DİN VE TOPLUM - Ünite 1: Temeller ve Tanımlar Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Temeller ve Tanımlar
Din ve Toplum İlişkisi
İnsan sosyal bir varlıktır. Bu özelliğinin sonradan geliştiğini gösteren bir işaret yok. Küçük veya büyük insan toplulukları insanoğlunun yeryüzündeki varoluşunun vazgeçilmez görünümünü oluşturmuştur. İnsanın bu durumu değişik dönemlerde bazı sosyologlar veya sosyal düşünürler tarafından üzerinde ciddiyetle durulmuş bir konu olmuştur. İnsan doğası üzerine tartışan Rousseau, Locke ve Montesquieu gibi aydınlanma filozoflarının asıl dertlerinin insanın nasıl olup da toplum halinde yaşamaya başladığını anlamaktı. İnsanın doğasında nasıl bir varlık olduğu hususunda birbirleriyle ihtilafa düştülerse de aslında hepsi de insanın doğa durumu hakkında çaresiz bir düşünce içindeydiler. Çünkü doğal durumu bilimsel imkânlarla hiç kimsenin hiçbir zaman bilme şansı olmayacaktı. Doğal durum hakkındaki bütün öngörüler bir yandan insanların nasıl toplum haline geldiklerini açıklamaya çalışan senaryolardı ama bir yandan da bu senaryoları tetikleyen şey gelecekte kurulması hayal edilen dünya imgesiydi. Toplumsallık insanın doğasının bir parçası olarak insanın ortaya çıktığı her yerde ve her zaman rastlanan bir insan doğası olgusudur. Ancak sosyologlar, bu toplumsallığın kendisinde ortak veya ayırt edici başka nitelikler de aramışlardır. İnsan toplumsallığının ortaya çıktığı yerlerde toplumsal farklılıkların üzerinde de bu nedenle durulmuş, diğer yandan bu toplumsallığa eşlik eden vazgeçilmez ortak bazı kurumsal özellikler üzerinde durulmuştur. Böylece hangi insan toplumsallığına göz atılırsa atılsın görülebilecek asgari düzeyde paylaşılan davranış örüntüleri tespit edilmeye çalışılmıştır. Ne kadar eski olursa olsun ve nerede olursa olsun insanların öte dünyayla, görünen dünyanın ötesiyle ilgilendikleri, nereden gelip nereye gittikleriyle ilgili soruları anlamlandırdıkları ve toplumda kutsal ve din dışı alanları oluşturup tanımladıkları belli bir davranış düzeyi daha vardır. Bu da din kurumudur.
Ekonominin tam da Marksist anlamda diğer bütün kurumları belirlediği toplumlar olabildiği gibi ekonominin bilhassa siyaset veya din tarafından veya aile yapıları tarafından belirlendiği toplumlar veya durumlar da söz konusudur. İdeolojik yapıların ve bilhassa dinin ekonomik davranışı belirlediği örnekler çokça bulunabilir. İnsanların bir dinî inanç etrafında toplanmaları, harekete geçip o inancın şekillendirdiği bir toplumu kurmaya çalışmaları sıkça görülen örneklerdendir. Ancak bütün bunlara rağmen Hiçbir toplum için özü itibarıyla dinin veya diğer sosyolojik kurumların daha belirleyici olduğu yönünde bir saptama yapılamaz. Toplumlarda hangi kurumların daha belirleyici olacağı toplumun tarihine, dinamizmine göre değişir. Böylece insan toplumlarının olduğu her yerde dinin de var olduğunu ama dinin her toplumdaki belirleyiciliğinin de görünüm biçiminin de farklı olabildiğini görüyoruz.
Dinin Sosyolojik Tanımı
Din olgusu bütün toplumlarda rastlanacak kadar yaygın ve eski bir davranış örüntüsüdür. Ancak dinin her toplumda ortaya çıkış tarzı farklıdır. Eski olduğu ölçüde din, geniş bir çeşitliliğe sahiptir. Bu çeşitlilikte her dinin kendine özgü bir hakikat iddiası vardır. Din kendini tanımladığı kadar dünyayı da inananlar ve inanmayanlar şeklinde tanımlar. Ayrıca her din kendine göre “doğru din” hakkında kendini işaret eden bir tanıma sahiptir. Ancak dinin bu şekilde kendini ve dünyayı tanımlayışı belirli bir dinin sosyolojik incelemesi için önemli bir veri oluştursa da dinin sosyolojik tanımı için yeterli değildir. Sosyoloji belirli bir dinin kendini veya genel olarak dini tanımlayışıyla yetinemez. Bu o dinin iddiasını aynı düzeyden hareket ederek reddettiği anlamına gelmez. Aksine toplumların ortak bir davranış örüntüsü olarak binbir çeşitliliğe sahip olan din olgusunda ortak olanın ne olduğunu aramaya çalışır. Aynı zamanda o davranışı dinsel olarak nitelemeyi gerektirecek olanın ne olduğuna dair genel kuralları belirlemeye çalışır. Bu açıdan, dinlerin din tanımı dinin sosyolojik tanımının kendini en temelde ayırt etmesi gereken şeydir. Bunu yaparken dinin kendini tanımlayışıyla kendini bir tartışmanın içine sokmaması önemlidir. Aksi takdirde sosyoloji kendini bir anda teolojik bir tartışmanın içinde bulabilir. Oysa sosyolojik düşünme ile dinsel düşünme temelden birbirinden farklıdır.
Sosyolojik bilginin bir nesnesi olarak dinin nasıl teşhis edileceği hususu sosyologlar arasında tartışma konusu olmuştur. Tartışmanın arka planındaki zorluklardan biri din adına ortaya konulan inançların birbirlerinden çok farklılaşması ve dinin iddialarının nesnel bir karşılığının bulunamamasıdır. Böylece toplumsal yapı ve değişim süreçleri içinde din, ayırt edilebilir bir etken olarak teşhis edilmeye çalışılır.
Kutsal kavramı Durkheim’in bütün toplumları incelerken temel aldığı kavramlardan biridir. Ona göre bütün toplumlar her şeye “kutsal” ve “din dışı” şeklinde ayıran bir kategorilendirme sistemine sahiptirler. Din de bir bakıma bu ayırıma dayanır. Bu ayırımların karmaşıklığı veya basitliği söz konusu toplumların da karmaşıklığı (dolayısıyla gelişmişliği) veya basitliği (dolayısıyla ilkelliğine) paraleldir. Bir toplum ne kadar ilerlemişse o kadar karmaşıklaşmış olup kutsal ve din dışı ayırımları da o ölçüde bundan etkilenmiştir. Kutsaldan ise sadece Tanrılar veya kutsal ruhlar kast edilmez. Bu kutsal sayılan şeylerle insanların kurdukları ilişkilerin toplumda bir etkisi, sonuçları veya tezahürleri vardır. Sosyoloji bu kutsalların bizatihi kendi etkilerinin var olup olmadığı sorusuyla ilgili değil. Kendilerine atfedilen inancın doğruluğu veya yanlışlığı ile ilgili asla bir şey söylemeksizin insanların onlara yakıştırdıkları özellikler dolayısıyla kendi davranışlarını belirlemeleri sosyolojik açıdan önemsenecek bir durumdur. Kutsal sayılan nesnelerin kendi özünde bir kutsallık olup olmaması da sosyolojik açıdan anlamlı bir soru değildir. Önemli olan ve her kutsal sayılan nesnede sembolik bir yan olmasıdır. Kutsalın bir şeyi temsil ediyor olması söz konusudur. Toplumda dinin işlevinin anlaşılabilmesi için kutsal semboller ile temsil ettikleri şeyler arasındaki ilişkilerin kurulmuş olması gerekir.
Kutsallaştırma sadece bilinen geleneksel dinlerde olmuyor, ateist bazı toplumsal hareketlerde de yaratılan şahıs kültleri, mücadele sürecine atfedilen kutsallık, ölümlerin şehitlikle nitelenmesi gibi durumlar da din sosyolojisi açısından incelenmeyi hak eder. Kendisi dinleri aşacak bir pozitivist felsefe iddiasında sosyolojinin kurucusu Auguste Comte’un da nihayetinde idealize ettiği dünyayı bir tür pozitivizm dinî olarak tasarladığını biliyoruz.
Dinlerin en önemli işlevlerinden birisi mensuplarını ortak bir inanç etrafında birleştirmeleridir. Din paylaşılan bir anlam sistemi oluşturduğu için insanların dünyayı, toplumu, tanrıyı ve kendilerini nasıl algılayacaklarına dair ortak bir anlayış ve algı sistemi oluşturur. Aynı inancı paylaşan insanlar dünyaya aynı pencereden bakarlar ve o pencereden aynı şeyleri gördüklerini düşünürler. Bu ortak anlam sisteminin paylaşımı dünyaya dair derin bir düzenlilik ve anlamlılık hissi verir. Dışarıdan bakanlar için genellikle bir anlam ifade etmeyen ritüellerin devamı ancak bunlara dair ortak kabullerin oluşmasıyla sürdürülebilir.
Dinin inanç paylaşımının en doğrudan toplumsal sonucu cemaatleşmedir. Cemaat ortak inanç ve algıya dayalı olarak oluşan topluluğu başkalarından ayıracak bir bilinci de geliştirir. Genellikle cemaatlerin gerçeklik hakkındaki ortak bilinç ve algısı inananlarla inanmayanları veya bu ortak algıyı paylaşanlarla paylaşmayanlar arasında bir ayırıma da gider. Dinin inananları gerektiğinde tam bir grup bilinci içinde inanmayanlara karşı bir birlik ve dayanışma davranışına kolaylıkla girerler. Dinî cemaat böylece insanlara bir kimlik (identity) verirken başkalarından ayrışmayı da (difference) öğretir.
Din Sosyolojisinin Ortaya Çıkışı
Din sosyolojisinin ortaya çıkışı ve gelişimi genel olarak sosyolojinin ortaya çıkışı ve gelişimiyle aşağı yukarı aynı tarihe sahiptir. Doğrusu, din sosyolojisini besleyebilecek ilk ilgiler veya düşünceler belli bir dinî bakış açısından başka dinler hakkındaki bilgilerle şekillenmiştir. Bu konuda İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin her birinin birbirlerine ve diğer dinlere olan bakışları dinin tabiatı hakandaki ilk ilgiyi oluşturmuştur. Ama bu bakış türünde genellikle anlatıcı dinin diğer dinlerin iddialarını geçersiz sayması, kendini ise merkeze koymasından dolayı, bütün dinler için geçerli bir sosyolojik mihenk noktası üretmek mümkün olamaz.
19. yüzyılda gelişen sosyoloji disiplini içinde din de özel bir yer tutmuştur. Çünkü din bütün insan topluluklarında yer alan kelimenin tam anlamıyla bir sosyolojik kurumdur. Toplumun olduğu her yerde din de şu veya bu şekilde var olmuştur. Sanayileşmenin etkisiyle bu döneme kadar yaşanan hızlı ve baş döndürücü toplumsal değişimden din de nasibini almış. Avrupa’da Rönesans ve reformasyon döneminde din algısında önemli değişimler meydana gelmiş, uzun yıllara yayılan din savaşları ve akabinde sanayi toplumunun etkisiyle yaşanan sekülerleşme süreci dine yönelik bakışı da derinden sarsmıştı. Sanayi toplumunun birçok dinî inancı aynı toplumda bir araya getirmesi sonucunda giderek artan bir görecelilik duygusu dinin hakikat iddiasına karşı sarsıcı bir etki yaptı. Avrupa’da din politik bir baskı altında kalmadan önce bu toplumsal gerçeklik ve ideolojik söylem baskısını hissetmiş, giderek artan sorular karşısında cevap üretme kabiliyetini yitirmiştir.
Gerçekten de dünyanın sanayileşmenin etkisiyle büyük bir dönüşüm içinde olduğu 19. yüzyılda dine bir gelecek biçilemiyordu. O yüzden bu dönemlerde sosyolojik araştırmaların önemli bir kısmı dini toplumsal bir kurum olarak alsalar da onun çözülmeye ve yok olmaya mahkûm olduğunda neredeyse birleşiyorlardı. Bu düşünceye paralel olarak paylaştıkları bir kanaat de dinin insan uydurması olduğuydu. Sosyolojinin kurucusu sayılan Auguste Comte tarihi doğrusal bir ilerleme mantığı üzerine kuruyordu. “Üç hâl yasası” olarak bilinen bu kurgusuna göre, Comte, dini “teolojik” dediği birinci hâle ait görüyordu. “Felsefi” dediği ikinci halde zayıflayarak da olsa ayakta kalmış olan dinin, geleceğin “pozitif-bilimsel” halinde tamamen yok olacağını öngörüyordu.
Din Kökenine Dair Sosyolojik Teoriler
Dinin toplumda ne tür bir işlevi olduğu, toplumsal olayları nasıl etkiliyor olduğu, aile, ekonomi, siyaset ve eğitim gibi diğer kurumlarla ne tür bir ilişki içinde olduğunu tespit etmek nispeten kolaydır ve bunlar din sosyolojisinin aslında en temel ve görece kolay cevap verebileceği sorularıdır. Oysa din sosyolojisinin temel referansları sayılan isimlerin dinle ilgili sordukları sorular bunlarla sınırlı kalmamıştır. Onlar dinin nasıl ortaya çıktığı gibi hiçbir zaman öğrenemedikleri ve belki de sosyolojik olarak hiçbir zaman tam olarak bilinemeyecek bir sorunun peşinden gitmişlerdir. Bu konuda sergilenen yaklaşımlar aslında bir yandan da sosyolojinin çok temel bir metodoloji sorununu da açığa çıkarmıştır. Sosyologların bir çoğu bu sorunu fazla önemsemeden, bir kısmı kendi gözlemlerinden yola çıkarak retrospektif bir okumaya gitmiş, bazen de bu sorunu atlayarak söylemek istediklerini söyleyince, ortaya garip bir durum çıkmıştır.
Dinin toplumsal işlevlerini mevcut din pratiklerinden yola çıkarak temellendirmek mümkündür. Ancak dinlerin kökenine ilişkin bir açıklama yapmaya uzandığında bunu tümdengelimsel bir yaklaşım benimsemeden temellendirmek mümkün görünmüyor. Bu noktada Durkheim’in çalışmalarına yön veren varsayımlar dikkate alınmaktadır:
- Dinin en ilkel toplumlarda da bulunan temel bir şekli vardır ve ilk ortaya çıktığında nasıl ise bu şekil bugünkü ilkel kabilelerde de aynı şekliyle bulunabilir.
- Din toplumların gelişmesine paralel olarak basitten karmaşığa, çok tanrılılıktan tek tanrıcılığa doğru bir evrim geçirir/geçirmiştir.
- Durkheim dinin basitçe insan tarafından ve toplumsal bir işlevi yerine getirmek üzere uydurulmuş olduğu varsayımına dayanıyor. Her toplumda bulunuyor olmasından hareketle bu işlevin toplum için çok önemli ve evrensel nitelikli olduğunu kabul ediyor. Ancak bu kabul, dinin sonuçta uydurulmuş olduğunu düşünmesine engel değildir.
- Durkheim’in dinin kökenine dair yaklaşımı diğer pozitivist gelenekten gelen çağının düşünür ve sosyologlarınkini tekrarlamaktadır. Ancak bütün bunlar dinin ilk kökeninin ne olduğuna dair bu kadar kesin konuşmaya imkân vermez. Çünkü din fikrinin ilk defa bütün insanlığın aklına nasıl gelmiş olduğunu bugünden bilimsel bir yolla tespit etmenin imkânı yoktur. Çünkü:
- Bugün bazı ilkel kabilelerde dinin yaşanma biçimi dinin geçmişteki bütün örneklerde böyle yaşanmış veya böyle doğmuş olmasını da göstermez.
- Nasıl bugün ilkel kabilelerle eş zamanlı olarak alabildiğine gelişmiş medeniyetler örneklerini beraber sergiliyorlarsa geçmişte de en ilkel sanılan dinsel biçimlerle eş zamanlı olarak daha medeni veya karmaşık versiyonlar da ortaya konulmuş.
- Dahası çok ilkel sayılabilecek bazı toplumlarda yine tek tanrılı dinsel inançların varlığı da gösterilebilir. Tek tanrılı dinsel pratiğin tarihi de çok eski zamanlara götürülebileceği gibi bazı tektanrılı dinlerin kısa bir süre içinde pagan bir kültüre doğru farklı bir değişim yaşadıkları da görülmüştür.
- Esasen dinlerin kökeninin çok tanrılı olduğu ve dinlerin tek tanrılı bir dine doğru bir evrim geçiriyor olduğu düşüncesi basit bir evrimci tarih anlayışını temel almaktan kaynaklanıyor. Oysa bu temel varsayımın kendisi sorunludur.
Köken sorunu sadece din konusunda değil, aile ve siyasetle ilgili diğer konularda da benzer yanlışlara yol açmıştır. İlk dönem hakkındaki bilgiler ampirik değil mantıksal olarak temellendirilir. O mantığın temeli ise;
- Bütün toplumların aynı süreçlerden geçtiği,
- Bu sürecin basitten karmaşığa, özel mülkiyetin yokluğundan mülkiyetli topluma ve ailenin de mülkiyetin bir parçası olduğu,
- Bugünün ilkel kabilelerinde (nasılsa gelişimini tamamlamamış toplumlar olması dolayısıyla) eski toplumun görülebileceği gibi alt varsayımlara dayanıyor.
Din Sosyolojisi ve Dinî Sosyoloji Farkı
Din sosyolojisi, dinin bir toplumsal kurum olarak toplumdaki rolünü ve etkisini incelemeye çalışan bir bilim dalıdır. Dinin şu veya bu şekilde olması, şu veya bu içeriğe sahip olması burada önemli değildir. Toplumlarda paylaşılan belli bir kutsallık inancı ve bu kutsallık etrafında paylaşılmış bir uygulamalar alanı varsa sosyoloji için ilgiye veya kayda değer bir din olgusu da var demektir. Sosyolojinin görevi paylaşılan bu kutsallıkların toplumda ne ölçüde etkili olduğu, toplumu bir arada tutma veya başka toplumlara dair ne tür algılar ürettiği ve bu algılardan ne tür toplumsal dayanışma veya çatışmaların ortaya çıktığını tespit etmeye çalışmaktır. Bunun yanı sıra, din sosyolojisinin görevi bu asgari haliyle tespit edilen din olgusunun diğer sosyolojik kurumlarla olan etkileşimlerini de inceler.
Diğer sosyolojik kurumlardan siyasetle din arasındaki ilişki de her zaman din sosyolojisinin önemli konularından birisi olmuştur. Teokrasi, laiklik veya din devlet ilişkilerine dair diğer kombinasyonlar da din sosyolojisinin önemli konularındandır. Demokratik siyasete katılımda bulunan vatandaşların davranışlarında dinî inanç veya cemaatleşmelerinin etkisi de din sosyolojisi açısından her zaman önemsenen konulardan olmuştur. Bir başka sosyolojik kurum olarak eğitim ile din arasındaki ilişkiden de din sosyolojisinin ilgileneceği bir dizi soru üretilebilir. Dinin kendisinin eğitim rolü veya eğitim ihtiyacı olduğu açıktır. Din sosyolojisi din kurumunun diğer sosyolojik kurumlarla olan ilişkisini, dinsel davranışla diğer sosyolojik davranışlar arasındaki ilişkiyi anlamaya ve açıklamaya çalışan sosyolojinin bir alt disiplinidir.
Dinî sosyoloji ise sosyolojiyi dinin veya belli bir dinin perspektifinden ele almaktır. Buna göre söz konusu dinin nasıl bir toplum yapısı önerdiği, kurumlar arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine dair tespitlerinden ziyade önerileri temellendirilmeye çalışılır.
Dinin Sosyolojik İncelemesi: Metodoloji Tartışması
Metodoloji her zaman bir şeyin aslına en uygun bilgiyi elde etmenin yolunu ifade eder. Sosyolojik metodolojide de din olgusunun toplumdaki etkilerini, insanlar için anlamını gerçeğe en yakın şekilde çözümlemek hedeflenir. Metodoloji eleştirisi de belli bir yöntemin bize belirli bir konudaki bilgiyi yeterince verip verememesiyle ilgilenir. Din ile belli sosyal olgular arasındaki ilişkileri anlamak önemli olduğundan dinin etkisinin nasıl ortaya çıktığını tespit etmek çok önemlidir. Bu da insanların olaylara hangi anlam kodlarıyla baktıklarını tespit etmekle başlar.
Dinî incelemenin bir yolu olarak bir din cemaatinin referans aldığı metinleri incelemek sıkça başvurulan bir yoldur. Bu yola başvururken çok dikkatli olmak gerekiyor. Zira bu yol o dinin teorik veya doktrin temelini verse de işin sosyolojik yansımaları hususunda her zaman sağlıklı bir sonuç vermez.
Dinin sosyolojik incelemesi yapılırken her şeyden önce o dinin bir gerçeğinin veya özünün olduğu düşüncesi pek dikkate alınmaz. Asıl olan o dinin belli bir dönemde belli insanlar tarafından nasıl anlaşılıp o anlama şeklinden nasıl bir pratik ortaya çıktığıdır. Bu pratiğin toplumsal değişme veya gelişmede nasıl bir rol oynadığı da önemlidir. Sosyoloğun din hakkındaki incelemelerinde kendini dinlerin veya belli din yorumlarının iddialarıyla tartışır bulması sıkça rastlanan bir durumdur. Bundan kaçınmak çok önemlidir.
Bir Sosyal Faktör Olarak Din ve Dinî İnançlar
Sosyoloji sosyal aktörlerin, yani insanların birbirleriyle etkileşimlerini, bu etkileşimler sonucunda ortaya çıkardıkları sosyal olay ve olguları ele alır. Sosyolojik anlamda farklı Allah düşüncelerinin insanların hayatları üzerinde farklı etkileri oluyor. Farklı dinî inançlar farklı eylem tarzlarını ortaya çıkarabiliyor. Bu dinî inancın insan hayatı üzerindeki etkisini gösteriyor. Tanrı veya din sonuçta insanın zihninde veya kalbinde olan bir konu olsa da insan davranışları üzerinde en azından bu yolla da olsa bir aktör olarak etkide bulunmaktadır.
Klasik Sosyolojik Teorilerde Din
Klasik sosyoloji teorisyenler için dinin yeri, işlevi ve konumu konusu çok özel bir yere sahiptir. Toplum filozoflarından Jean-Jacques Rousseau, John Locke ve Thomas Hobbes’dan Montesquieu ve Alexis de Tacqueville’ye ve Vico, Newton, Hume, Spinoza, Leibniz, Kant ve Hegel’e kadar bütün büyük felsefecilerin dine dair bir açıklamaları veya duruşları olmuştur.
Sosyolojinin kurucusu olarak kabul edilen Comte aynı zamanda pozitivizmin de kurucusudur. Din hakkındaki görüşleri çok karmaşıktır. İnsanlık tarihini bir evrim süreci içinde değerlendirmiş ve dinin de bu evrim sürecine paralel olarak bir değişim geçirdiğini düşünmüştür. Comte dinin toplumda oynadığı olumlu işlevlerine inandığı ama bu işlevine rağmen dinin insan zihni tarafından uydurulmuş bir hurafe olduğu inancında olmuştur.
Marx’ın din hakkındaki görüşleri onun toplumsal yapı hakkındaki genel görüşleriyle tutarlı bir görünüm sergiler. Bu görüşe göre dinin gerçek bir varlığı yok, olsa olsa maddi dünyanın çarpıtılmış bir yansımasıdır ve toplumdaki işlevi de bu temel varsayıma göre değerlendirilmelidir. Dinin insan zihninin bir tasarımı olduğu düşüncesi Marx’a yeter görünmüş, sonrasında bu üretimin mahiyeti üzerine kendi eleştirisini katmıştır. Bu çerçevede dinin bireysel değil toplumsal bir ürün olduğunu ve bu ürünün de yanlış ve aldatıcı bir dünya oluşturduğunu anlatır. Bu yanlış ve aldatıcı dünya tıpkı ideoloji gibi egemenlerin çıkarına hizmet eder, egemenlerin kurduğu dünyanın yeniden üretilmesine katkıda bulunur.
Din sosyolojisinin gerçek anlamda çerçevesi belirlenmiş bir disiplin olarak ilk defa Durkheim tarafından uygulanmış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öncelikle din olgusunu bütün boyutlarıyla anlamaya çalışmış ve onun toplumdaki rolünü, işlevini ampirik yöntemlere dayanan yaklaşımlarıyla açıklamaya çalışmıştır. Durkheim yapısalcı-işlevselci düşüncenin en önemli ismi sayılır. Toplumu bir organizma olarak düşünmüş ve her toplumsal kurum veya birimin bu yapıda bir işlevi yerine getirdiğini düşünür. Dinin de işlevi toplumu bir arada tutmak, toplumu kaynaştırmaktır.
Yorumlamacı sosyolojinin ilk ve en önemli ismi olan Weber’in din sosyolojisi ile ilgili çok özel ve güçlü çalışmaları vardır. Onun dine dair yaklaşımı sosyal eylem hakkındaki tanımıyla tutarlıdır. Sosyolojinin başlıca rolünü sosyal eylemin yorumlanması ve anlaşılması olduğunu söyleyen Weber’e göre “sosyal eylem” de anlamlı eylemden ibarettir. İnsan bütün eylemlerini bir anlam atfederek yapan bir varlıktır. O yüzden yemek yemek, içmek gibi en temel beşeri hareketlerini bile hayvanlardan farklı olarak kendi kültürel farklılığını, yani anlamını atfederek yapar. O yüzden yemek yeme adabı veya davranışları her kültürde değişir.
Gerçekliğin Zihinsel İnşası Ve Din (Fenomenoloji ve Etnometodoloji)
Fenomenoloji din çalışmalarında insanların dünyayı zihinlerinde nasıl ve hangi kavramlarla kurduklarını araştırır. Gerçekliğin gerçekte ne olduğu değil, o gerçekliğin insan zihnine nasıl yansıdığı önemlidir. Gerçekliğin insan zihnine yansımasını sağlayansa insan zihninin içindeki kavramlar, insanın hayat tecrübesinde yaşadıklarıdır. Fenomenin Türkçesi görüngü, Osmanlıcası zahiriyedir. Dinin zihinde kurguladığı kutsal ve din dışı ayırımı toplumsal hayattaki sınırları ve parametreleri oluşturur. Bu saatten sonra dünyamızın sınırları da oluşmaya başlar. Bu da dış gerçekliğin anlaşılması için zihnimizin derinlerine doğru bir yolculuğun çok önemli olduğunu ifade eder. Din her şeyden önce bir inanç olarak bir güçlü bir zihinsel performanstır. Bu performans gerçekliğin algılanması, etkilenmesi ve dönüştürülmesinde çok önemlidir.
Etnometodoloji nin de temeli fenomenolojiye dayanır. İnsanların zihinlerine gerçekliğin yansıyan bir görüntüsü vardır ancak bu görüntünün her insan tekinin zihninde aynı olduğunu söylemek mümkün değildir. Buna mukabil herkes kendi zihnine yansıyan gerçeklik ile başkalarının zihnine yansıyan gerçekliğin aynı olduğunu zanneder veya varsayar. Zaman zaman bazı testlerde aslında birbirimizle aynı gerçeklik algısına sahip olmadığımızı fark etsek bile bu anlaşmazlıkları görmezden geliriz, çünkü bir yandan da ortak bir dünyada yaşıyor olduğumuz düşüncesine ihtiyaç duyarız. Bunun sağladığı bir güven duygusu vardır. Aksi durumda toplumda düzen tesis etmek mümkün olmaz.
Hem fenomenoloji hem de Etnometodoloji; hem geleneksel hem modern toplumda din olgusunun nasıl işlediğini anlama konusunda çok önemli bir metodolojik yaklaşım sunuyorlar. Bu yaklaşım dinin mahiyeti, doğruluk iddiaları ve kökeni hakkında bir iddiadan ziyade insanların zihnine din de dâhil olmak üzere gerçekliğin nasıl yansıyor olduğu ve bu yansıyan görüntünün dönüp tekrar gerçekliği ne şekilde etkilediğini anlamamıza yardımcı olur.