DÜNYA EKONOMİSİ - Ünite 7: Yeni Dünya Düzeni Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Yeni Dünya Düzeni

Giriş

Yeryüzünde iki insanın yaşamaya başladığı andan bu yana dünyada ast-üst ilişkisi, yani hiyerarşik yapı bulunmaktadır. Binlerce yıldır yarışın özü değişmemiş, kullanılan yöntemler ve mücadelenin çapı değişikliğe uğramıştır. En güçlü, birinci, egemen olmak için aileler, kabileler, devletler mücadele etmiş, ancak şimdi bu yarış bloklar düzeyinde görülmeye başlanmıştır.

Eski Dünya Düzeni

1648’de yapılan Westphalia Barış Anlaşması ile birbirleriyle amansız rekabet içindeki büyük ülkeleri hanedanlıklara, dini inançlar ve dillere göre bölerek Kıta Avrupası’na huzur getireceği düşünülmüş, ancak bu anlaşma düzen arayışlarına cevap getirmediğinden kararsızlık Fransız İhtilali’ne (1789) kadar sürmüştür. İhtilal sonucu milliyetçiliğin daha da güçlenmesi mevcut düzeni çok ince hesaplarla, dikkatlice ayarlanmış “Bugün var, yarın yok” ittifaklarının sağlanmasına yol açmıştır. 1815 Viyana Kongresi’nde rekabet hâlindeki güçler arasında uzlaşma sağlandığı ve “barış yüzyılı” tesis edildiği zannedilmiş, ancak bu aldatıcı görünüm uluslararası ilişkileri daha tehlikeli boyutlara ulaştırmıştır.

1945 yılı öncesi dünya düzeni : Sanayi Devrimi öncesine bakıldığında geleneksel güç dengesi uygulanmakla birlikte Büyük Britanya dünyada söz sahibi olmuştur. Yani Pax Britannica dönemi yaşanmıştır. Sanayi Devrimi’nin belirtileri Britanya’da ortaya çıkmış olmasına rağmen, bu sıralarda gelişme hızı ABD’ye kıyasla yavaş olmasından dolayı 1980’lere kadar süren Amerikan hegemonyasının hüküm sürmesine (Pax Americana) neden olmuştur. Bu dönemin I. Dünya Savaşı’na kadar olan döneminde geleneksel güç dengesi uygulanmış, buna rağmen savaş önlenememiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında 1815-1822 yılları arasında uygulanan koalisyona benzer koalisyon Milletler Cemiyeti aracılığıyla oluşturulmaya çalışılmış, ancak egemen devlet olan ABD’nin koalisyon dışında kalması nedeniyle başarılamamıştır. Sonuçta dünyanın yeniden paylaşılmasına yol açan II. Dünya Savaşı patlak vermiştir.

II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı iki kutuplu dünya düzeni: Batı Bloku ABD önderliğinde bir araya gelmişti ve Doğu Bloku Sovyetler Birliği’nin (Rusya) etrafında yer alanlardan oluşmaktaydı (s: 136, Şekil 7.1). İki kutuplu dünyada bir uzlaşma düzeni değil, güç yarışması ve çatışmalarla dolu bıçak sırtı dengesi kurulmuştur. Bu dengenin en çarpıcı ispatları ise 1962 Küba Krizi, Vietnam ve Kore Savaşları’dır. Her iki kampa karşı olan bir diğer hareket ise üçüncü dünya ülkelerinin koalisyonudur. Bu koalisyonun iki bileşeni vardır: Bağlantısız Hareketi ve 77’ler Grubu (koalisyonun ekonomik yönünü temsil etmektedir). Bağlantısızlar Hareketi iki kutuplu dünyayı eleştirerek barış içinde yaşamayı öneriyordu. Bu Hareket önemli sonuçlar doğurmamış ve dünya düzeyinde bir değişikliğe yol açmamış olmasına rağmen iki sistemin de yayılmasında önleyici rol oynaması açısından önemlidir.

Batı Blokunda baş gösteren sorunlar ve eski dünya düzeninde beliren çatlaklar : 1970’lere kadar Batı Blok’unun hızlı gelişmesi, OPEC’in petrol fiyatlarını yükseltmesi, ABD ve Hollanda’ya petrol satışını kesmesi, paralar ve altın üzerine spekülasyonların neden olduğu Bretton Woods sisteminin çökmesi sonucunda “boşluğun” oluşması ile kesilmiş oldu. Bağlantısız Hareketi ve 77’ler Grubu’nun üçüncü dünya ülkelerinin dünya politik arenasında ağırlıklarını ortaya koymaları başlangıçta oturtulmuş düzende bir değişiklik yapacak nitelikteydi. OPEC’in de petrol fiyatlarını yükselterek Batı’nın başını ağrıtacağı görünümü vermekteydi. Ancak 3-4 yıl gibi kısa bir süre sonra durum tersine döndü ve Batı Bloku yeniden kuralları dikte edebilecek duruma geldi. Oluşan ortamda dünya iki yolun birinden ilerlemeye devam edebilirdi: Ya diğer ülkeler de Avrupa ve hızla ilerleyen Uzak Doğu ülkeleri gibi koruma duvarlarını yeniden örecek ya da uluslararası ilişkilerde yeni ufuklar açacak yeni düzen arayışlarına girişilecekti. ABD ve Avrupa dünya ekonomik liderlik için yarışırken birebir aynı politikaları izlemişlerdir. ABD ticaret ve finans alanlarında tam serbestliği savunurken, Avrupa sanayi ve tarım sektörlerini korumak için ortak politikalar takip etmiştir.

Yeni Dünya Düzenine Geçiş

Yeni dünya düzeninin ekonomik alandaki kemik yapısı 1980’lerin başlarında belirmeye başlamıştır. Piyasa ekonomisinin hâkimiyeti, uluslararası ticaret ve sermaye hareketlerinde maksimuma varan serbesti ve bölgesel ekonomik blokların belirleyici güç olmaları Yeni Dünya Düzeninin (YDD) ekonomik yönünü belirlerken, siyasi açıdan nasıl bir düzen kurulacağı az çok ancak 1990’ların ortalarında ortaya çıkmaya başlamıştır. İki kutupludan ABD üstünlüğünün olduğu tek kutuplu dünya düzenine geçilmiştir.

Yeni dünya düzenine yönelik ilk adımlar: 1980’lere gelindiğinde Batı Blokunun karşısında halâ bir rakibin var olmasına rağmen gelişmiş ekonomilerin çıkarlarını en üst düzeye çıkarma çabaları aralarında bir çekişmeye yol açmıştı. Gelişmelerin aleyhine sürdüğünün farkında olan ABD öncülüğünde başlatılan serbestleştirme hareketi durumu düzeltmek için yetersiz kaldı. Güneydoğu Asya’nın yeni sanayileşen ülkeleri uluslararası alanda saldırgan politikalar izlerken kendi pazarlarını açmaya yanaşmamaları özellikle ABD’nin ihracat artış hızının düşmesiyle birlikte ithalat artış hızının artmasına ve dış ticaret açığının büyümesine yol açmaktaydı. Benzer yoldan ilerleyen Avrupa Birliği de Amerika’nın üstünlüğe sahip olduğu alanlarda yavaş yavaş hâkimiyeti ele geçiriyordu. Bu yönde en ağır darbe tarım alanında geldi. Bu arada AB’nin parasal ve siyasal birlik oluşturma çabalarının yoğunlaşması Amerika’yı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’ni (NAFTA) kurmaya itti. Japonya’nın da benzer davranışta bulunup APEC’i kurmada öncelik etmesi YDD’nin ekonomik alanda bloklar şeklinde bir gelişmenin devam edeceğini kesinleştirdi.

İki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya: sosyalist kampın çözülmesi: Silahlanma yarışı tam hız devam ediyor olmasına rağmen her iki süper gücün de şu gerçeği kavrayabilmesi fazla sürmedi. Bu yarış kaynakların önemli kısmını çekerek ekonomik olarak diğer ülkelerin gerisinde kalmalarına yol açmaktadır. ABD II. Dünya Savaşı’ndan 1970’lerin başına kadar hem standart sanayi dallarında hem ileri teknoloji üreten sektörlerde rakipsiz durumdaydı, ama bu dönemde standart sanayi dallarında egemenliği AB ve Uzak Doğu’nun yeni sanayileşen ülkelerine bırakmak zorunda kalmıştı. Japonya’nın sıçramasında ise savunma harcamalarının minimuma indirilmiş olmasının rolünün büyük olduğu biliniyordu. Bu durumun önüne geçme çabaları daha 1973 yılında NATO ve Varşova Paktları arasında start verilen Avrupa Konvansiyonel Kuvvet İndirimi (CFE) Anlaşması müzakereleriyle başlatıldı. Ancak yıllarca devam etmesine rağmen bağlayıcı kararlara ulaşılamadı. 1960’ların ortalarına kadar kayda değer gelişme kaydeden Doğu Blokunda bu dönemden sonra durgunluğa girildiğinin işaretleri göze çarpmaktaydı.

1980’li yılların ortalarından itibaren Sovyetlerin başına geçen Gorbaçov’un yeni tavrı ve buna uygun politikaları bir taraftan Batı ve Doğu Blokları arasındaki ilişkilerin ısınmasına yol açarken, diğer taraftan da SSCB içinde dünya gidişatına ayak uydurmayı amaçlayan süreçlerin başlatılmasına yol açmıştır. Sovyet Blokunun çöküşü de bu şekilde başlamıştır.

Doğu Blokunun çözülmesinin sonuçları : Çin ve diğer gelişmekte olan piyasaların 2000’lere doğru hızla yükseldiği döneme kadar tek süper güç olarak Amerika’nın kalması, SSCB’nin dağılması sonucunda olmuştur. Ayrıca ABD’nin, verdiği tüm güç görüntüsüne rağmen siyasal ve ekonomik iç ve dış baskılar yüzünden eski etkinliği kalmamıştır. Soğuk savaşın sona ermesi geleceğe dönük cevabı bilinmeyen birçok soru da bırakmıştı. Bunlardan biri, iki kutuplu dünyanın ortadan kalkması savaşların çıkma tehlikesini arttırdığı mı, yoksa azalttığı mı sorusudur. Tüm ülkelerde demokratikleşme derecesinin artması, iletişim alanındaki gelişmeler ve çevre bilincinin yükselmesi savaş ihtimalini azaltan etkenler arasındadır. Bloklaşma eğiliminin artması askeri alana yansıyarak devletleri birbirlerine bağlaması da askeri gücü kullanma isteğini zayıflatmaktadır. Ancak savaş eğilimlerini güçlendirici gelişmelerde az değildir. Soğuk savaş sırasında iki lider ülke nüfuz altında tuttukları bölgesel güçleri denetleme yetkisine sahiptiler ve karşı karşıya gelmemek için bölgesel çatışmaları sona erdirme eğilimindeydiler. Gelişmiş ülkelerin bütçeden askeri harcamalara ayırdıkları payı azaltmaları olumlu bir gelişme olmakla birlikte, bunların bölgesel çatışmalara müdahale yeteneklerinin ve isteklerinin azaldığının bir işaretidir. Çünkü her geçen gün bu ülkelerin iktidardaki güçleri bu tür harcamaların neden gerektiğini halkına izah etmekte zorlanmaktadırlar. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan durumun istikrarlı olduğu söylenemez. Nitekim üst üste çıkan iç ve dış savaşlar, Rusya’daki belirsizlik ve dağılım sürecindeki ilerlemeler bunun en iyi kanıtıdır.

Yeni Dünya Düzeninin Yapısı

SSCB’nin dağılmasıyla son bulan soğuk savaş sonrası dünyadaki siyasi düzeni değiştirme zorunluluğu ortaya çıkmıştır. ABD kamuoyunun dış yükümlülükleri en aza indirgemek ya da en azından yeni dış yükümlülük almama konusundaki ısrarı askeri alandaki politikaları sınırlamaktadır. Ancak Amerika’nın çıkarları globaldir ve dünyanın herhangi bir yerindeki düzensizlik ABD’yi de etkileyeceğinden elindeki ipleri bırakmamak için mücadele verir ve bunun için tüm olanaklardan yararlanır. ABD, soğuk savaş sırasında Doğu Bloku ile yarışta kullandığı uluslararası örgütleri şimdi kendi amaçlarına ulaşmada aktif bir şekilde kullanmaktadır. Özellikle BM Örgütünün bugünkü şartlar için artık yetersiz, eşit olmayan yapısı buna elverişlidir. AB’nin son yıllarda aldığı yön gelecekte dünyanın ekonomik ama daha çok siyasi yaşamında etkili birim olacağı işaretlerini vermektedir. APEC ve NAFTA’nın şu aşamada daha çok ekonomik birliğe yönelik olduğunu ve AB’nin getirdiği düzenlemeler göz önüne alınırsa, bugünkü konumu daha da sağlamlaştırmış olduğu daha net ortaya çıkacaktır. 1950’lerden 1990’lara kadar geçen dönemde büyük atılım yaparak önde gelen gelişmiş ülkeler arasına girmeyi başaran Japonya’nın dünyanın siyasi arenasında AB ve ABD’nin olduğu kadar etkisi yoktur. Bunun temelinde ise II. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Japonya’nın askeri gücünün olmaması ve aynı nedenden dolayı BM’de etkili bir konuma sahip olmaması yatmaktadır.

21. yüzyılda Çin’in dünyada önemini koruyan bir ülke olması beklenmektedir. Çin’in GSYH olarak sahip olduğu ekonomik büyüklük dünyada ABD’den sonra ikinci sırada gelmektedir ve bu durum onun 21. yüzyıldaki rolünü de yansıtmaktadır. Finansal sektördeki gelişmeler ele alındığında, Çin ekonomisinde yaşananlar, Çin’in ekonomik büyümesindeki hızına ayak uyduracak boyutta değildir. Çin ekonomisinde kurumsal ya da yapısal düzenlemeler finansal sektörde henüz istenilen ölçeğe ulaşmamıştır. Sanayi ve tarım alanlarında da kapitalist sisteme uyumlu ekonomiye geçişte reformlar ve düzenlemeler yapılmıştır. Çin, bu reform süreci içerisinde yabancı yatırımları ülkeye çekebilmek için önemli ve kararlı girişimleri hayata geçirmiştir. Bu alanda Çin’in, kapılarını tüm dünyaya açması ve serbest piyasanın kabul edilmesi reformların merkezinde yer almıştır. Çin tarafından uygulanan reform politikaları dünyaya yeni bir sistem sunmuştur. Çin’in sahip olduğu bu yeni sisteme en basit şekliyle “sosyalist piyasa ekonomisi” adı verilmiştir.

Özellikle 1990’ların ortalarından itibaren gelişmekte olan piyasalardaki olumlu hareketler ile gelişmişlerin yaşadıkları sorunlar dünya sisteminin düzeninde bir kez daha önemli değişimleri getirmiştir.

1990’ların ortasında başlayan ve hâlen devam eden süreçte gelişmekte olan ülkelerden bir grup “Yükselen Piyasalar” olarak ayrışmıştır. Bu grup hızla gelişmiş ülkelerin ekonomik seviyesine doğru yakınlaşırken diğerleri aynı hızı yakalayamamıştır. Yükselen piyasalar kendisini dünya ekonomisinde ve siyasi hayatında ispatlamıştır. G-7 ve G-8 şeklinde devam eden uluslararası ilişkilere yön veren toplantılar G-20 toplantılarına dönüşmüştür.

G-20; uluslararası ekonomik iş birliğini arttırmayı amaçlayan gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomileri bir araya getiren 19 ülkenin katılımıyla oluşan özellikle global ekonomik gelişmeleri değerlendirerek kararlar alan bir oluşumdur.

Gelişmiş ekonomiler ile yükselen ekonomiler hariç diğer gelişmekte olan ülkeler arasındaki farkın kapanması da söz konusudur. Ancak burada farkın kapanması, diğer gelişmekte olan ülkelerin başarısından çok, gelişmiş ekonomilerin payının azalmasından kaynaklanmaktadır. Dünya ekonomisine ve sosyal yaşamına bakıldığında gelişmekte olanlar ile gelişmişler arasındaki farkın kapandığı izlenebilmektedir. Gelişmiş ekonomilerin GSYH anlamında kaybettikleri payları, yükselen piyasaların aldığı kabul edilebilir. Ancak, diğer gelişmekte olan ülkelerin dünyadan aldığı payda önemli bir değişiklik son 50 yılda izlenmiştir. Gelişmiş ve yükselen piyasalar bir tarafta diğerleri diğer tarafta kabul edildiğinde uçurum hâlen vardır. Dünya ekonomisinde yaşanan gelişmeler, genellikle gelişmişler ve onları yakalamaya çalışanların penceresinden aktarılır. Bir de en altta kalanlar vardır. Dünya ekonomisinden aldıkları pay anlamında oldukça küçük kalmakla birlikte, bu ülkelerde yaşayan nüfus hatırı sayılır ölçüde büyüktür. Aşırı yoksulluk en altta kalanların durumunu ifade etmek üzere kullanılan bir kavramdır. 1990’dan bu yana aşırı yoksullukta önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Dünyada aşırı yoksulların sayısı yarıdan daha fazla oranda azalmıştır. Bu gelişmenin önemli bir bölümü 2000 yılından sonra kaydedilmiştir.

Uluslararası ticarette büyük miktarlarda fazlaya sahip olan Çin, buz fazlalarla, ABD tahvil ve bonolarını alarak ABD açıklarını kapatır. Bu iki büyük ekonomi dengesizliklerinin önemli bölümünü birbirleriyle olan ekonomik ilişkilerle giderir.

Yeni Dünya Ekonomik Düzenin Doğuş Nedenleri

Yeni dünya ekonomik düzeni aynı zamanda, dünyayı ikiye bölen ve bir bölümü tümüyle, dünya ticaretinin büyük zenginliklerinin dışında kalan iki kutupluluğun sonudur. Dalgalı biçimde 1970’li yıllarda süren düşüş, 1979-1982 döneminde dibe vurduktan sonra, 1983’ten itibaren tekrar yükselişe geçmiştir. 1989 sonrasında tekrar düşüş trendinin ortaya çıktığı bilinmektedir. Kâr hadlerindeki düşüş sabit sermaye yatırımlarının büyüme hızının yavaşlaması, atıl kapasitelerin ve işsizlik oranlarının yükselmesi, GSYH artış oranlarının düşmesinde ya da kâr hadlerindeki yükseliş, bu büyüklüklerin tam ters yönde değişen göstergelerinde rahatça izlenebilmektedir. Buna, bazı siyasal-ekonomik olayların Batı’nın gücünü sorgular niteliği de eklenmelidir. Bunlardan biri, ABD’nin Vietnam’daki başarısızlığı, bir diğeri 1973 ve 1979- 1980’deki birinci ve ikinci petrol krizlerinde OPEC’in başarısıdır. Bir başka olay da Japonya’nın ve Asya Kaplanları’nın sanayi ve ihracat alanındaki devlet destekli başarılarıdır. Hepsi sonuçta kâr haddini etkiliyor olsa da ciddi siyasal boyut da içermektedirler. Karlılıktaki değişmeler kapitalizmin olağan konjonktürel iniş çıkışlarından ibarettir. Böyle olsa da kâr hadlerinin dibe vurduğu 1979-1982 arası yıllar, Yeni Dünya Düzeni denilen programın yürürlüğe sokulmasıyla eş anlılık gösterir. 1970’li yılların başından itibaren yürürlüğe girmeye başlayan yeni teknoloji devrimi, önlem paketinin bir boyutunu oluşturur. Kapital yoğunluğu, yüksek yeni teknoloji, kâr haddini yükseltme olanağı vermektedir; faktör tersinmesi yoluyla emek-yoğun mallarda ileri sanayi ülkeleri için rekabet gücü yaratmaktadır. Olayın kurumsal boyutu ise bir yandan çevresindeki ülkelere, ileri sanayi ülkelerinde sermayenin kâr haddini artıracak programların uygulatılmasıdır. Diğer yandan Merkez’in içinde rekabet koşullarının eşitlenmesidir.

Kısacası, Yeni Ekonomik Düzen, kâr haddindeki düşüşe karşı teknoloji devrimi yanında yürürlüğe konan bir kurumsal dönüşüm programıdır. Öyle ki Merkez-Çevre arasında ya da Merkez’in eşitleri arasında hiçbir ülkenin rekabet koşullarında eşitliği aksatma olanağı olmayacak bir kurgu elde edilmek istenmiştir. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birlikte, tarihte daha önce rastlanan, yaşanan uluslararası oluşumlara göre çok kısa sayılabilecek bir dönemde, hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği boyutlarda değişiklik yaşanmıştır. Sovyetler Birliği dağılmış, Doğu Avrupa ülkelerindeki siyasal rejimler çökmüş, iki Almanya birleşmiştir. Büyük bir hızla gelişen bu olaylar sonunda dünyada iki süper güç arasında nükleer silahlara dayalı “şiddet dengesi” olarak nitelenen denge ortadan kalkmıştır. Yok olan iki kutuplu dünya düzeninin yerini alan yeni bir yapılanma ortaya çıkmıştır.

Dünya Ekonomik Düzenine Darbe: Global Kriz

2008 Krizi, dünyada kapitalist sistemin 1929 yılından bu yana karşılaştığı en ciddi problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kriz hem dünya ekonomik sisteminin yapısının hem de bu sistemin nasıl yönetildiğinin sorgulanmasına yol açarak tarihsel anlamda bir dönüm noktası yaratmış olabilir.

2008 Krizinin önemli noktalarından biri bu krizin bir gelişmiş ülkede hem de ABD gibi dünyanın en büyük ekonomisinde açığa çıkmasıdır. Böyle merkezde yer alan bir ekonomide açığa çıkan krizin dünyaya yayılmaması zaten beklenemezdi. Kriz Amerikan emlak sektöründe kendini gösterdi. Bu sektör ABD ekonomisi için çok önemli ekonomik değerlere sahip bir sektördür. Emlak kredilerinin ipotekle sağlanması ve bu ipoteklerin güvence altına alınması ABD ekonomisinde oldukça alışıldık bir durumdur. Bu uygulama ABD emlak sektörünü global finansal sisteme bağlar. 2007 yılı sonunda ABD’de ev için kullanılan kredilerin toplamı 10,5 trilyon dolara ulaşmıştı. Bu büyüklük ABD GSYH’nin yaklaşık %75’ine denk gelmektedir. Kredi için gösterilen ipoteklerin %85’i de finansal araçlarla güvenceye alınmıştı. Bu finansal araçların birçoğu uluslararası piyasalarda işlem görmektedir. Bu tür işlemlerin birçoğu da Batı Avrupa’da gerçekleşmektedir.

Emlak sektöründe yaşanan bu aşırı canlanma yalnızca ABD’de görülmemiştir. İngiltere, İspanya, İrlanda ve Avustralya gibi ülkelerde de buna benzer durumlar yaşanmıştır. Ancak, ABD emlak sektörü yaşanan global ölçekli finansal krizin tam da merkezinde yer almıştır. Bu finansal kriz tabi ki önce bankacılık sektörünü vurmuştur. Avrupa’daki birçok banka ABD’deki ipotek bağlantılı tahvil ve bono gibi finansal araçlarla ilişkili oldukları için kriz rahatça Avrupa’ya sıçradı. Gelişen teknolojinin getirilerinden biri olan hızlı bilgi aktarımı burada da çalıştı. Global anlamda medya organları ile tüm dünyada panik havası esmeye başladı. Bankacılık sektörünün kısa dönemli gözlüklerle kârı en çoklaştırma istekleri ciddi bir ekonomik krize yol açtı. Sektör daha fazla kâr için daha fazla riski göze alarak kredi kullanımında inanılmaz artışları getirdi ki bunların sonucunda emlak sektöründeki fiyatlarda inanılmaz balonlar oluştu. En sonunda bu balon patladı ve kriz tam anlamıyla global ölçeğe ulaşmış oldu.

Dünya Düzeninde Olası Gelişmeler

Siyasi arenada ABD’nin güç kaybetmesiyle birlikte yükselen Avrupa ve Çin ABD’nin eskiden beri uluslararası kuruluşları kendi kuralları kabul ettirmede bir araç olarak kullanmasına sert tepki göstermektedir. Bu durumda ABD’nin bu tür davranışlarını uzun süre devam ettirmesi söz konusu olamaz. Ancak Avrupa ve Çin diğer devletlerin desteğiyle de olsa ortak çıkarları zedelemeye yönelik tehditlerle başa çıkamayacaklarına göre dünyanın siyasi düzeni en azından önümüzdeki 15-20 yıl üç aktörün uzlaşmacı politikaları tarafından belirlenecek gibi gözükmektedir. Bu sürenin ilerisine bakarak nelerin olacağını kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Çünkü ekonomik anlamda ciddi sıkıntılar yaşasa da askeri anlamda bir güç olduğunu hissettiren Rusya ve ekonomik anlamda yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen hâlen önemli bir sanayi üreticisi olan Japonya’nın bu süre içinde hangi yönde ilerleyecekleri henüz açıkça ortaya çıkmış değildir.

Bilinen ve en yaygın kullanılan kapitalist ekonominin olmazsa olmazı enerjidir. Fosil yakıtlardan yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş süreci yaşansa da anlaşılan bir süre daha fosil yakıtlardan elde edilen enerji dünya ekonomisi için önemini koruyacaktır. Bu anlamda Orta Doğu coğrafyasında yeniden kurulan ya da kurulacak olan sistemler daha anlaşılır hâle gelmektedir. Yine de daha uzun dönemli perspektifte enerji ve üretim ile tüketim anlayışının bugünkü seyriyle gitmesi pek mümkün görünmemektedir.

Çin şu anda geçerli olan kapitalist sisteme göre üretim sistemini ayarladığı için, yaşanacak krizlerde ciddi biçimde etkilenecektir. Bu durum Çin’in gerçek bir dünya gücü olmasını biraz daha geciktirecektir. Gelecekte hem siyasal hem de ekonomik yaşamda yükselen piyasaların yanında bir de başkaldırı başlatanların durumu belirleyici olacaktır.

Dünya düzenine son gelişmeler ışığında bakıldığında Batının materyalist ve ideolojik felsefedeki egemenliğinin kırıldığı izlenmektedir. Bundan sonra dünya kutupsuz bir sistem yerine çok kutuplu bir sisteme doğru ilerleyecektir.