan bu kuram, kabaca, sözcüklerin tek tek değil, bir bütün olarak anlam kazandıkları görüşüdür. Örneğin “öğretmen” sözcüğünün anlamının kavranması için “öğrenci”, öğrenme” ve “eğitim” gibi birçok sözcüğün anlamının da kavranması gerekir. Yani “öğretmen” sözcüğünü kavrayıp da “öğrenci” sözcüğünü kavramamak mümkün değildir. Bu görüşe göre, sözcükler ancak bir cümle bağlamında anlam kazanırlar. Yani gerçekte anlam yükleyeceğimiz şey, sözcükler değil cümlelerdir. Sözcükler tek başlarına anlam taşımazlar. Bu görüş çağdaş bilim felsefesinde de etkili olmuştur. Özellikle Thomas Kuhn’un öncülüğünü yaptığı bir görüşe göre Newton ya da Einstein’ınki gibi bilimsel paradigmalar fiziksel olguları açıklamak için bir kuram öne sürerken bir taraftan da bir dil oluştururlar. Kuhn buna bazı yazılarında “leksikon” bazı yazılarındaysa “kavramsal çerçeve” adını verir. Örneğin Newton’un “F=ma” diye bir formülü vardır. Einstein’ınsa “E=mc²” diye bir formülü vardır. Bu iki formülde de “m” simgesi “kütle”yi ifade eder ancak iki bilim adamının “kütle” sözcüğüyle ifade ettikleri anlam birbirinin aynı değildir. Newton da Einstein da ortaya koydukları formüllerle kendi kütle kavramlarını oluşturmuşlardır. Kuhn’a göre bir kuramın söylediğini diğer kuramın diline tam anlamıyla çeviremeyiz.
Negatif Anlam Kuramları
Bu bölümdeyse “anlam” denen şeyin varlığını tamamen reddeden görüşler ele alınacak. Bu tür görüşlerin ilk izlerini daha önce bahsi geçen Adcılık öğretisinin versiyonlarında bulabiliriz. Bu görüşe göre, tüm kırmızı nesneler arasında ortak olan tek şey hepsine kırmızı adını vermemizdir. Buradan yola çıkarak "kırmızı" sözcüğünün dile getirdiği bir anlam bulunmadığı sonucuna varabiliriz.
Anlamın varlığını kabul etmeyen farklı bir yaklaşıma ise 20. yüzyıl filozofu Ludwig Wittgenstein’ın “ikinci dönem”inde bulabiliriz. Felsefi Sorgulamalar adlı ünlü ders notlarında, “oyun” dediğimiz tüm şeyler arasında değişmez bir ortak yan bulamayacağımızı söyler. “Oyun” dediğimiz şeyler arasında olsa olsa bir “aile benzerliği” bulunur. Buradan “oyun” sözcüğünün anlamının da bir varlığa sahip olmadığı sonucuna varılabilir.
20. yüzyılda Negatif Anlam Kuramı’nı savunmuş olan en önemli filozof ise Quine olmuştur. Çağdaş deneyselcilik akımının da önemli bir temsilcisi olan Quine, fiziksel dünya içinde yer almayan soyut bir varlık olarak “anlam” denen bir şeyin olamayacağını savunur.