DİPLOMASİ TARİHİ - Ünite 3: Diplomasinin Tarihsel Gelişimi - II Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Diplomasinin Tarihsel Gelişimi - II

Birinci Dünya Savaşı ve “Yeni Diplomasi”

Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkmasıyla beraber Avrupa büyük güçleri arasında olan barışın sonu geldi. Böylece “klasik” diplomasiye destek olan güçler dengesi sistemi de çökmüş oldu. Sistemin çöküşüne ise çeşitli unsurların bir araya gelmesi yol açtı. Bu unsurlardan bazıları şunlardır:

  • Alman Birliğinin gerçekleşmesi,
  • Teknolojik değişimin Sanayi Devrimi’ni savaş alanına sokması,
  • Sanayi Devrimi’nin kendisidir.

Alman Birliğinin gerçekleşmesiyle ilk defa geleneksel Avrupa sistemi içinde sınırlanamayacak kadar büyük ve dinamik bir devlet ortaya çıkmış oluyordu. Silahların evrimi ve savaş alanında yer almaları da Birinci Dünya Savaşı, savaş öncesi düzenin sonunu getirdi. Aynı zamanda Sanayi Devrimi halkın sahneye çıkmasına ve dış siyasetin demokratikleşmesine yol açtı. Artık bu süreçte kitlelerin hissi eğilimleri dış politikada ağırlık taşıyordu.

Sık sık ortaya çıkan bunalımlar, koloni savaşları ile Balkanlar ve Uzakdoğu’daki ihtilaflar, güçler dengesi ve askeri ittifaklar sistemini sürdürülemez hale getirdi. Bu doğrultuda büyük güçler kalıcılıklarını veya statülerini tehlikede görünce savaş yoluna başvurmadan çekinmediler.

Aslında savaş sırasında diplomasi ölmedi. Temsilciliklerin çoğu faaliyetlerini sürdürmekteydi. Savaşın ilk üç yılında diplomasi eskiden olduğu gibi gizli bir biçimde yürütüldü. İttifak Devletleri gizli bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun bölünmesi ve paylaşılması konuları üzerine müzakere ettiler.

Bu dönemde Müttefikler ve İtilaf Devletleri küçük Balkan ülkelerinin desteğini alabilmek için diplomasinin meşru yöntemlerinin dışında yer alan her türlü siyasi hile ve entrikalara başvuruyorlardı. Aynı zamanda dışişleri bakanlıkları dışındaki devlet kurumları da daha fazla söz sahibi olmaya başlamışlardı.

Savaş sırasında, savaşın tarafları hasımlarını zayıflatmak için milliyetçi veya komünist devrimci hareketleri teşvik etmekteydiler. Bu şekilde birçok azınlık grupları propaganda ve yıkıcılık amaçlarıyla kullanılmışlardır. Bu gibi faaliyetleri tam anlamıyla diplomasi şeklinde nitelendirmek mümkün olmasa da, devrimciler veya isyancılarla pazarlıkların diplomatlar aracılığıyla yürütüldüğü bir gerçektir.

Savaşta hasım tarafın moralini çökertmek, yeni dostlar kazanmak gibi halkın sadakatini korumakta oldukça önemli olmaktaydı. Bu doğrultuda savaş döneminde hükümetler bazı politikalarını kamuoyu önünde sergileyerek “açık diplomasi” ilkelerini hayata geçirmeye başlamışlardı. İngiliz Dışişleri Bakanlığının bu doğrultuda bir enformasyon dairesi kurması da buna örnek olmaktadır.

Böyle bir ortam içerisinde geleneksel diplomasiye yönelik en büyük darbe Wilson tarafından gelmiştir. Wilson Amerikan Senatosu’nda yaptığı bir konuşmada eşitler arasında müzakere edilecek bir “zafersiz barış” yapılması çağrısında bulundu ve güçler dengesinin yerini alacak bir “ortak güç” sisteminin kurulmasını desteklediğini belirtti. Ayrıca gizli diplomasiyi reddederek “açık olarak müzakere edilecek açık anlaşmalar”dan söz etmeye başladı.

Wilson tarafından ifade edilen Yeni Diplomasi kavramı temelde yeni değildi. Esasen Yeni Diplomasi yerine ve zamana göre değişken nitelikte ve her tarihi önemli değişimden sonra uluslararası ilişkilerde gündeme gelen bir kavramdır. Fakat Yeni Diplomasi Wilson tarafından ortaya atıldığı haliyle kavramsal olarak “yeni” olmasa da içerik olarak bakıldığı zaman ve uluslararası ilişkilere “”ahlak” kavramını sokması bakımından “yeni” sayılmaktadır.

Çarlık Rusya’nın 1917’de çökücü ve geçici liberal bir hükümetin kuruluşu Rus diplomasisi yönünden başlangıçta bir değişiklik yaratmasa da Bolşeviklerin Petrograd’daki darbesi ve iktidara gelişleriyle Rusya’da her şey gibi diplomasi de kökünden değişti. Bolşevikler diplomatik servislerini sıfırdan başlattılar.

Bolşevik darbenin hemen sonrasında Sovyet dış ilişkileri daha önce görülmemiş bir saydamlık içinde yürütülmekteydi. Aynı zamanda Sovyet hükümeti gizli diplomasinin sona erdiğini de açıkladı.

Sovyet devleti dış ilişkilerinde önemli araçlar olarak benimsediği yıkıcı faaliyet ve propaganda tekniklerini geliştirmeye girişmişti. Rusya sonuçları ne olursa olsun Rusya dışındaki tüm devrim hareketlerine destek vermek istiyordu ve bu Sovyet diplomasisinin başlıca hedefi olarak kabul edilmişti.

Bolşevikler Sovyetler Birliği’nin uluslararası düzeyde tam olarak tanınmasından çok sonra da dış ilişkilerini biri diplomatik diğeri devrimci olmak üzere iki farklı düzeyde sürdürdü. Fakat bu ikilik Sovyetlerin dış politika uygulamalarında uyumsuzluklara ve çelişkilere neden oldu.

Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde genel beklenti barışın teminat altına alınacağı ve yeni ve daha adil bir uluslararası düzen kurulmasıydı. Kasım 1918’de Almanya ile imzalanan mütarekede, imzacı devletlerin nihai barış anlaşmasına esas olarak Wilson’un on dört noktasının alınmasını kabul etmeleri, uluslararası ilişkilerde, Harold Nicolson’un daha sonra “demokratik diplomasi” diye adlandıracağı, yeni bir çağın açıldığını haber veriyordu. Ancak bu böyle olmadı. Güç dengesi ve ulusal çıkar yaklaşımlarının yerine, uluslararası adalet, hukuk ve dayanışma kavramlarının hakim olacağı bir Yeni Diplomasi yaratılması iddialarına rağmen 1919-1920 yıllarında toplanan Paris Konferansı aslında 19. Yüzyıl konferans diplomasisinin uygulamalarından pek de farklı biçimde gerçekleşmedi. Her şeyden önce konferans, birçok gazetecinin umduğu gibi açık bir forum şeklini almadı.

Konferans Versailles Antlaşması’yla sona erdi. Wilson’un ısrarıyla Milletler Cemiyeti Sözleşmesi de bu belgenin ayrılmaz parçası haline getirildi.

Milletler Cemiyeti tecrübesi ise uluslararası ilişkilere 20. Yüzyılda getirilen belki de en önemli yenilik sayılabilir. Kısa ömürlü olmasına rağmen günümüzün çok taraflı diplomasisinin temelleri bu kuruluşla atılmıştır.

Milletler Cemiyeti’nin diplomasi alanında getirdiği en önemli yeniliklerden birisi memurları üye ülkeler uyruklu olanlar arasından atanan uluslararası bir sekretaryaya sahip olmasıydı. Fakat birçok yönden savaş sırasında dile getirilmiş olan umut ve taleplere, Milletler Cemiyeti cevap verememiş, uluslararası dayanışma ve işbirliği taraftarlarının tam da istemedikleri şekilde bir avuç büyük gücün hâkimiyetinde kalmıştır.

İki Dünya Savaşı Arası Dönem Ve Diplomasinin Yozlaştırılması

Yeni diplomasiyi eleştirenler, başarılı olmak için halka hoş görünmek isteyen politikacıların ya gereksiz tavizler vermeleri ya da bunun tersine çok katı tutumları almaları risklerinin çok fazla olduğunu düşünüyorlardı. Konferans diplomasisi yanlıları da bu riski ortadan kaldırmak ve halkın eleştirilerinden kaçınmak için görüşmelerini son derece gizli tutmaya çalışıyorlardı. Fakat bu durumda da Milletler Cemiyeti’ni destekleyenler, müttefiklerin savaş öncesi yöntemlere geri döndüğünden yakınmaya başlamışlardı.

Özet olarak diplomasinin ezeli sorunlarından olan, uluslararası ilişkilerin profesyonel diplomatların aracılığı ile mi, yoksa bizzat politikayı belirleyenler tarafından mı yürütüleceği sorusu ile diplomat-politikacı ilişkileri bu yıllarda da yoğun bir biçimde tartışılıyordu.

İki savaş arası yıllarında, büyük devletlerin çoğunun dışişleri kurumları yeni bir uyum ve reform sürecine girdiler.

20. yüzyıl dünya politikalarının sık sık ön plana çıkan teması olan, diplomatik uygulamaların ideolojinin gereklerine uydurulması konusu, iki savaş arası dönemde de gündemin üst sıralarındaydı. 1930’lara gelindiğinde ülkelerin çıkarlarını savunmak kadar sosyalist ideolojiyi yayma görevini üstlenseler de, Sovyet diplomatlarının müzakerelerde uyguladıkları yöntemler ve temaslarında izledikleri usuller Batılı meslektaşlarınınkinden farksız hale gelmişti. Bunun yanında, örneğin İngiliz, Fransız ve Amerikalı diplomatların da müzakere masalarındaki yaklaşımlarına ülkelerinin sahip olduğu liberal değerlerin biçim verdiği açıktı.

Wilhelmstrasse’deki dışişleri bakanlığı hakkında hiç de fazla sempatisi olmayan Hitler, başlangıçta dışişlerine müdahale etmemiştir. Hatta Hitler kısa zamanda eski ekolden diplomatların yararlı olabileceklerini bile keşfetmişti.

Nasyonal Sosyalist dönemde Alman dışişleri politikası Hitler’in hakemliğinde çok başlı bir hale gelmiştir. 1938’e gelindiğinde ise Hitler Avrupa diplomasisinin gelenek ve değerlerini tamamen hiçe saymaktaydı. Yabancı diplomatları pek az kabul eden Hitler, diğer ülke liderleriyle görüşmelerinde, pazarlık ve uzlaşıya imkân bırakmayan bir monolog tarzı benimsemişti. Artık Alman dış politika araçları müzakere ve anlaşmalar değil, kasten yaratılan bunalımlar, tehdit ve şantajlardı.

Hitlerin kitlelerin duygularına seslenerek, kendi kaderini kendi tayin etme ilkesini azami ölçüde istismar etmesi, halka açık olmaya dayanan “yeni diplomasi”nin yöntem ve ilkelerinin kabaca çirkinleştirilmesi anlamına geliyordu. Sonuçta diğer Avrupalı ülkeler Almanya ile anlamlı müzakerelere devam etmenin boşuna olduğunu anladı. Böylelikle 1914’te olduğu gibi 1939’da da diplomasinin barışı sağlama misyonu başarısızlığa uğramıştı.

İkinci Dünya Savaşı Sırasında Diplomasi

1939’da İkinci Dünya Savaşı patlak verince, savaşan taraflar, Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi avantaj sağlayabilmek için müttefikleri ve tarafsız ülkelerle bazı diplomatik düzenlemelere girişti. Özellikle ticari konular diplomasi gündeminin ilk sıralarında yer alıyordu.

Bu dönemde, büyük güçlerin siyasi liderleri, yirmi yıl öncesine nazaran, kişisel diplomasi yürütmeye daha fazla eğilim gösteriyorlardı. Siyasi liderlerinin zirve toplantıları serisinin yanında dışişleri bakanları da yoğun bir doğrudan temas faaliyetleri içerisindeydi.

Klasik diplomasi zaman alan bir süreçti ve dediklerini en kısa yoldan yaptırmaya alışmış politikacılar, dış temaslarında diplomatların uymalarını istediği usulleri fazla sınırlayıcı buluyorlardı. Bu yaklaşım nedeniyle bazen dışişleri bakanları dahi basit birer kâtip durumuna düşebiliyorlardı.

İkinci Dünya Savaşı ile birincisi arasındaki benzerliklerden bir tanesi; savaş sırasında profesyonel diplomatlar kadar meslekleri veya siyasetteki yerlerinden dolayı bazı dış görevlere uygun sayılan kişilerin de elçi olarak görevlendirilmesidir.

Savaşın Hitler’in Nazizmine karşı “her dünya”nın mücadelesi şeklinde bir ideolojik renk kazanması, savaşan tarafların tarafsız ülkelerin kamuoyunun sempatisini kazanma yarışına girmelerine yol açmıştı. Bu nedenle profesyonel diplomatlar Birinci Dünya Savaşı’na nazaran propaganda ve halkı etkileme tekniklerini daha iyi anlayıp kullanmaya başlamıştı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok taraflı kuruluş ve ilişkilerin hızla çoğalması ve Soğuk Savaş’ın dünyayı iki kampa bölmesi, diplomasiye damgasını vuran iki önemli faktör olmuştur.

Günümüz diplomasisinin giderek en önemli bir faaliyet çerçevesi haline gelen çok taraflı uluslararası düzeninin temelleri, daha İkinci Dünya Savaşı devam ederken atılmaya başlamıştı. Bu düzenin ana unsuru Birleşmiş Milletler olmuştur. Birleşmiş Milletler savaş sonrası dönemde gerçek olacak ve tüm ülkelerin üye olduğu bir kuruluş haline gelecektir.

Geleceğin bu evrensel kuruluşuna 1944 Ağustos ve Eylül aylarında Dumbarton Oaks’da toplanan bir Amerikan, İngiliz ve Sovyet diplomat grubu biçim verdi. Savaş sonrasında Birleşmiş Milletler zamanla çeşitli ihtisas kuruluşlarının da etkisiyle çok geniş bir sisteme dönüştü.

Bu gelişme doğal olarak ülkelerin diplomatik servislerinde önemli değişiklikler yapmasını gerektirdi. Her şeyden önce dışişleri bakanlıkları merkez teşkilatında çok taraflı siyasi ve ekonomik ilişkiler bölümleri genişletildi ve giderek daha fazla ağırlık kazandı.

Ortadoğu ve Güneydoğu Asya ile Afrika’da gerçekleşen sömürgesizleştirme süreci sonucunda yeni bağımsızlıklarını kazanan ülkelerin sayısının süratle artması, uluslararası ve bölgesel kuruluşların ve işbirliği girişimlerinin bu ölçüde artmasına neden olmuştur.

19. yüzyılda dünyaya yayılmış olan Avrupa devletler sistemi ve diplomasisinin, Avrupalı sömürgeci devletlerden bağımsızlıklarını kazanan Asya ve Afrikalı yeni ülkeler tarafından da benimsenmesi bir anlamda doğaldı. Amerika kıtasında da savaş öncesinden bu yana zaten İngiltere, Portekiz ve İspanya’nın eski sömürgeleri dış ilişkilerini Avrupa modeline göre yürütüyorlardı. Fakat model belli olmakla beraber, uygulaması çok kolay olmadı.

Her şeyden önce, tamamı gelişme yolunda, yoksul ülkeler olan yeni bağımsız devletleri ağır mali yükler bekliyordu. Ayrıca bu devletlerin yepyeni dışişleri teşkilatları kurmaları ve nitelikli diplomatik personel bulmaları ayrı bir zorluk olmaktaydı. Bunların yanı sıra İkinci Dünya Savaşı sonrası doğan yeni devletler arasında diplomasi açısından hazırlıklı olanlar da bulunmaktaydı. Fakat bu ülkeler için bile diplomasi pahalı bir işti.

Genel olarak bir başka sorun da kayırmacılık yapılarak Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yeteneksiz ve kişisel gösteriş peşinde kişilerin büyükelçi atanmasının bu masrafları ölçüsüz şekilde artırmasıydı.

Yeni ülkelerin sayısının İkinci Dünya Savaşı sonrası altmış yıllık dönemde bu kadar süratle artması, özellikle Batılı büyük ülkelerin başkentleri ile Moskova ve Beijing gibi merkezlerde diplomatik misyon enflasyonuna yol açtı. Aynı zamanda var olan diplomatların sayısı ise her bir merkez için on binlere ulaştı. Bu sayıların da gösterdiği gibi büyük merkezlerde, eskiden kordiplomatik mensupları arasında doğan ve esprit de corps diye adlandırılan yakınlık ve dayanışma atmosferi büyük ölçüde kayboldu.

Birleşmiş Milletler üyelerinin yüz doksanlara ulaşması, uluslararası kuruluşların sayısının artması ve diplomatik gündemin giderek çeşitlenmesi ABD, AB üye ülkeleri ve Sovyet Rusya ve sonra Rusya ile Çin başta olmak üzere hemen hemen bütün ülkelerin dışişleri servislerinin de büyük ölçüde genişlemesine ve yüklerinin artmasına neden olmuştur. Birçok hükümetin diplomatik personeli azaltmak ve bazı dış misyonları kapatmak gibi tasarruf önlemlerine başvurmasına rağmen, diplomasi 20. Yüzyıl ortalarının en süratle büyüyen sektörü olmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sonunu hemen izleyen yıllardan başlayarak, ülkelerin büyük çoğunluğunun bir yanda Batı diğer yanda Doğu Bloku şeklinde ikiye bölünmesi; bunun yanı sıra blok önderi olan ABD ve Sovyet Rusya’nın bloksuz ülkeleri kendi taraflarına çekme çabaları, Sovyetler Birliği’nin 1989’dan itibaren dağılmaya başlamasına kadar diplomasi uygulamasını derinden etkilemiştir. “Soğuk Savaş diplomasisi” genel olarak blok mensubu diplomatların karşı blok diplomatlarını bir düşman ve hasım olarak görmeleri esasına dayanıyordu.

Barış içinde birlikte yaşama ve yumuşama yıllarında dahi Batı ve Doğu temsilcilerinin diyaloğu son derece katı ve soğuktu. Özellikle Doğu Bloku diplomatları kendi çevrelerinde kapalı bir yaşam sürdürür, kural olarak duvarlarla çevrili büyükelçilik lojmanlarında kalırlardı. Söz konusu diplomatlar bulundukları ülke makamları veya Blok dışı ülkeler diplomatlarla hiçbir zaman yalnız olarak ilişki kurmaz, ziyaretler en az iki veya üç kişilik gruplar halinde gelirlerdi.

Çok taraflı kuruluş ve forumlarda her blok çoğunlukla kendi liderinin etrafında aynı ve neredeyse tamamen karşı tarafın aksi görüşleri dile getirir ve bir retorik düellosu sürdürürdü. Batı Bloku üyeleri nispeten daha farklı görüşler ortaya koyabilirken Doğu ülkelerinin Moskova’nın çizgisi dışına çıkmaları söz konusu olmazdı.

Bu şekilde kırk yıldan fazla süren bu dönemde, diplomatlığın esas niteliği olan uzlaşı arayışı karşılıklı blok ülkeleri arasında adeta askıya alınmıştı. Sovyetler Birliği çöküp, Doğu Bloku dağıldıktan sonra bilinen gelişmeler çerçevesinde, eski blok ülkelerinin karşılıklı diplomatik uygulamaları da normalleşme sürecine girdi. Bununla beraber, değişim o kadar ani ve beklenmedik biçimde olmuştu ki, diplomatlar yeni koşullara uyumda biraz zorlandı.

İkinci Dünya Savaşı sonrası diplomasisine damgasını vuran iki gelişmeden daha söz edilebilir. Birincisi, siyasi liderlerin daha önce de mevcut olan kişisel diplomasi uygulama eğilimlerinin artarak sürmesi ve uluslararası müzakerelerde doğrudan temas yönteminin yaygınlaşmasıdır. İkincisi de devlet ve hükümet başkanları arasındaki zirve toplantılarının düzenli hale gelmesidir. Söz konusu eğilimler de doğal olarak mukim temsilciliklerin ve profesyonel diplomatların hareket ve yetki alanını önemli ölçüde daraltmıştır.