DİN PSİKOLOJİSİ - Ünite 3: Dindarlığın Kaynakları Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Dindarlığın Kaynakları

Dindarlığın Biyolojik Kaynakları

İnanma ihtiyacı, dinî kabiliyet, dinî eğilim ve hatta dinî tevarüs gibi doğuştan kişiyi dine yönlendirdiği iddia edilen bir takım ruhsal faktörlerin var olabileceği konusuyla ilgili din psikologları arasında ciddi bir görüş ayrılığı yoktur. Ancak, bu tevarüs ya da aktarımın biyolojik olabileceği düşüncesi, henüz yeni sayılır ve son yıllarda yapılan bir kısım araştırmaların ürünü olarak tartışma alanındaki yerini almış görünmektedir.

Nörobiyoloji ve Din

Son yıllarda nöroloji alanında yapılan çalışmalar, insanların davranış, duygu, tutum ve inançlarının beyindeki karşılıklarını bulma konusunda oldukça ilerleme kaydetmiştir. Geliştirilen beyin görüntüleme yöntemi sayesinde, insanlar olumlu ya da olumsuz duygular yaşadıklarında beynin hangi bölgesinin aktif olduğu tespit edilebilmektedir. Tespitlere göre dinî ve mistik tecrübeler yaşandığı durumlarda özellikle beynin belirli bölgelerindeki aktivite artmaktadır. Beyninin bir bölümü hasar görmüş kimselerin dinî yaşantılarında gözlenen değişim, konuya dikkatleri çekmiş ve yapılan araştırımalarda önemli bulgular elde edilmiştir. Tüm bu çalışmalar sonucunda yeni bir yaklaşım olarak Nöroteoloji doğmuştur. Nöroteoloji'nin çalışma alanı, dinî ve mistik yaşantıların biyolojik temelleridir.

1990'lı yılların başında ilk olarak nöropsikolog M. Persinger, daha sonra 1997'de nörolog V. S. Ramachandran ile ekibi, insan beyninde doğuştan var olduğu öne sürülen Tanrı Noktası üzerine araştırmalar yapmışlardır. Bu ruhsal merkez, beynin şakak loblarındaki sinir bağlantıları arasında konuşlanmıştır. Beyin görüntüleme yöntemi (Pozitron Emüsyon Topografisi) kullanılarak yapılan taramalara göre denekler, manevi veya dinî konularla ilgili konuştukları her defasında, bu sinir alanları aydınlanmıştır.

Araştırmalarında SPECT Beyin Haritalama Yöntemini kullanan A. Newberg, Tanrı'nın beynin sabit bir parçası olduğunu öne sürmüştür.

Beyin-inanç ilişkisiyle ilgili ortaya atılan teorilerden biri de, beyin uzmanı E. D'Aquili tarafından geliştirilmiştir. O, beynin farklı bölümlerinin din ile ilgili farklı işlevler üstlendiğini iddia etmiştir. Ona göre beynin bir noktası, din açısından büyük önem taşıyan vahdet/birlik fikrini anlamaya odaklanmıştır.

İnanç Geni ve Din

Nörobiyolojik yaklaşım, bir yandan insan psikolojisini beyindeki süreçlerle açıklarken, diğer yandan da davranışların kalıtsal özellikler ve genetik yapılardan kaynakladığını iddia eder. Genetik alanda ortaya çıkan yeni gelişmeler, genlerin insanın kişilik özellikleri, davranışları ve eğilimleri üzerindeki etkileri ile ilgili ciddi iddiaların öne sürülmesine neden olmuştur.

Dinin evrensel bir olgu olarak dünyanın her yerindeki toplumlarda var olduğu gerçeği, onun bir ölçüye kadar biyolojik bir alınyazısı olup olmadığı düşüncelerini de beraberinde getirmiştir. Bu çerçevede son birkaç yıldır, insanda bir tür Tanrı Geninin mevcut olduğuna yönelik görüşler ortaya atılmıştır. 2004 yılında konuyla ilgilenenlerden birisi olan D. Hamer, Tanrı Geni (The God Gene) adlı çalışmasıyla maneviyatın genini bulduğunu iddia etmiştir. Hamer, maneviyatın böylesine etkili ve evrensel bir güç olmasını, genetik karakterine bağlamıştır. Ona göre insanların manevi değerlere, mutluluktan, sağlıktan ve güçten daha fazla önem göstermeleri, maneviyatın kısmen genlerle bağlantılı olduğuna işaret etmektedir.

Dindarlığın Psikolojik Kaynakları

Özellikle son yıllarda gündeme gelen ve günümüzde sıkça dillendirilen biyoloji-inanç ilişkisinin yanısıra, insanı dindarlığa yönlendirdiği iddia edilen zihinsel ve ruhsal kaynaklardan da bulunmaktadır.

Anlam Arayışı ve Din

Anlam arayışı, düşünce, tutum ve davranışları belirleyen en önemli güdülerden biridir. Varoluşsal bir olgu olarak insan, öteden beri gerçekliğin bilgisine ulaşma çabasındadır. Bu amaçla tarih boyunca kimi zaman felsefeye, kimi zaman sanata ve kimi zaman ise, dine müracaat etmiştir. Hakikat arayışı olarak da tanımlanan bu arayışta insanın temel hedefi, hayattaki konumunu olumlu yönde belirleyecek nihai bir anlama kavuşmak ve böylece varlığı anlamlandırma ihtiyacını gidermektir.

V.Frankl, modern insanın en büyük sorununu anlam ihtiyaç ve arzusunun engellenmesinde görür. Logoterapi adını verdiği bir düşünce ve tedavi ekolü çerçevesinde görüşlerini dile getirmiştir. Logoterapi'nin amacı, bir taraftan insanın en temel ihtiyacı olan anlam arzusunu tatmin etmek suretiyle anlamlı bir hayatın teşekkülüne yardımcı olmak, diğer taraftan ise, modern insanı içine düştüğü çağın hastalığı anlamsızlıktan kurtarmaktır. Logoterapi'ye göre insanda doğuştan var olan anlam arzusu, onu en acımasız ve en korkutucu şartlar altında bile sarılabileceği bir değere, bir amaca veya hedefe yöneltebilir. Ancak, anlam arzusu engellendiği ve engelin çözümlenmediği durumlarda insan, anlamsızlığa düşer. İçine düştüğü anlamsızlıktan ancak anlam arzusuna yeniden işlerlik kazandırmakla kurtulabilir.

Hemen her alanda doyurucu cevaplar veren değer sistemiyle din, sahip olduğu anlam imkânlarıyla insanın arayışlarına hizmet eder. En temel işlevlerinden biri olarak din, kültür veya ideolojilerin açıklamaktan aciz kaldığı zihinsel ya da ruhsal pek çok konuda, bilgi kaynakları sunar. Semboller sistemi olarak din, insanın yaşadığı dünyayı daha iyi anlayabilmesine yardım eder. İnsan psikolojisinin temel ihtiyaçlarına yönelik bu kuşatıcı karşılıklarıyla dinî inanç, bir başka şekilde cevaplanamayacak gibi gözüken varlık nedeni ve hayat ile ilgili pek çok soruyu cevaplamakla zihni ve ruhu rahatlatır. Diğer taraftan din, zihnin aşmakta zorluk çektiği mantık-ötesi sorulara hazır cevaplar sunmakla onu gereksiz detaylardan ve kısırdöngülerden korur.

Ölüm Korkusu, Ölümsüzlük Arzusu ve Din

Ölüm korkusu özel bir korku çeşididir. Gerek her insanda gizli-açık varlığını koruması; gerekse sahip olduğu etki gücü bakımından diğer korku türlerinden ayrılır. Konuyla ilgilenen araştırmacıların bir kısmı, bütün korkuların temelinde ölüm korkusunun yattığını iddia eder. Onlara göre ölüm korkusu, insanın en temel kaygısıdır. Bu kaygı, hayatın erken dönemlerinden itibaren kendisini hissettirir; kişiliğin oluşmasında rol oynar ve hayatının sonuna kadar bireyi hastalıklar, kazalar, afetler gibi çeşitli ölüm habercileri eşliğinde tehdit eder.

Ölüm korkusu yanında insanın sahip olduğu en güçlü arzulardan birisi de ölümsüzlük arzusudur. Bu arzu, insanda doğuştan vardır, hayatın tümünü kuşattığı gibi ölüm ötesine de uzanır. Ölümsüzlük ya da ebedîlik arzusunun duygusal ifadesi olan sonsuzluk duygusu, psikolojik bir gerçeklik olarak tüm insanlarda kendini hissettirir. İnsan hayatı, ölümün çizdiği sınır ile ölümsüzlük arzusu arasında geçen dinamik bir örüntü olarak düşünülebilir.

Genel olarak insanın en büyük arzusu olabildiğince yaşamaktır. Tabiatının doğuştan gelen bir parçası olan bu arzu ölüm olayı ile tehdit edilmektedir. Din, sunduğu inanç ve değer sistemine uygun yaşamak koşuluyla insana ölümün, hastalıkların ve eksikliklerin olmadığı ebedî bir hayat vaat eder. Vaat edilen bu Cennet hayatında dindar, her türlü korku ve endişeden uzak, her istediğine sadece istemesi yetecek kadar yakın tarifi imkânsız bir lütuf içinde olacaktır. Üstelik ahiret inancıyla din, insanın dünyada çektiği tüm acı, ıstırap, haksızlık ve adaletsizlikleri telafi edeceğini; suçluların cezalarını çekeceklerini de vaat eder. Dinin ölüm sonrası hayat ile ilgili çizmiş olduğu bu olumlu tablo içerisinde ölümün anlamı değişir: Bu tabloda ölüm, yok edici, ürkütücü ve korkutucu bir olgu olmaktan çıkmış, huzurun, iyiliklerin ve adaletin hâkim olduğu sonsuz bir hayata geçişi ifade eden manevi bir köprü kimliğine kavuşmuş durumdadır.

Engellenme, Çaresizlik ve Din

İnsanın bir ihtiyacını, istek ya da arzusunu karşılamak üzere harekete geçtiği sırada gerek kendi içinden, gerekse dışardan kaynaklanan çeşitli nedenlerden dolayı hedefine ulaşamaması durumuna engellenme denir. Engellenme durumunda insanda gerginlik artar; öfke, korku, kaygı, sıkıntı ve çaresizlik duygusu ortaya çıkar. Engellenen birey, içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmak için çözümler ve tatmin yolları arar. Özellikle insan gücünü aşan engellemeler karşısında dinî inanç ve değerler güçlü telafi işlevi görürler.

Din psikologlarının tamamına yakını, dinî inanç ve değerlerin insanın kendi güç ve çabasıyla üstesinden gelemediği zor durumlar karşısında telafi edici, güç ve güven sağlayıcı bir kaynak olduğunu kabul ederler.

Anlama, Bilişsel Tatmin ve Din

İnsan algılama, düşünme, yorumlama, tasarlama gibi diğer canlılarda bulunmayan özel zihinsel süreçlere sahiptir. Kuşkusuz sahip olduğu bu özel zihinsel donanımla o, içinde yaşadığı hayatı ve evreni, karşılaştığı her olayı, kendini tatmin edecek ölçüde anlamaya ve yorumlamaya çalışır. Bu yöneliş, temel bir ihtiyaç olarak zihinsel yapısının en önemli özelliğidir. Daha açık bir ifadeyle, zihin boşluk ve belirsizlik kabul etmez; mutlak kesinlik arzusuyla bilişsel tatmin arar. İnsan, zihninde oluşturduğu bilişsel haritalarla hayatı anlamlandırır; durumlar ve olaylar karşısındaki konumunu tayin eder; kendisi ve kendi ötesi ile olan ilişkilerini düzenler.

Her şeyden önce din, insanın yaşadığı hayat içinde kendini uygun bir yere yerleştirmeyi mümkün kılacak özel bir başvuru çerçevesi hazırlar. Bu hazırlıkta o, önce yaşanan gerçekliği yorumlar; sonra insanı bu gerçekliğin içinde uygun bir yere yerleştirir. Sonra da ona, nasıl yaşaması gerektiği ile ilgili rehberlik sunar. Bu noktada din, bir yandan özellikle zihinsel alana gelen verileri, anlamlı bütünler halinde düzenleyici fonksiyonuyla, diğer yandan da zihnin kendi başına açıklayamadığı ya da aşamadığı metafizik sorunları açıklayıcı yönüyle, büyük bir işlev görür. Bazı din psikologları dinî inançları bireylerin çevresel şartlarla baş edebilmek, olayları açıklayabilmek ve yorumlayabilmek için başvurdukları zihinsel kategoriler olarak tanımlar. Fonksiyonu gereği din, zihinsel unsurları ayrıştırma, birleştirme, uzlaştırma gibi etkinlik noktasında olduğu kadar, zihinsel çatışmaların, karmaşaların ve belirsizliklerin çözümlenmesinde de önemli bir düzenleyicidir.

Suçluluk, Günahkârlık Duygusu ve Din

Din, ahlakî değerlere özel bir önem verir ve bağlılarından bunlara uymalarını ister. Davranışları değerlendirirken iyi ve kötü kavramları yanına sevap ve günah nitelemelerini de ekleyerek dinî bir çerçeve hazırlar. Dinî her emir ve tavsiyede, ahlakî ilkelere sarılmayı özendiren bir yöneltme varken, her yasağın ve sakındırmanın özünde de mutlaka bir ahlakî ilkeyi koruma söz konusudur. Bu yapısıyla din, ahlakî ilkelere uyanları dünya ve ahirete yönelik vaatlerle ödüllendirirken, uymayanları da ceza müeyyidesiyle uyarır. Dinî inançlar ahlakî değerleri destekleyip özendirdiğine göre iyi ve sevap arayışında olanlar, doğal olarak dine yönelebilirler. Burada sorulabilecek soru şudur: Acaba ahlaki kaygılar; kötülük ve günahın yol açtığı suçluluk ve günahkârlık duyguları dine yöneltir mi?

Her şeyden önce suçluluk duygusu, insan tabiatının güdüleyici evrensel niteliklerinden birisidir. Psikanalistlerin özellikle vurguladığı gibi temelleri daha çok çocukluk dönemi ana-baba-çocuk ilişkilerine dayanır. Ancak, bu duygu, yaşanan bir vakıa olarak hayatın her döneminde işlenen suçlara bağlı olarak tekrar tekrar ortaya çıkabilir ve insanı ciddi tercihlerde bulunmaya zorlayabilir. Suçluluk duygusunun kaynakları, toplumda suç veya yasak kabul edilen davranışlara bağlı olarak değişir. Bununla birlikte yaygın kanaate göre temel kaynaklardan biri, cinsellik içgüdüsünün yarattığı ahlakî sorunlardır; diğeri ise, bencillik ve diğergamlık arasında çıkan çatışmalardır. Yani, kendi kişisel istekleri ile içinde yaşadığı kültürün beklentileri arasında çıkan tercih çatışmasıdır.

Vicdan , toplumun kabul ve kurallarının insandaki temsilcisidir. Vicdan, başlangıçta anne-babanın, daha sonraları ise toplumun iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi temel kabullerinin içselleştirilmesiyle oluşur. Duruma göre çok katı olabileceği gibi çok esnek de olabilir. Başka bir ifadeyle vicdan, bireyin sergilediği davranışlarında toplumun değerlerine uyup uymadığını denetleyen iç hâkimdir. Birey suç işlediği zaman, vicdan devreye gider ve suçluyu işlediği suçun muhtemel sonuçlarına göre yargılar ve mahkûm eder. Kuşkusuz bu mahkûmiyet, bireyde sıkıntı ve gerilimlere yol açabilir. Bu durumda o, vicdanını rahatlatmak ve gerilimden kurtulmak için suçunu telafi edecek bir takım arayışlara girebilir.

Suçun dindeki karşılığı günahtır. Vicdanın mahkûmiyetini ifade eden suçluluk duygusunun dindeki karşılığı günahkârlık duygusu ; vicdanî mahkemenin karşılığı ise, ilahî mahkemedir .

Dindarlığın Sosyal ve Kültürel Kaynakları

Her insan, kendini diğer sosyal yapılardan ayıran temel özelliklere sahip belirli bir toplum içinde doğar. Her toplumun, kökleri uzun bir geçmişe dayalı belirli duygu, düşünce, tutum ve davranış kalıplarından oluşan özel bir kültürü vardır. Daha bebeklik döneminden itibaren birey, toplumun kültür özellikleriyle tanışır ve onları içselleştirerek zamanla toplumun bir üyesi olur. Din, kültürü düzenleyen ve şekillendiren en önemli kurumların başında gelir. Çocuğun kültürle tanışması, aynı zamanda din ile tanışması anlamına gelir. Bu tanışıklık, bir taraftan model aldığı kişilerin etkisiyle; bir taraftan toplumdaki dinî kurumlarla olan etkileşimiyle ve son olarak da eğitim yoluyla gerçekleşir.

Sosyal Öğrenme ve Din

Öğrenilen ve zamanla alışkanlık haline gelen her davranışın kişisel ve çevresel boyutları vardır. Dışarıdan gelip algılanan uyarıcılar, ancak zihinde düzenlenip değerlendirildiğinde davranış haline gelebilir. İnsan sürekli bilgi alan, öğrenen bir varlıktır. Öğrenmelerinin

%80-82 kadarını görerek; %10-12 kadarını ise işiterek kendine mal eder. Görme ve işitmeye dayalı bilgilenmelerde, diğer insanları taklit etmenin payı oldukça büyüktür. Her insanın kişilik gelişiminde, özellikle taklit ettiği veya benzemeye çalıştığı belirli özdeşim örnekleri ve davranış modelleri vardır. Bunlar, başta anne- baba olmak üzere aile üyeleri; yakın arkadaşlar; ilgi alanına göre din, bilim, sanat, spor ve eğlence dünyasından sevilen ve sayılan bireylerdir. İnsanın kişilik ve kimliği, büyük ölçüde seçtiği modellerin görüş ve davranışlarından etkilenerek oluşur. Buna model alma yoluyla öğrenme denir. Sosyal çevrede gerçekleşen en yaygın öğrenme model alma; gözlemleyerek öğrenme, taklit, özdeşleşme ve içselleştirme süreçlerini birlikte ihtiva eder. Sosyal öğrenmede davranışın kazanılması ya da değiştirilmesinde, pekiştirmenin de özel bir yeri vardır. Ancak, insan sadece kendisini pekiştirmekle değil, bunun yanında başkalarının davranışlarını ve bu davranışların sonuçlarını gözlemleyerek dolaylı pekiştirmeler yoluyla da öğrenir.

Araştırmalara göre model ile öğrenme, yoğunluğu gelişim dönemlerine bağlı olarak değişmekle birlikte, hayatın her aşamasında geçerliliğini koruyan bir öğrenme biçimidir. Çocukluk döneminde en fazla taklit edilen ve özdeşleşilen modeller anne-babadır. Doğal olarak çocuk, daha bebekliğin başlarından itibaren duygusal yakınlıklarını derinden hissettiği ebeveynine yöneliktir. Güven ve sevgi esasına dayalı ilişkileri, zamanla çocuğun anne ve babasıyla özdeşleşmeyi; yani kendisini onlarla bir tutmayı beraberinde getirir. Özdeşleşmenin etkisiyle çocuk, anne babasının tüm davranışlarını taklit etmeye ve onlara uygun davranmaya çalışır. Böylece dinî davranışlar da çocuğun dünyasında yer bulmaya başlar. Konuyla ilgili yapılan araştırmaların tümünün ortak tespitine göre, dinî tutum ve davranışların temellenmesinde en etkili faktör, ilk çocukluk dönemindeki aile ilişkileridir. Daha sonra ergenlik dönemi ve sonrasında sosyal ortamların değişmesine rağmen sosyal öğrenmenin etkisinin devam ettiği gözlenmiştir.

Toplumsallaşma ve Din

En basit tanımıyla toplumsallaşma, insanın zamanla birlikte toplumun bir üyesi haline gelmesidir. Toplumsallaşma , bireyin belirli bir toplumsal çevrede kişilik kazanması, toplumla bütünleşmesidir.

Toplumsallaşma ile birlikte birey dini semboller, değerler, ibadetlerle karşılaşır ve nasıl davranması gerektiğini bu sayede öğrenir.

Birey, hayatının ilk yıllarında ailesi ile olan etkileşiminde din ile ilk defa karşılaşır. Bu karşılaşmanın kalitesi ve işe yararlılığı, ailenin dine bakış açısına göre değişir. Çevre ile ilişkilerinin başladığı andan itibaren birey, toplum ve kültürdeki dinî çeşitlilik ve zenginliğin farkına varır. Bu farkındalık, onu hem toplumun dinî uygulamalarına, hem de kültürün dinî muhtevalarına ortak kılar. Zamanla toplumsallaşmadan edindiği dinî birikimi, karakterinin temel çizgisini belirler ve böylece dindar bir kimlikle hayata katılır, öteden beri etkilendiği çevreyi bizzat etkilemeye başlar.

Eğitim ve Din

En geniş anlamıyla eğitim, insanın doğumundan ölümüne kadar süren amaçlı kasıtlı bir davranış değişikliği çabasıdır. Bu anlamda eğitim, bireyin, hayata ortak olmasında gerekli olan tüm biyolojik, psikolojik ve sosyal süreçleri içerir. İnsan hayatında ortaya çıkan tüm değişme ve gelişmeler, sistemli ya da resmî, gelişigüzel ya da gayri resmi bir eğitim faaliyeti olarak düşünülebilir. Dindarlık ile eğitim kavramını birlikte değerlendirdiğimiz bu noktada cevabı aranacak soru şudur: Kişisel bir dinî hayatı ifade eden dindarlığın gelişmesinde eğitimin katkısı nedir? Bu katkının sağlanmasında hangi kurum ve öğeler rol oynamaktadır?

"Sosyal öğrenme ve din" ile "toplumsallaşma ve din" alt başlıkları altında özellikle dikkat çekilen önemli bir kurum olan aile kurumu, dindarlığın eğitim boyutu konusunda da en önemli kurum niteliğini taşımaktadır. Kaba bir basamaklandırma yapılacaksa, dindarlığın aile ortamında temellendiği; daha sonra okul, kurs, ibadethane, vakıf, kitle iletişim gibi örgün ve yaygın eğitim kurumları aracılığıyla geliştirildiği söylenebilir. Bu süreçte birey, duruma ve koşullara göre sözü edilen kurumların sadece birinden, bir kısmından ya da hepsinden yararlanabilir. Konun devamında sözü edilen kurumların eğitim ve din bağlamı üzerinde durulmaktadır.