DÜNYA EKONOMİSİ - Ünite 1: Dünya Nüfusu Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Dünya Nüfusu
Giriş
Politik kararların alınmasında dünya nüfusunun artış hızı, artışın kaynaklandığı ülkeler, artış hızının zaman içindeki seyri ve dünya nüfus miktarının gelecekteki düzeyi ile ilgili beklentiler yol gösterici olmaktadır. Dünya nüfusu ile ilgili tahminler, ulusal nüfus büyüklüklerinden yola çıkarak yapılmaktadır.
Dünya Nüfusu ile İlgili Gelişmelerin Ekonomik Refah Üzerindeki Etkisi
İnsanlık, var olduğundan bu yana yaşamını sürdürmek için üretmek ve tüketmek zorundadır. Bir grup düşünür bu çabanın refah artışı ile sonuçlanacağına inanırken, diğer bir grup ise dünya kaynaklarının insanları beslemeye yetmeyeceğinden korkmaktadır. Bu korkunun sebebini de artan nüfus ile artan nüfusun besin, enerji ve çevre kaynakları üzerinde yaratacağı baskıdır.
Merkantalizm, Avrupa’da 16. yüzyıldan 18. yüzyılın ortalarına kadar uygulanan iktisat politikasıdır. Merkantalizm arz yönüne ağırlık vermektedir ve ihracat fazlası yaratarak ulusal parayı güçlü tutmak temeline dayanmaktadır. Merkantalistler, nüfusun sayıca çokluğunu ülke için zenginlik olarak kabul etmişlerdir.
Klasik iktisat, 1776 ve 1843 yılları arasında yaşanan iktisadi gelişmeleri etkileyen ve Batı’ya hâkim olan iktisadi düşünce akımıdır. 1776 yılında A. Smith’in eseri ile “Ulusların Zenginliği” ile başlamış ve 1843 yılında J.
S. Mill’in “Siyasal İktisadın İlkeleri” eseri ile sona ermiştir. Klasik iktisatçıları, merkantilistlerden ayıran temel özellik nicelikten ziyade niteliğe önem vermeleri olmuştur. Nüfus artışı konusunda Malthus eğitimsiz halkın iktisadi gelişmeyi engelleyeceğinden söz ederken; Ricardo az çok fikrinin insanlara kabul ettirilmesinin gerekliliğinden söz etmektedir. Klasikler, bireylerin eğitimli olmalarına vurgu yapmışlardır. William Godwin ve Marquis de Condorcet gibi iyimserler, bilgi birikimindeki artışların çok daha adil ve refah içinde yaşayan toplumlar yaratacağına inanmışlardır.
Tıpkı 200 yıl önce olduğu gibi günümüzde de bir grup düşünür geleceğe umutla bakmaktadır. Bu dönemde Herman Kahn, Julian L. Simon ve Rene Dubas gibi düşünürler, iyimser fikirlerden söz etmektedir. Bir grup çevreci yazar ise sanayileşme ve kalkınma çabalarının kaynaklar üzerinde yol açtığı baskıya vurgu yaparak, dünyanın tehdit altında olduğunu düşünmektedir.
Nüfusun zenginlik kaynağı veya problem kaynağı olarak gören iki farklı bakış açısı günümüzde hala varlığını korumaktadır.
Dünya Nüfusu
Bir ülkenin sahip olduğu nüfus merkantilist ve klasik bakış açısı olmak üzere iki farklı yaklaşımla değerlendirilebilmektedir. Merkantilist bakış açısı ile nüfus, zenginlik kaynağı olarak görülmektedir. Klasik bakış açısı ise niteliksiz emeği, ülke kaynakları üzerinde baskı yaratan bir unsur olarak görmektedir.
Dünya üzerinde yaşayan toplumların sahip oldukları demografik özellikler birbirinden farklıdır. Buna bağlı olarak ortaya çıkan bölgesel farklılıktan kaynaklanan problemler, tüm insanlığı tehdit edebilecek potansiyele sahiptir.
1825 yılında dünya nüfusu 1 milyara ancak ulaşmışken, 19. yüzyıldaki sanayileşme ve modern tıptaki gelişmeler nüfus artışını hızla yükseltmiştir ve 1990’larda dünya nüfusu 5.3 milyara ulaşmıştır. Son yıllarda pek çok ülkede doğurganlık oranlarının kentleşme ve gelişmeye bağlı olarak düşmesi nüfus artış hızını da azaltmaktadır. Ancak dünya nüfusu bu hız kesmeye rağmen artışına devam etmektedir. Çünkü hala yeni doğanların sayısı ölenlerin sayısından fazladır.
Dünya nüfusu, nüfus artış hızı ve büyüklüğü çeşitli ulusal ya da uluslararası örgütlerce takip edilen önemli bir değişkendir ve nüfus tahminleri yaklaşık 227 ülkeden toplanan doğurganlık, ölümlülük ve göç gibi bilgilere dayanılarak yapılmaktadır.
Dünya nüfusu, gelecekle ilgili senaryoların sağlıklı kurulabilmesi için bilinmesi gereken bir değişkendir. Ancak dünya nüfusu ile ilgili sağlıklı tahminler yürütmek, nüfus bilimi ve sosyoekonomik özellikler arasındaki iş etkileşim nedeni ile kolay değildir.
Dünya nüfusu ile ilgili hesaplamalardaki güçlükler nedeni ile gelecekle ilgili farklı nüfus projeksiyonları yapılmaktadır. Nüfus projeksiyonu, doğum, ölüm ve göç hareketlerinin ilerideki eğilimleri ile ilgili belli varsayımlara dayanarak nüfusun gelecek zamandaki gelişmesi hakkında tahminlerin yapılmasıdır.
Nüfus Patlaması ve Sonuçları
Bu süreci 19. yüzyıldaki nüfus patlaması ve 20. yüzyıldaki nüfus patlaması olarak iki aşamada incelemek mümkündür.
XIX. yüzyılda Avrupa’da yaşanan nüfus patlaması: Avrupa’da yaşanan Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra, matbaanın da etkisi ile felsefe ve bilimde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. 17. yüzyıl insanlık tarihine “Us Çağı”, 18. yüzyıl ise “Aydınlanma Çağı” olarak geçmiştir.
17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıkan yeni tutumlar ve dünya görüşü, uyarlık tarihinde “Düşünce Devrimi” olarak adlandırılmaktadır. Böylece insan yaşamının süresini uzatan ve kalitesini arttıran pek çok yenilik hayata geçirilmiştir. Bu gelişmeler toplumlarda yaygın olan küçük yaşta evlenme alışkanlıkları ile de birleşerek 18. yüzyılın sonlarından itibaren nüfus artışını hızlandırmıştır.
Bu nüfus patlamasının olumsuz etkileri özellikle İngiliz adalarında kolayca izlenebilmektedir. Kalabalıklaşan nüfus temel gereksinimlerini karşılayamaz hale geldiğinden kırdan kente büyük bir göç yaşanmıştır. Şehirler, yeni gelenlerin talebine cevap vermekte yetersiz kalmıştır ve işsiz tarım işçileri, işsizliklerinin sebebi olarak gördükleri makinelere saldırmışlardır. Halkı kontrol etmek giderek zorlaştığından, mutlakiyetçi rejimler halk üzerindeki baskıcı rejimlerinin şiddetini arttırmışlardır.
Avrupa’nın içinde bulunduğu bu durum bilim adamlarınca iki şekilde yorumlanmış, bir grup iyimser bilim adamı insanlığın geleceğine umutla bakarken, Malthus basta olmak üzere diğer bir grup bu konuda karamsar olmuşlardır. İki yüzyıl önceki tartışmadan iyimserler İngiltere’den yurtdışına yönelen göçler, İngiltere’de tarımsal üretime uygulanan yenilikler ve kaydedilen ilerleme, İngiltere’de sanayi devriminin başlaması ve verimlilik artışına bağlı gelişmeler sebebiyle haklı çıkmışlardır. Tarımsal ve sınai üretimdeki artış ve verimli topraklara göç eden İngiliz vatandaşları aracılığıyla anavatana gönderilen kaynaklar İngilizleri dünyanın en zengin toplumu hâline getirmiştir. Diğer yandan, tarımsal ekonomik örgütlenmeden, sınai ekonomik örgütlenmeye geçen İngiliz toplumu, geleneksel toplumdan piyasa toplumuna dönüşmüştür ve kitlesel eğitimin yaygınlaşması, kadınların iş hayatına atılması, şehirlerde yaşayanların oranında artış gibi gelişmeler yaşanmıştır. Yaşanan bu gelişmeler aile başına düşen ortalama çocuk sayısının azalması yönünde etkiler yaratmıştır. İngiltere’de nüfus demografik bir geçiş sürecinden sonra istikrara kavuşmuş, nüfus artış hızı önemli ölçüde azalmıştır.
XX. yüzyılda Avrupa dışında yaşanan nüfus patlaması: 20. yüzyılın nüfus patlaması, Afrika, Orta Amerika, Ortadoğu, Hindistan, Çin gibi dünyanın en yoksul ülkelerinin yaşadığı bölgelerde meydana gelmiştir. 1950-55 yılları arasında 47 milyon, 1985-90 yılları arasında 88 milyon, 1995-2000 yılları arasında ise 112 milyon insan dünya nüfusuna eklenmiştir. Henüz sınai üretime dayalı piyasa toplumuna dönüş sürecini tamamlamamış tarımsal ülkelerdeki nüfus artışının en önemli nedeni ise ölüm oranlarındaki düşüştür. İnsan sağlığı ile ilgili olumlu gelişmeler yaygınlaşırken, sınai verim artışına yol açan teknolojik gelişmelerin yayılma hızı çok daha yavaş olduğundan, artan nüfus açlık tehdidi ile karşı karşıya kalmaktadır.
20. yüzyıldaki nüfus patlamasının yol açtığı problemler, ülkelerin çok farklı demografik kalıplara sahip olmasından dolayı 19. yüzyıla oranla daha karmaşıktır. Gelişmekte olan ülkelerde nüfus hızla artarken, artan bu nüfusun yol açtığı baskıyı giderecek kaynaklar ve teknolojinin gelişmiş ülkelerde olması coğrafi kopukluk yaratmaktadır. İnsanlık yeni bir Malthuscu tehdit ile karşı karşıyadır. Nüfus baskısı ile ortaya çıkan ve dünya ülkeleri arasındaki gerilimi şiddetlendiren çelişkiler dört alt baslık altında incelenmektedir:
- Ekonomik büyüme ile ilgili çelişki: Artan nüfusa bağlı olarak ortaya çıkan talebin giderilmesi ekonomik anlamda büyümeyi gerektirir. Ancak nüfus projeksiyonlarına göre gerçekleşmesi beklenen büyümenin mevcut tüketim kalıpları ile sürdürülmesinin mümkün olmadığı h hesaplanmaktadır. Hızlı nüfus artışı dünyayı yağmalamaktadır ve gelişmekte olan ülkelerin hızlı nüfus artışına bir çözüm bulması gerektiği tartışılmaktadır. Ancak bu noktada gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Çünkü gelişmiş ülkeler de yıllardır süregelen alışkanlıklarını devam ettirmek için doğal kaynaklar üzerinde çok daha büyük zararlara neden olmaktadır. Çevreciler bir yanda gelişmiş ülkelerin savurganlıklarının, diğer yanda gelişme yolundaki ülkelerin doğurganlığı ve tüketim düzeylerini yükseltme isteklerinin dünyayı tehdit ettiklerini savunmaktadırlar.
- Askeri nüfusun dağılımı ile ilgili çelişki: Nüfusu azalan toplumların savunma teknolojisine ayırdıkları kaynaklar, tüm insanlık için refah kaybına yol açmaktadır. İnsanlığın temel gereksinimlerini gidermek için kullanılabilecek kaynaklar silahlara, nükleer bombalara yatırılmaktadır. Nüfusu artan toplumlar ise genç ve dinamik erkekleri toplum içinde eritmekte güçlük çekmektedirler. Toplum içindeki şiddet eğilimi artmakta, nüfus artışı ile siyasal, sosyal huzursuzluk ve bölgesel savaş riski arsında yakın bir ilişki ortaya çıkmaktadır.
- Genç ve yaşlı nüfusun dağılımı ile ilgili çelişki: Nüfusun 15 ile 65 yaş arasındaki grubu ülke kaynakları üzerinde en az baskı yaratan, üretken gruplardır. 15 yaşın altındakiler gelişme yolundaki ülkelerin; 65 yaşın üstündekiler ise gelişmiş ülkelerin problemidir. Her iki ülke grubu da toplam nüfusun üretken olmayan büyük bir oranını beslemek zorundadır. Gelişmiş ülkeler üretimde otomasyon ve robot teknolojisine yönelerek bu problemi çözmeye çalışsalar da endişeleri devam etmektedir. Azalan nüfustan kaynaklanan biyolojik soysuzlaşma korkuları pronatalist politikaları ön plana çıkarmakta, ülkelerin farklı etnik gruplar tarafından istila edilebileceği huzursuzluğunu yaratmaktadır
- Göç olgusunun yol açtığı çelişki: Ülke içinde, kırdan kente göç sosyal problemler yaratmaktadır. Aynı şekilde ülkeler arasındaki göçler çok daha büyük problemlere neden olmaktadır. Maddi paylaşım, etnik saflığın bozulması sebebiyle ülke sınırları içinde kontrolün kaybedilebilecek olması, korunan değerlerin zedelenebileceği, salgın hastalık korkusu, insanların kendi ülkelerinde azınlık haline gelmekten korkmaları gibi nedenler bu çelişkinin kaynağını oluşturmaktadır
20. yüzyılın nüfus patlamasının ortaya çıkardığı problemlerin çözümü İngiltere’dekiler kadar kolay olmayacağa benzemektedir. Nüfus baskısının yaşandığı yerlerin dünyanın teknolojik açıdan geri kalmış bölgeleri olması, bu bölgelerle gelişmiş bölgeler arası gelir ve refah farkını giderek yükseltmektedir.Temel gereksinimlerini karşılamaktan aciz toplumlarda ortaya çıkan salgın hastalıklar, açlık, bölgesel çatışmalar gibi problemler yanında AIDS gibi tüm dünyayı tehdit eden ölümcül hastalıkların varlığı nüfus artışı karşısındaki Malthuscu doğal engellerin 20. yüzyılda da işlediğine işaret etmektedir. İngiltere’dekine benzer bir demografik dönüşüm, Singapur, Tayvan, Güney Kore ve Malezya gibi az sayıdaki Asya ülkesinde de gözlemlenmiş, bu ülkelerde ilerlemeye bağlı olarak nüfus artışı düşmüştür. Diğer yandan Avrupa’dan göç alan Amerika, Kanada gibi zengin topraklarda kaynak bolluğu nedeniyle fazla problem yaşanmamıştır. Günümüzde ise kaynaklar üzerindeki baskı hissedilir hale gelmiştir ve göç olayına daha tepkili davranılmaya başlanmıştır. Aslında günümüz nüfus trendleri dikkate alındığında göç, küresel problemlerin çözümüne yardımcı bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde ülkeler dışarıdan gelen göçü çeşitli sınırlamalara tabi tutmak istemektedirler. Ancak çaresiz insanları göçten uzak tutmak mümkün olmamaktadır. Günümüzde göçü uyaran en önemli neden ise enformasyon devrimidir.
Uluslararası Göç Olgusu
Uluslararası göç olgusu Klasik ve Neo-klasik iktisatçıların uluslararası göçle ilgili görüşlerini değerlendirerek incelenebilmektedir.
Klasik ve Neo-klasik yaklaşımcılara göre insanların doğup büyüdükleri topraklardan kopup göçmesi kolay değildir ve insanlar yüksek ücretlerin cazibesine kapılıp ülkelerini terk etmeyeceklerdir. Uluslararası mal ticareti, bu malların üretiminde kullanılan üretim faktörleri fiyatlarını da değişik ülkelerde birbirine eşitleyecektir. Ancak bu analizin açıklayıcılığı sınırlıdır. Ücretlerin dünya genelinde eşitlenmesinin gerçek dışı oluşu yanında, insanları ülkelerinden koparan pek çok siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel neden bulunmaktadır. Göçlerin zararları yanında yararlarının bulunduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Göç alan ülkeler, maliyetine katlanmadan yetişmiş insan gücüne sahip olmakta ve ekonomilerinin canlanmasını sağlamaktadırlar. Öte yandan göç veren ülkeler de işsizlik problemine çözüm bulmaktadırlar. Ayrıca göç veren ülkelerin ödemeler dengesi açıkları, yabancı ülkelere giden vatandaşlarının gönderdiği dövizlerle giderilmektedir.
Uluslararası göç için tercih edilen bölgeler ve uygulanan politikalar: Bu kapsamda Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği’nin göç olgusuna yaklaşımları ve göçle ilgili politikalarında gerçeklesen dönüşüm ele alınmaktadır.
- Amerika Birleşik Devletleri’nin göç politikası: ABD, 200 yıldan beri göç alan bir ülkedir. 1920’li yıllara kadar göçlerle birlikte ABD’ye gelen sermaye refah düzeyini yükseltmiştir. 1920’li yıllarda ise ABD göç politikasına bazı sınırlamalar getirmiştir. 1921’de kabul edilen ilk yasa ile Japonların ve Çinlilerin ABD’ye göç etmeleri yasaklanmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin göç politikası tekrar esneklik kazanmıştır. Bu dönemden sonra kotalar kaldırılmış, akrabalıklara ve mesleki özelliklere dayalı kabuller arttırılmış, Asya kökenli göçlere yeniden izin verilmiştir. Böylece nitelikli elemanların ABD ekonomisine katkılarını arttırmaya yönelik politikalar benimsenmiştir. ABD, göç veren ülkelerle yüzlerce kilometrelik kara sınırına sahip olduğundan dolayı dünyadaki yasa dışı göçlerin yarısının hedefi olmaktadır. ABD’nin temel göç politikası diplomalı ve nitelikli insanları kendine çekerek ekonomik büyümesini destekler niteliktedir.
- Avrupa Birliği’nin göç politikası: Avrupa, 1931’e kadar göç veren bir kıta iken bugün AB sınırları içinde yaşayan yabancı sayısı 8 milyonu aşmaktadır. Avrupa’ya Hintli, Pakistanlı, Jamaikalı, Bangladeşli, Türk, Sri Lankalı, Libyalı, Cezayirli, Faslı birçok göçmen gelmektedir. Örneğin, eskiden işçi ihraç eden İtalya ve İspanya, bugün Kuzey Afrika’dan gelen göç baskısı altındadır. Avrupa ülkeleri arasındaki iç sınırlar ortadan kalkarken, birlik dışındaki ülkelerle olan sınırlar sıkı bir kontrol altına alınmıştır. 1992 yılında Avrupa Parlamentosu tarafından Birlik içindeki yasak göçmenlere karşı caydırıcı politikaların arttırılması yönünde kararlar alınmıştır. Doğu Avrupa’daki çözülmeler beklendiği kadar olmasa da Avrupa içinde büyük bir göç akımına neden olmuştur. Berlin Duvarı’nın 1989’da yıkılması ile birlikte daha cazip Batı bölgelerine göçenlerin sayısı artmıştır. Almanya, Doğu ve Orta Avrupa’dan gelen göçleri karşılayan birincil ülke konumundadır.
Bilginin Uluslararası Göçü
Dünya ülkeleri arasında gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler olmak üzere hiyerarşik bir yapının bulunmasının nedenlerinden biri, bugünün gelişmiş ülkelerinin insan kaynaklarını çeşitli şekillerde kendi çıkarları için kullanabilmiş olmalarıdır.
İnsanlık, Sanayi Devrimi’ni yaşadıktan sonra, üretim sürecindeki sınai örgütlenmeyi düzenleyecek, makineleri icat edecek ve kullanacak nitelikli insan gücünün önemi artmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak eğitilmiş, beceri kazanmış insanlara cazip koşullar, yüksek yaşam standartları sunularak beyin göçü denen olgu yaratılmıştır. Nitelikli insanlara gelişmiş ülkelerin kapıları ardına kadar açık bulunmaktadır.
Günümüzde ise küreselleşme kavramı altında çeşitli boyutlarda incelenen ve ülkeler arası ilişkilerde iletişim ve ulaşım teknolojisindeki gelişmelere bağlı olarak çok büyük bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bu dönüşüme bilgi çağı da denilmektedir. Günümüzde bilgiye ulaşmak ve onu en doğru şekilde kullanmak becerisine sahip olmak, ülkeler için her şeyden önemli hale gelmektedir.