DİN SOSYOLOJİSİ - Ünite 2: İslam Dünyasında ve Türkiye’de Din Sosyolojisi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: İslam Dünyasında ve Türkiye’de Din Sosyolojisi

Giriş

İslam dünyasında bilimlerin oluşum süreci çok erken bir dönemde başlamıştır. İslam’ın başlangıç yıllarından itibaren gerek Kur’an–ı Kerim’in gerekse Hz. Muhammed’in bilgiyi, öğrenmeyi, aklı ve düşünceyi övmüştür. Emeviler ve Abbasiler döneminde, özellikle de Harun Reşit’le yakalanan gelişme çizgisi Me’mun döneminde (813–833) ‘Beytü’l–Hikme’lerin kuruluşuyla zirveye çıkmış, İslam bilginleri tarafından eski Yunan düşünürleri (Eflatun, Aristo, Hipokrat, Öklid, Batlamyus vb.) başta olmak üzere diğer ülkelerdeki (İran, Hint) felsefe ve doğa bilimi düşünürlerinin eserleri Arapçaya çevrilmiştir. İslam dünyasının ilk formel eğitim kurumları medreselerin de bu dönemde başladığı ve ilerleyen yıllarda gelişerek 11. yüzyılda Büyük Selçuklularda Nüzamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medreseleri ile eğitim öğretim ve bilim faaliyetlerinin en parlak dönemlerini yaşadığı bilinmektedir.

İslam bilginlerinin eserlerinde din sosyolojisi adına önemli bilgileri bulmak mümkündür. Onlar din-toplum ilişkilerini, dini gruplaşmalara dair görüşlerini klasikleşmiş bilimlerin içinde incelemişlerdir. Bu anlamda akla gelen düşünürler, Farabi, İbn Miskeveyh, İbni Sina, İbn Rüşd, Gazali, Maverdi, Şehristani, İbn Haldun gibi Ortaçağ döneminde döneminin ilerisi işler yapanlar olarak öne çıkarlar.

İslam dünyasındaki bilgi birikiminin ve önemli eserlerin tercüme yoluyla Batı’ya da aktarıldığı görülmektedir. Endülüs, Yunan ve İslam biliminin Avrupa’ya aktarılmasında köprü görevi üstlenmiş, 12. yüzyılda bilim ve felsefe eserleri Arapçadan Latinceye çevrilerek, Rönesans ve Reform hareketlerinin ve dolayısıyla Batı Aydınlanmasının zeminini hazırlamıştır. Ancak 13. yüzyıla gelindiğinde düşünsel durağanlık kendini göstermeye başlamış, İslam düşünce geleneği dinamizmini kaybetmeye yüz tutmuştur.

İslam Dünyasında Din Sosyolojisi

İslam dünyasında sosyoloji ve din açısından en büyük araştırmaları, İslam bilginlerinin en tanınmışları olan Farabi, Gazali ve İbn Haldun’un eserlerinde bulmak mümkündür.

Farabi (890-950), din sosyolojisinde, toplum görüşü konusunda Eflatun’dan çok etkilenmiştir. Ona göre insan yaratılış gereği ve yaşamlarını sürdürebilmek için toplum halinde yaşamak zorundadır. Farabi’ye göre toplumlar öncelikle ikiye ayrılır: Eksik toplumlar (köy, mahalle, sokak, hane), Tam toplumlar ( büyük, orta, küçük). Aynı zamanda Farabi, tam toplumlardan şehirleri de erdemli ve erdemsiz olarak ikiye ayırmaktadır. Erdemli toplumun lideri olan devlet başkanlarının ise özelliklerini belirterek bu özelliklerden yarısı bile bulunmayan bir başka olmaması durumunda devleti bu özellikleri taşıyan bir kişilerden oluşan bir kurul devletinin ülkeyi yönetmesi gerektiğini belirtir.

Gazali (1058-1111), İslam dünyasında din sosyolojisinin öncü ve hazırlayıcıları arasında üzerinde durulması gereken isimlerden birisi de şüphesiz Gazali’dir. Gazali’ye göre dinin, bir yandan tamamen ferdi ilgilendiren subjektif yönlü olduğu gibi, toplumu ilgilendiren objektif yönü de bulunmaktadır. Devletle din arasında yakın ilişkiler bulunur. Din, insan toplumunun temelini oluşturur. Devlet ise dinin muhafızıdır, bu bakımdan devletler zayıflar ve yok olurlarsa, din de zayıflar ve yok olur. Gazali’nin temel amacı, tevhit inancı ve İslam Peygamber’inin risaleti etrafında bütün müminleri birleştirmek ve İslam toplumunun sosyal bütünleşmesini sağlamak olmuştur.

İbn Haldun (1332-1406), Tunuslu bir filozof, tarihçi ve toplum bilimci, dinin toplumsal önemi üzerine durması, din ve toplum ilişkilerine eğilmesi ve üstelik bunları yaparken gözlem ve deneyimlerine de dayanması nedeniyle modern ve deneysel din sosyolojisinin gerçek bir öncüsü ve hatta kurucusu sayılmalıdır. Bu açıdan İbn Haldun’un konumuzu ilgilendiren en önemli eseri Mukaddime’dir. Bu kitabı incelediğimizde, görüşlerini daima gözleme dayandırması, İslam dünyasında ortaya çıkan olaylarla sosyal faktörler arasında ilişkiler kurması ve din-toplum ilişkileri ve dinin toplumsal işlevleri üzerinde durması İbn Haldun’a din sosyolojisinin tarihçesi içerisinde, haklı olarak, oldukça ayrıcalıklı bir yer kazandırmaktadır.

Türkiye’de Din Sosyolojisi

Batı’da, sosyolojinin felsefi bir geleneği vardır. Sosyoloji, felsefi düşüncenin toplum olayları üzerine eğilmesi sonucu doğmuştur. Ülkemizde ise İbn Haldun’un etkisiyle sosyolojinin ilk habercileri tarihçiler olmuştur. Kâtip Çelebi, Naima, Müneccimbaşı, Pirizâde, Ahmet Cevdet Paşa, Mizancı Murat Bey bunun örnekleridir.

Türkiye’de Batılı anlamda sosyoloji ise, II. Meşrutiyet döneminde, A.Comte’nin kurup Durkheim’in geliştirdiği sosyoloji okulunun düşüncelerini seven Ziya Gökalp ile Le Play’ın kurduğu sosyal bilim okulunun görüşlerini savunan Prens Sabahattin vasıtasıyla girmiştir.

Tanzimat Dönemi: Sosyolojinin kurucusu A.Comte’nin Tanzimat hareketinin başlatıcısı Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı mektupla, daha sonra Fransız pozitivistleriyle yapılan yazışmalar ve yine bu dönemde dergilerde Batılı sosyologlardan çeviriler vb. dikkate alınacak olursa, Türkiye’de sosyolojinin ve din sosyolojisinin ön tarihini Tanzimat döneminden başlatmak mümkündür. Tanzimat aydınları, Osmanlı toplumunun sorunlarını Batı’daki örneklerine uygun olarak toplumsal kurumların işleyişinde ortaya çıkan bozulmalarda görmüşler ve bu durumu toplumun yapısıyla ilişkilendirmişlerdir. Özellikle 19. yüzyılda, Osmanlı Devleti ve toplumlarının karşı karşıya kaldıkları sorunlardan çıkış yolu arama çabalarının yoğun olarak yaşandığı bir dönemdir. On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın kendi düşünce geleneği içinde çözüm üretemediği ve açmazda olduğu, dolayısıyla çözümsüzlüğün hüküm sürdüğü bir dönemdir.2 Osmanlı’nın çöküşünü önlemek için yapılan Tanzimat, Islahat, I. Meşrutiyet vb. yenilik hareketleri hep sonuçsuz kalmış, kalıcı çözümler üretilememiştir. Sonrasında ise çare Batı’da aranmaya başlanmış, bu umutla sosyoloji ile karşılaşılarak çözümler üretilmeye başlanmıştır.

Ahmet Cevdet Paşa (1823-1895), gerçek bir sosyoloji ve din sosyolojisi kaynağı olan İbn Haldun’un ‘Mukaddime’sini Türkçeye ilk kazandıran kişidir. Ahmet Cevdet Paşa, İslami geleneklerin korunması gerektiğini söylemiş ve bir kısım devlet ileri gelenlerinin Fransız kanunlarının alınması yönündeki görüşlerine karşı çıkarak Mecelle’nin hazırlanmasında en önemli rolü oynamıştır. Din deyince, ilahi menşeli, vahye dayanan bütüncü bir sistemi anlayan Ahmet Cevdet Paşa, İslamı sadece bir iman ve ibadetler bütünü olarak görmemekte, aynı zamanda bir dünya görüşü, bir hayat tarzı olarak da anlamak gerektiğini belirtmiştir. Paşa, hayata, tabiata, aileye, kanuna, devlete, ahlaka, topyekûn her alana dinin ve imanın bakış açısıyla bakmaktadır. Öte yandan, İslamiyet’in getirdiği adalet ve eşitlik anlayışının toplumsal hayatta önemli yansımaları olduğunu söyleyen Ahmet Cevdet Paşa’ya göre, İslam dini herkese hak ettiği hürriyeti verdiği için İslam dünyasında Batı’daki gibi bir hürriyet mücadelesi meydana gelmemiş, buna karşılık adalet düşüncesi ön plana geçmiştir.

Meşrutiyet Dönemi: Batı’daki sorunları çözmek için kurulan sosyoloji bilimi, Batı’da ortaya çıkar çıkmaz, devleti yıkılmaktan kurtarmak amacıyla Osmanlı’nın tercihi olan yeni siyaseti resmi bir ideoloji olarak savunmak üzere Türkiye’ye aktarılır.

19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Devleti’ni içinde bulunduğu açmazdan kurtarabilmek için (Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Batıcılık gibi) bir takım ideolojik düşünce akımlarının oluşmaya başladığı görülmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında, II. Meşrutiyet’te daha belirgin olarak ortaya çıkan bu akımlar Osmanlı Devleti’ni düştüğü bu zor durumdan kurtarmayı, eski gücüne kavuşturmayı amaçlamaktaydılar. Balkan savaşlarında (1912–1913) Hıristiyan unsurların devlete karşı tutumlarıyla Osmanlıcılık son bulmuş, Birinci Dünya Savaşı’yla da (1914–1918) Müslüman unsurların tutumları İslâmcılık politikalarına büyük darbe vurmuştur. Bu çerçevede Ziya Gökalp, başta olmak üzere, Türkiye’nin ilk sosyologları olarak bilinen Ahmet Rıza, Ahmet Şuayip, Bedii Nuri, M. Satı Bey, Prens Sabahattin, Celal Nuri ve Mehmet İzzet öne çıkan bilim insanlarıdır.

Ziya Gökalp (1876-1924). Asıl din sosyolojisini, E. Durkheim sosyolojisinin Türkiye’deki temsilcisi olup din anlayışında da Durkheim’in etkisinden kendini kurtaramamış bulunan Ziya Gökalp’te bulmaktayız. Ona göre din, toplum tarafından oluşturulan ve toplumlar için zorunlu, vazgeçilmez bir kurumdur. “Din, ibadetlerle itikatlardan mürekkep”dir. Dinin alanı vicdan alanıdır. Din, kendi öz alanına çekilmeli ve orada derinleşmelidir. Öteki toplumsal kurumların alanı ise sosyal ilişkiler alanıdır ve dinden farklıdır. Ziya Gökalp, Durkheim’in anlayışına paralel olarak dini, toplumun kolektif vicdanından kaynağını alan sosyal bir olgu olarak değerlendirmektedir. Gökalp’in düşüncelerinin zamanla laikliğe doğru geliştiği, dini bir ahlak ve vicdan meselesi olarak algılamaya eğilim gösterdiği anlaşılmaktadır.

Prens Sabahattin (1879-1948), Türk sosyoloji tarihinin ikinci önemli ismidir. Prens Sabahattin’in dinle fazla ilgilenmediği görülmektedir. Türkiye’nin bir yönetim sorunuyla değil, bir yapı sorunuyla karşı karşıya olduğunu belirten Prens, dinin ilerlemeye engel zannedilmesinin de aynı temel yargıdan kaynaklandığını belirtmektedir. Prens, Le Play, Henri de Tourville ve Edmund Demolis başta olmak üzere bu akımın geliştirdiği görüşler doğrultusunda Türkiye’nin sosyal yapı değişikliğiyle yeniden eski günlerine dönebileceğini savunur.

Cumhuriyet Dönemi: Türkiye’de din sosyolojisinin kısa tarihi içerisinde Ziya Gökalp, II. Meşrutiyet döneminde olduğu kadar Cumhuriyet döneminin de en önemli din sosyoloğu ve ideoloğudur. Gökalp hayatının bu döneminde sosyolog ve siyasetçi kimliğiyle bir ıslahatçı olarak görülmektedir. Din-siyaset ilişkileri bağlamındaki görüşleriyle Cumhuriyet dönemi devrimlerinin bir kısmının gerçekleşmesinde öncülük etmiş, önemli katkılar vermiştir.

Ziya Gökalp’in genel ve özel din sosyolojisinin gerek II. Meşrutiyet döneminde ve gerekse Cumhuriyetin ilk yıllarında ne denli dinamik ve işlevsel bir yapıya sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle onun modern Türk din sosyolojisi biliminin öncüsü ve hatta kurucusu olduğu söylenebilir. Ziya Gökalp’ten sonra uzun yıllar din sosyoloji çalışmaları yapılamamıştır. Pozitivizm etkisiyle siyası yapılanmanın bu anlayışa göre şekillenme çabaları, din (İslam) üzerine çalışmalarda bir kırılmanın yaşanmasına neden olmuştur.

Türkiye’de bu uzun kırılmadan sonra 1943 yılında Hilmi Ziya Ülken’in din sosyolojisi biliminin Cumhuriyet dönemindeki ilk müstakil eseri olan ‘Dini Sosyoloji’si yayımlanır. Yönetiminin Durkheimci bir çizgi izlediğini belirten Ülken, eserinde pozitivist-evrimci geleneği sürdürür. Cumhuriyet döneminde din sosyolojisi öğretimi, kurumsal olarak ancak 1949’da Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin açılmasıyla yeniden programa alınır. Böylece Cumhuriyet döneminde ilk din sosyolojisi öğretimi Mehmet Karasan (1907–1974) tarafından başlatılır. Karasan “Din Sosyolojisine Giriş” adıyla hazırladığı ders notlarından başka “Din Sosyolojisinin Öncülleri ve Kurucuları” adlı makalesi kayda değer çalışmalardır. Türkiye’de din sosyolojisinin gelişiminin önemli bir aşaması da, Ankara Üniversitesinde misafir öğretim üyesi olarak bulunan Hans Freyer’in (1887- 1969), 1959-1960 öğretim yılında İlahiyat Fakültesinde verdiği din sosyolojisi dersleridir. Bunlar dışında Mehmet Taplamacıoğlu, Rami Ayas, Ünver Günay, Sabri F. Ülgener, Amiran Kurktan Bilgiseven, Mümtaz Turhan, Erol Güngör, Şerif Mardin, Baykan Sezer gibi isimler din sosyolojisi alanında önemli çalışmalar yapmışlardır.