DOĞAL KAYNAKLAR VE ÇEVRE EKONOMİSİ - Ünite 2: Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkışı ve Nedenleri Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 2: Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkışı ve Nedenleri

Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkışı ve Nedenleri

İnsanın doğal çevresi ile ilişkisinin başladığı günden bu yana çevre ve ekonomi arasında karşılıklı ilişkiler bulunmaktadır. Çevre sorunları insanın çevresiyle ilişkisinden kaynaklanan olumsuz ilişkilerden doğmaktadır. Teknolojik gelişmeye bağlı olarak insanoğlunun çevreye verdiği zarar artmıştır. Özellikle küresel düzeyde hızlı nüfus artışı, ve beslenme ihtiyacı nedeniyle yeni tarım alanlarına duyulan ihtiyaç nedeniyle ekolojik sistem sürekli zarar görmüştür. Küreselleşme sürecinde önemli değişimler, kazanımlar gerçekleşirken, ekonomi içerisinde, doğal kaynak ve çevre ile ilgili sorunların da boyutları önemli oranlarda artmıştır.

Çevre sorunları insanoğlunun ekonomik faaliyetleri yoluyla doğal kaynaklar üzerinde kurmuş olduğu baskının, çevrenin taşıma kapasitesinin artması nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Kentleşme, demografik olduğu kadar ekonomik, siyasal, toplumsal ve teknolojik boyutları da kapsayan bir süreçtir. Ayrıca kentleşme toplumun ekonomik, siyasal, sosyal, siyasal yapısını, teknolojik değişimleri, insan tutum ve davranışlarını da değiştiren ve etkileyen bir olgudur.

Hızlı nüfus artışı, nüfusun doğal kaynaklara göre dağılımındaki dengesizlikler çevre sorunlarının başlıca nedenlerindendir. Nüfus artışıyla birlikte göçün sürekli ve yüksek oranlarda artması kentlerde kentleşme ve çevre sorunlarını da artırmaktadır.

Göç ve dengesiz kentleşme, toprak kaymasına ve çölleşmeye, arazilerin yok edilmesine, yakacak ihtiyacı için orman ve bitki örtülerinin yok edilmesine, sanayi üretim artışı ve yerleşim yerlerinin artmasından dolayı sera gazlarının artmasına, hava ve su kirliliğine, gürültü ve trafik sıkışıklığına neden olmaktadır. Sanayileşme günümüzde çevre sorunlarının temel nedenidir.

Sanayileşmeyle birlikte nüfus yoğunlaşması ve buna bağlı olarak ekonomik değişimler dışsal maliyetler yaratmaktadır. Bu dışsal maliyetler sanayinin katı, sıvı ve gaz atıklarıdır. Bu atıklar sadece insanlara ve diğer canlılara zarar vermekle kalmaz tüm ekolojik dengenin bozulmasına ve değişmesine neden olur.

Ekonomik büyüme, bir ülkenin bir yıl içinde üretim kapasitesinde veya reel gayri-safi yurtiçi hasılatında (GSYH) görülen ve sayısal olarak ölçülebilen reel artışlardır.

Ekonomik ve teknolojik ilerleme insanoğlunun varlığını sürdürebilmesi ve refah düzeylerini yükseltebilmesi için çok önemli araçlardır. Fakat bu araçlar aynı zamanda birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Ekonomik büyüme sonucu üretim ve tüketimdeki artışlar doğal kaynakların enerjinin aşırı kullanılmasına neden olurken suyun havanın, toprağın kalitelerinin bozulmasına, bitki ve hayvan türlerinin yok olmasına, verimli tarım arazilerinin azalmasına, sanayi atıklarının artmasına neden olmaktadır.

Çevre korumaya yönelik ülkelerin yapmış oldukları çaba ve harcamalarla ilgili olarak Almanya ve Japonya örnek gösterilebilir. Almanya’da reklamların yaklaşık %50’si çevreyle ilişkilidir. Almanya ve Japonya’da ise enerji ve hammadde tüketimi azaltılmış, teknoloji kullanımında ortaya çıkan risk ve tehlikeler en aza indirilmiş, hammadde ve enerji kaynaklarının yeniden kullanılmasına yönelik imkânlar arttırılmıştır.

Toplumsal ve ekonomik olarak azgelişmişlik kalkınmanın önemli problemlerinden birisi olup birçok ekonomik ve sosyal sorunların da kaynağı olmaktadır. Azgelişmiş ülkelerin en temel ekonomik ve yapısal özellikleri şunlardır;

  • Düşük kişi başına gelir,
  • Dengesiz gelir dağılımı,
  • Tasarruf ve yatırımların düşüklüğü,
  • Sermaye birikiminin yetersizliği,
  • Zorunlu ihtiyaçları gideren malların, tüketim bileşeninde yüksek pay alması,
  • Yetersiz beslenme,
  • Yetersiz eğitim,
  • Hızlı nüfus artışı,
  • Dengesiz kentleşme,
  • Yetersiz, kötü çevre şartlarında barınmadır.

Azgelişmişlik ve yoksulluk, sanayileşmiş ülkelere göre çevre sorunlarını doğrudan artıran bir neden olmamakla birlikte doğal kaynakların tükenmesi ve çevrenin bozulmasında etkili olan bir durumdur. Azgelişmiş ve yoksul ülkeler, kalkınma ve modernleşme adına toplumsal ve doğal kaynakları, sanayileşmiş ve gelişmiş modern ülkeler tarafından sürekli sömürülmektedir.

Mutlak yoksulluk, hane halkı ya da bireylerin biyolojik olarak varlıklarını sürdürebilmeleri ve üretebilmeleri için ihtiyaç duydukları asgari gelir ve harcama düzeyidir.

Küreselleşme ve Çevre Sorunları

Küreselleşme, ticari, mali ve sınai sermayenin faaliyet alanının giderek daha büyük ölçüde ulusal sınırları aşarak dünya çapına yayılması ve bunun uzantısı olarak da küresel kapitalist iktisadi sistemin iktisadi ve siyasi yönetiminin ulusal çapı aşan düzenlemelerle yönetilmesidir. Küreselleşme eğilimleri, 18. ve 19. yüzyıllarda Sanayi Devrimi ile başlamış ve 20.yüzyılda daha da belirginleşmiştir. 21. yüzyılda da en önemli değişim ve gelişmelerden birisi olarak görülmeye devam etmektedir. Sanayileşme ve kapitalizmin yeni kaynak ve pazar arayışı amacıyla dünya ülkelerine açılması ile birlikte ülkeler arası karşılıklı bağımlılık ve dayanışma dinamikleri de oluşmuştur.

Küresel çevre sorunu ilk olarak Roma Klübü’nün “Büyümenin Sınırları” raporunda vurgulanmaktadır. Raporda doğal kaynakların tükenmesi ve çevre sorunlarının küresel düzeyde algılanması gerektiği üzerinde durulmaktadır.

Sınır ötesi çevre sorunları 1973 yılında OECD’nin yapmış olduğu bir tanımlamadır ve uzun süredir de kabul edilen bir çevre sorunu özelliğidir. Bu sorunlara örnek olarak, Batı Avrupa’da Ren Nehrindeki kirliliktir. İsviçre, Fransa, Almanya, Hollanda’nın kendi çıkarları doğrultusunda yapmış oldukları ekonomik faaliyetler nehrin kirlenmesine neden olmuştur. Bu konudaki diğer örnekler ise Akdeniz ve Baltık Denizi, Nil Nehri, ABD ve Kanada tarafından kullanılan ve kirlenen büyük göllerdir. Artan kirlilik nedeniyle, deniz, göl ve nehirlerin atıkları yok etme potansiyelleri iyice azalmıştır ve ülkeler arasında hep sorun olmuştur.

Küreselleşme, ekonomik büyüme ve teknolojik gelişme üzerinde yaratmış olduğu fırsatlar sayesinde toplumların refahını da olumlu yönde etkilerken, diğer yandan, yoksullaşmayı, gelir eşitsizliğini, çevre sorunlarını da olumsuz yönde etkileyen bir süreçtir.

Constantini ve Monni (2007)’e göre, ekonomik refah ve yaşam kalitesi ile doğal kaynaklar ve çevre arasındaki birbirine bağlı etkileşimde doğal kaynaklar ve çevrenin sadece büyümeyi sınırlayıcı etkisi düşüncesi küreselleşme süreci ile birlikte değişmiştir. Bu düşüncede,

  1. Küresel iklim değişiminin ekonomik gelişme üzerinde ciddi bir tehdit olarak ortaya çıkması,
  2. Yoksulların, iklim değişiminden en olumsuz şekilde etkilenecek kesim olmaları ve
  3. Gelişmekte olan ülkelerin, iklim değişimine uyum sağlayacak yapısal önlem ve uygulamaları hayata geçirebilmek üzere desteğe ihtiyaç duymaları; çevre ve ekonomi ekseninde oluşturdukları küresel politikaların, sadece çevresel ve ekonomik değil, aynı zamanda sosyal bir içeriğe da sahip olmalarını zorunlu kılmaları etkili olmuştur.

Küresel Çevre Sorunlarının Boyutları

Doğal kaynaklar ve çevre, ulusal ve uluslararası gelişme ve politikaları etkilemesinden dolayı ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki sonuçlar doğuracak kararlarda da yer almaya başlamıştır.

Küresel platformda ülkeler ise ekonomik, siyasal teknolojik ve demografik faktörlerin de etkisiyle olumsuz değişimlerden farklı şekillerde sorumludurlar. Bu bağlamda küresel çevre sorunlarına neden olan ülkeler dört grupta toplanmaktadır.

  1. Birinci grup ülkeler, sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerdir. Bu ülkelerin küresel çevre sorunlarının meydana gelmesindeki payları çok büyüktür.
  2. İkinci grup ülkeler ise hızlı nüfus artışları ve kalkınma ile ilgili birçok problemleri olan az gelişmiş ülkelerdir. Bu ülkelerde sanayileşmenin neden olduğu dışsallıklar çevre sorunlarını yaratmaktadır.
  3. Üçüncü grup ülkeler, Sanayileşme çabaları olan gelişmekte olan ülkelerdir. Hızlı sanayileşme ve kentleşme süreçleri nedeniyle ağır ve zehirli sanayi atıkları ve emisyonları, havanın suyun, bitki örtüsünün niteliklerini bozarken, nüfus artışı ve dengesiz kentleşme konut, barınma ve her türlü alt yapı sorunları yaratarak çevre sorunlarının artmasına neden olmaktadır.
  4. Dördüncü grup ülkeler ise eski Doğu Bloku olarak adlandırılan günümüzün Doğu Avrupa Ülkeleridir. Bu ülkelerde gelişmiş ülkelerin ihtiyacı olan hammadde, enerji ve işgücü kaynakları olması nedeniyle doğal kaynakları, enerji kaynakları ve çevresel varlıkları hızlıca tükenmektedir.

Küresel Çevre Sorunları Türleri

Küresel çevre sorunları kaynağı farklı olup, tek başına ortaya çıkan her türlü çevre kirliliğidir. Yerel veya bölgesel olarak ortaya çıkan ve tanımlanan bu sorunlar, küresel iklim değişimine, sera gazları birikimiyle ozon tabakasının incelmesine, tropik ormanların yok olmasına, biyolojik çeşitliliğin azalmasına, hava kirliliği ve asit yağmurlarının artmasına neden olduğu gibi yarattığı sonuçlar küresel düzeyde olmaktadır.

Sanayiden kaynaklı yoğun gaz atıkların ve sera gazlarının atmosfere salınmasıyla ozon tabakası incelmektedir. Ozon gazı açısından zengin olan ve yeryüzünden 25 km kadar yükseklikten başlayan ve 40 km yukarısına kadar çıkan atmosfer katmanı ozon tabakasıdır. Bu tabaka, güneşten gelen zararlı ışınların yeryüzüne gelmesini engelleyerek absorbe etmektedir. Eğer bu koruyucu atmosfer tabakası olmasaydı, Dünya üzerinde yaşam olamayacak kadar soğuk bir yer olacaktı. Ayrıca atmosferin % 99’undan fazlası oksijen ve azot gazlarından oluştuğu için bu gazlar, güneşin zararlı ışınlarını da tutamayacak hale geleceklerdi. Ozon tabakasına zarar veren kimyasal maddelerin en önemlileri ve bilinenleri metan gazı, diazot monoksit gazı, karbondioksit ve kloroflorakarbon gazlarıdır. Özellikle ABD’nin, İngiltere’nin Almanya’nın, Fransa’nın, Rusya Federasyonu’nun, Japonya’nın Çin’in Hindistan’ın, Brezilya’nın bu gazların emisyonunda ve üretiminde payları çok yüksektir. Kanada Montreal’de ozon tabakasındaki incelmeyi yaratan kimyasalların ve maddelerin kullanılması ve üretimi yönünde bir “Ozon Tabakasını İncelten Maddelere İlişkin Montreal Protokolü” imzalanarak bu maddelerin kullanımı ve üretimi konusunda uluslararası kurallar belirlenmiştir. Uluslararası düzeyde bu etkili çalışmalar ve görüşmeler sonucunda 1995 yılında kloroflorokarbonların üretimi en üst seviyede olan 1988 yılına göre % 76 azalmıştır.

Küresel ısınma ve iklim değişikliği son yıllarda tüm dünyada tartışılan ve acil önlem alınması gereken konulardan biridir.

Küresel ısınma, insan faaliyetleri sonucunda meydana gelen sera gazları bazı gazların atmosferde son yıllarda artması sonucunda meydana gelmektedir. Başlıca sera gazları ise, karbondioksit, karbon, ozon, metan, azot ve kloroflorokarbon gazlarıdır. Bu gazlar yeryüzü üzerinde sera etkisi yaratarak yeryüzünün ısınmasına ve iklim değişikliklerine neden olmaktadır.

1980-1990 yıllarında atmosferde bulunan karbondioksit gaz› 21. yüzyılın başlarında ikiye katlanmıştır. Bunun sonucunda ise, dünyanın sıcaklığı 20.yüzyıl boyunca ortalama 0.74 ?C artmış ve 1800’lü yıllardan bu yana son 15 yıl şu ana kadar, yaşanan en sıcak yıllar olmuştur. Ayrıca Küresel ısınma ve değişen iklim koşulları nedeniyle 20. yüzyıl boyunca, kutupsal kara ve deniz buzları ve dağlardaki karlar erimiş ve bu nedenle deniz suyu düzeyi 17 cm kadar artış göstermiştir. Sıcaklıkların artması ile ortaya çıkan diğer bir olumsuz sonuç ise deniz, göl nehir gibi büyük su alanlarının buharlaşması ile ortaya çıkan aşırı yağışlar ve sel felaketleri ve şiddetli kasırgalardır.

Sanayileşmiş ülkelerin küresel ısınma ve iklim değişimine neden olan sera gazlarının emisyonunda payları çok yüksektir. 1979 yılında Dünya Meteoroloji Teşkilatının aracı olmasıyla “Birinci Dünya İklim Konferansı” yapılmıştır. Konferans’la birlikte küresel düzeyde iklim değişikliği ile mücadeleye yönelik ilk adım atılmıştır. Daha sonra ise iklim değişimine neden olan sera gazlarının emisyonlarının azaltılması amacıyla Birleşmiş Milletler altında Dünya Meteoroloji Teşkilatı ile birlikte 1988 yılında Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli oluşturulmuştur. IPCC (Intergovermental Climate Change Panel) adında iklim değişimi konusunda uluslararası bilimsel bir komite oluşturulmuştur. Bu komitenin amacı, iklim değişikliği ile ilgilenenlere tarafsız, dengeli bilimsel olarak kapsamlı değerlendirmeler yaparak bilimsel çalışmalar ortaya koymaktadır.

1990 yılında ise iklim değişikliğinin önlenmesi konusunda “İkinci Dünya İklim Konferansı” Cenevre’de yapılmıştır. Küresel düzeyde iklim değişikliği ve sera gazları ile ilgili olan konferansta Türkiye’nin de bulunduğu 137 ülke tarafından Bakanlar Deklarasyonu onaylanmıştır.

1992 yılında Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BM‹DÇS) Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansında imzaya açılmış, 1994 tarihinde ise yürürlüğe girmiştir. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin (BMİDÇS) temel amacı, iklim değişikliğine neden olan sera gazı emisyonlarını belli bir düzeyde kalmasını sağlamaktır.

1997 yılında ise Japonya’nın Kyoto şehrinde Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) toplantısında “Kyoto Protokolü” olarak adlandırılan karar kabul edilmiş ve 2005 yılında ise yürürlüğe girmiştir. Kyoto protokolü, atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyede dengede kalmasını sağlayan bir protokoldür. Kyoto Protokolü kararı, 2008-2012 yılları arasında sanayileşmiş ülkelerin emisyonlarını 1990 yılına göre en az yüzde 5 oranında azaltmalarına yöneliktir.

Küresel bazda önemli çevre sorunlarından bir diğeri ise; bitki örtüsünün ve tropik ormanların yok edilmesidir.

Küresel platformda sera gazlarının azaltılması ve iklim değişikliği konusundaki müzakereler ve politikalar günümüzde de hâlâ devam etmektedir. 2020 sonrası iklim değişikliği rejiminin çerçevesini oluşturan Paris Anlaşması, 2015 yılında Paris’te düzenlenen BMİDÇS 21. Taraflar Konferansı’nda kabul edilmiştir. Anlaşma, 5 Ekim 2016 itibariyle, küresel sera gazı emisyonlarının %55’ini oluşturan en az 55 tarafın anlaşmayı onaylaması koşulunun karşılanması sonucunda, 4 Kasım 2016 itibariyle yürürlüğe girmiştir. Paris Anlaşması, 2020 sonrası süreçte, iklim değişikliği tehlikesine karşı küresel sosyo/ekonomik dayanıklılığın güçlendirilmesini hedeflemektedir. Paris Anlaşması’nın uzun dönemli hedefi, endüstri yelleşme öncesi döneme kıyasen küresel sıcaklık artışının 2°C’nin olabildiğince altında tutulmasıdır. Bu hedef fosil yakıt (petrol, kömür) kullanımının tedricen azaltılarak, yenilenebilir enerjiye yönelinmesini gerektirmektedir.

Doğal Bitki Örtüsü ve Tropik Ormanların Yok Edilmesi

Doğal bitki örtüsü ve ormanlar, ekolojik sistem içerisinde çok önemli olan ve biyoçeşitliliğin, karadaki en önemli yaşam ortamlarından da birisidir. Bitki örtüsünün zarar görmesi ve ormanların tahribi, biyoçeşitliliğin, habitatların, farklı türlerin ve gen çeşitlerinin, su havzalarının, balıkların ve iklim dengelerinin de yok olması demektir. Orman alanları, beslenme ve tarım üretimi için, ağaç işleri ve yakacak, hammadde, madencilik, altın arama, ilaç endüstrisi için tahrip edilerek, nitelikli ve verimli orman alanları sürekli azalmaktadır. Ormanların yok edilmesiyle birlikte sera gazlarından olan karbondioksitin miktarı gitgide artmaktadır.

Özellikle tropik ormanların bulunduğu azgelişmiş ve yoksul ülkelerde, yoksulluk ve aşırı nüfus baskısıyla birlikte yağmur ormanları bilinçsiz bir şekilde yok edilmektedir. Tahrip olan doğal ortamla birlikte tüm canlılar da yok olmaktadır. Ormanların tahribi her gün en az bir memeli, kuş veya bitki örtüsünü de yok etmektedir.

Küresel olarak artan kuraklık, çölleşme, sel felaketleri, bitki ve hayvan çeşitliliğinin azalması ve azgelişmiş ülkelerde artan açlık ve yoksulluğun nedenleri arasında orman alanlarının ve bitki örtülerinin nicelik ve nitelik olarak azalması ve yok olmasıdır. Bu bağlamda küresel olarak 1988 yılında yağmur ormanlarının korunmasına yönelik Toronto’da yapılan “7’ler Zirvesi’nde” uluslararası, ekonomik ve siyasal düzlemde konunun önemi ve yapılması gerekenler tartışılmıştır. 1992’de ise Rio de Janerio’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda (UNCED) tüm ülkeleri içine olan çevre sorunları için;

  • “Çevre ve Kalkınma Üzerine Rio Bildirgesi”,
  • “Gündem 21”
  • ”Orman İlkeleri Sözleşmesi”,
  • “İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması”,
  • "Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi” gibi beş ayrı belgeden oluşan eylem planı hazırlanmıştır.

Sanayileşme, fosil yakıtların kullanılması, motorlu taşıtlardan çıkan egzoz gazları ve termik santralleri faaliyetleri sürekli havayı kirleterek kükürt dioksit, azot oksit, partikül madde ve hidrokarbon yaymaktadırlar. Artık hava kirliliği, sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelerin sorunu olmayıp azgelişmiş ve yoksul ülkelerin de önemli çevre sorunlarındandır.

Sanayileşme, kentleşme, tarımsal gübreler, kullanılan kimyasal maddeler, termik santraller, seller, erozyon gibi doğal afetler, ormanların tahrip edilmesi, turizm gibi faaliyetler hava, su, toprak kirliliğine neden olmaktadır. Nükleer enerji santralleri, radyoaktif artıklar, radyoaktif kirliliğin en önemli kaynaklarıdır. Radyoaktif maddeler yaydıkları elektonlar aracılığıyla hava, su, toprak ve tüm canlılara zarar verir.