EKONOMİ SOSYOLOJİSİ - Ünite 8: Değişen Çalışma Kültürü Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 8: Değişen Çalışma Kültürü

Giriş

Çalışma, “insanın yarar sağlamak amacıyla aklı, elleri, alet ve makine yardımıyla madde üzerinde uyguladığı ve sonunda insanı etkileyerek onu değiştiren eylemlerin tümüdür”.

Çalışma, belli bir ekonomik çerçevede (ücretli, sanatkâr, serbest meslek erbabı...) başkası için değer üreten, ödüllendirilmiş etkinliktir. Haz, hoşa giden bir duygulanım, insana doygunluk veren coşku, zevk ya da bir şeyden duyulan duygusal/manevi sevinç olarak tanımlanmaktadır.

Çalışmayı boş zamandan ayırt etmenin en iyi yolu zorunluluk ilkesidir.

Pre-Modern Toplumlarda Çalışma

‘’Çalışma etiği’’ modern çağın kavramıdır. Çalışma etiği, üretken emeğe ya da çalışmaya, çalışanlar ya da bu emeği harcayanlar tarafından kendi başına bir olgu olarak değer verilmesini; toplumsal baskıların, teşvik primlerinin ya da işverenlerin işgüçlerinden azami çıktıyı elde etmek amacıyla geliştirdikleri, başka araçların sağlayabileceğinden daha fazla çaba harcanmasının özendirilmesini anlatan bir terimdir.

“Çalışma” Antik çağda köle sınıfına özgü aşağılık bir kavram olarak değerlendirilmiştir. Çalışma zorunluluk gereği beden üzerinde bir denetim kurma sürecidir. Antik çağda zorunluluk ve özgürlük birbirinin karşıtı olarak değerlendirilmiş ve özgür insanların zorunlulukların kölesi olmayacağı vurgulanmıştır. “Tembellik hakkı” nın yazarı Lafargue’nin belirttiği gibi; bu çağda tembelliğe övgüler dizilmiştir.

Çalışma, modern çağda endüstrileşme sürecine paralel olarak toplumsal yaşamda merkezî bir önem kazanmıştır. Pre-endüstriyel toplumların “doğal insan”ı için, çalışma geçim için yapılan bir süreçtir ve asla “toplumsal bütünlük” unsuru olmamış ve sadece “özel alan”a hapsedilmiştir. Çalışmanın “kamusal alan”da gerçekleştirilmesi, modern çağın bir ürünüdür. Yine preendüstriyel toplumlarda insanlar şimdikinden daha az çalışmaktadırlar. Çalışma, büyük ölçüde atadan kalma doğal yaşama ritmine bağlı sezgisel bir hünerdir.

Daha fazla kazanmak için, kimse çabasını yaygınlaştırmak veya derinleştirmek fikrinde değildir. İşçi mümkün olduğunca fazla çalışarak günde ne kadar kazanabilirim diye değil, bugüne kadar kazandığım geliri, temin için ne kadar çalışmalıyım diye sormaktadır. Nitekim sanayileşmenin başlangıç yıllarında işçilerin sürekli tam gün çalışmayı istememeleri ilk fabrikaların çökmesine yol açmıştır. Bu konuda Burke, “Çalışmazlarsa, dünyanın sonu geleceği için, çalışması gerekenlere yoksul diye acımaya kalkarsak, insanlığın durumunu ciddiye almıyoruz demektir.” şeklindeki ifadesiyle, “iş disiplin”indeki yetersizliğin tehlikelerine işaret etmiştir. Bu sebeple de ilk dönem girişimcilerin deyimiyle bu “uyuşuk”, “tembel” işgücünü çalıştırabilmek için adeta yaşama düzeyinin sınırında, düşük ücret politikası izlenmiştir.

Epistemolojik tartışmaları bir tarafa bırakarak ifade edersek modern/endüstriyel/kapitalist uygarlığın yükselişine paralel olarak, ağırlığını daha çok hissettiren “çalışmanın yüceltilmesi” ve “püritan etik”, “kapitalizmin ideolojisi” (Marx ve Horkheimer) ya da “kapitalizmin ethos’u” (Weber ve Bell) hâline gelmiştir.

Endüstriyel Dönüşüm ve Püritan Çalışma Kültürü

Püritan Etik

Kapitalist/endüstriyel düzeninin gelişimine paralel olarak büyük miktarlarda işgücü gereksinimi ortaya çıkmıştır. Oysa pre-endüstriyel toplumun “tembel” insanı, yaşayabileceği kadar kazancın peşindedir. Kapitalist girişimcinin fabrikasını çalıştırabilmesi için ise daha fazlasına gereksinimi vardır. Öte yandan köle emeği kullanımı, Adam Smith’in de vurguladığı şekilde, pek rasyonel değildir çünkü bir köle, yiyebileceği kadar fazla yiyip çalışabileceği kadar da az çalışmaya bakmaktadır.

Eğer Weber karşıtı yoldan giderek ifade edersek endüstri devrimi “çalışma disiplinini” bir zorunluluk hâline getirmiştir. Bazı yazarlara göre (Nigohosian, 1980) kilise, bu dönemde kapitalist toplumun “entelektüel ordusu” gibi hareket etmiştir.

E. Fromm’un da belirttiği şekilde, kapitalizmin ekonomik gelişmesine, ruhsal atmosferdeki önemli değişiklikler etki etmiştir. Çağdaş anlamdaki zaman kavramı gelişmeye başlamış ve dakikalar önem kazanmıştır. Birçok tatil, bir talihsizlik olarak görülmeye başlanmıştır. Çalışma, giderek en büyük değer durumuna gelmiştir. Çalışmaya yönelik yeni bir tutum gelişmiş ve öylesine güçlenmiştir ki orta sınıf kilisenin kurumlarının ekonomik üretkensizliğine karşı artan bir içerleme duymaya başlamış ve beceriklilik en büyük ahlaki özellik halini kazanmıştır.

Din tarih boyunca insanları harekete geçirmede hep en güçlü unsurlardan biri olmuştur. Weber, modern kapitalizmin ortaya çıkışında asıl belirleyici unsurun Protestanlık olduğunu ifade etmektedir. Weber’in “Protestan Etik ve Kapitalizmin Ruhu” kitabı Braudel gibi tarihçiler tarafından yüzeysel ve abartılı olduğu değerlendirilmiştir. Modern kapitalizmin oluşumunu “sermaye birikimi”, “Yahudi etiği”, “Rönesans”, “reform hareketleri”, “matematik ve bilimsel düşüncenin gelişimi” gibi Protestan etik tezinin dışında faktörlerle açıklamak da mümkündür.

Bir açıdan, Weber bu “en çok tanınan ve en çok yanlış anlaşılan” teorisinde, kapitalist uygarlığının içsel faktörlerine ve özellikle de dininin etkisine ağırlık vermektedir. Diğer taraftan da Weber, Protestan etik (daha özel olarak ifade edersek Püritan etik) teziyle, tarihsel bir analiz olduğu kadar, hatta ondan çok daha önemlisi modern kapitalizmi anlamada bir analiz çerçevesi (yani “ideal tip”) sunması nedeniyle önem taşımaktadır. Sosyal teoride “modernliğin krizi”, “endüstri toplumunun sonu” ve “püritanın ölümü” tartışmalarında Weber çıkış noktasını oluşturmaktadır.

Marx’ın modern kapitalizmin irrasyonel olduğuna ilişkin iddialarının tam aksine, Weber için modern kapitalizmin en önemli özelliği onun rasyonelliğidir. Kapitalizmin sınırsız kazanma açlığı ile aynı şey olmadığını ancak kapitalizmi olsa olsa irrasyonel güdülerin dizginlenmesi ile özdeşleştirmektedir. Weber’e göre kapitalizm, sürekli yenilenen, kazanç ve verimlilik peşindedir. Böyle olmak zorundadır çünkü kapitalist ekonomik sistem içinde verimliliğe ulaşma imkanı taşımayan işletme batmaya mümkündür.

Endüstri uygarlığının (Weber buna kapitalizm diyor) gelişimine paralel olarak ev ile iş bir birinden ayrılmıştır. Özellikle çalışma hayatında toplumsal ilişkiler formelleşmiş, Akılcı esaslara göre düzenlenmiş bürokratik kaide ve nizamlar hâkim olmuştur. Örgütlerde duygusal ilişkiler geri plana itilmiş ve mümkün olduğunca mekanik bir anlayış çerçevesinde, insanilikten uzak bir düzen egemen kılınmaya çalışılmıştır.

Aslında büyü ve sihirden arınma ve rasyonelleştirme, sadece çalışma hayatında değil toplumun her alanında kendini göstermektedir. Weber rasyonalizmi “kesin olarak belirlenmiş pratik bir amaca, eldeki verilerin gitgide daha doğru hesaplanmasıyla, metodik olarak varılmasıdır” şeklinde tanımlamıştır. Weber farklı kültür çevrelerinde farklı akılcılaşma biçimlerinin olabileceğini ifade etmiştir. Ancak dünyayı dönüştürmeye yönelik, yukarıdaki anlamda rasyonelleştirmenin batıya özgü olduğunu belirtir. Başka kültürlerdeki rasyonellik dünyaya egemen olmaktan ziyade ona uyum sağlama sürecidir.

Batıda modern kapitalizmin gelişimini, kökleri Protestan etiğe dayanan rasyonelleştirme kavramı çerçevesinde açıklayan Weber, bu sürecin, reform hareketleriyle açıklanmasına karşıdır. Ona göre reform, kilise otoritesinin yaşam üzerinden tümüyle kaldırılması değil, var olan biçimin farklı anlamda değiştirilmesidir. Ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerde reformcular kilise ve dini otoritenin yaşam üzerindeki etkisinin çok olmasından değil, tersine çok az olmasından yakınmışlardır.

Katolikliğin “öte dünyalılığı” taraftarlarına bu dünyanın nimetleri karşısında umursamazlık içinde olmayı öğretmiştir. Buna karşın İngiliz, Hollandalı, Amerikalı Püritanlar dünya zevklerinin karşısında olma özellikleri ile tanınsalar da Katolikler ve diğer Doğu dinlerinin çoğundan daha fazla dünyalı olmuşlardır. Püritanlerin asketizmi (çileciliği), daha çok üretmek, buna karşılık, daha az tüketmek şeklinde kendini gösterir. Meslek kavramı tanrı buyruğu olarak kabul edilir ve çok çalışmak kutsallaştırılır. Âdeta bütün ahlaki kurallar bir tür pragmatizme dönüştürülmüştür.

Protestanlık tanrı ile kul arasındaki aracı kurumları devreden çıkartarak kişiyi Tanrı ile baş başa bırakmıştır.

Gelişmenin önündeki gelenekten kaynaklanabilecek engellerin tasfiyesi için uygun bir ortam doğurmuştur.

Aydınlanma’nın en büyük özlemi olan “aklın yönettiği bir toplum”un hakimiyeti ilan edilmiştir. Geleneksel doğal insan değiştirilmiş ve arzular büyük ölçüde bastırılmıştır. Weber’in deyimiyle, başlayan acımasız rekabet savaşında saflık bozulmuş ve buna karşılık büyük servetler kazanılmıştır ancak kazanılan bu servet tekrar faize yatırılarak para ekonomik yaşama yeniden sürülmüştür. Eski rahat ve sakin yaşam biçimi, yerini katı kurallara bırakmıştır. Bu sürece katılanlar yükselmiştir çünkü bunlar tüketmek için değil kazanmak için yola çıkmışlardır.

Modern kapitalizmin simgesi olan püritan etik ve onun akılcılaştırma ilkeleri, 20. yüzyılda kapitalist toplumlarda olduğu kadar, ona alternatif olarak ortaya çıkan sosyalist toplumlarda da benzer şekillerde uygulamaya geçirilmiştir. Örneğin kapitalizmin çehresini değiştiren, Taylor’un “bilimsel yönetim” ilkelerini uygulamakta hiçbir sakınca görmeyen Lenin, şöyle diyor: “Sosyalizmin esas üretken kaynağı ve temeli olan büyük ölçekli makine sanayi, mutlak ve katı bir irade birliği ister.... Katı irade birliği nasıl sağlanabilir? Binlerce insanın kendi iradelerini tek bir iradeye bağımlı kılmalarıyla”.

Bir sanayi işletmesinin var olabilmesi ve sürmesi için gereken şeyler, sadece makineler, ham maddeler, el işçiliği değildir; giderlerini önceden hesaplayabilmeye, pazarlarını öngörmeye, üretimini, yatırımlarını ve amortismanlarını programlamaya ihtiyacı vardır. Bir başka deyişle yönetimin, iktisadi akılsallığın bağlı olduğu unsurları da hesaplanabilir kılması gerekir. Sonuçta, sosyalist etik, Max Weber’in tanımladığı “meslek etiği” ile çarpıcı benzerlik sunar. Çünkü püritan da kendini mesleğini uygulamaya, sistemli olarak adayarak mesleği aracılığı ile kutsal seçimini yaşayamaz: Hiç bir şekilde yarattıkları tarafından kurtarılamayacaktır. Püritan çileciliğin güdülenimi, dünyanın akılcı olarak düzene konulmasını, Tanrının isteği ve bu düzende, kendi yücelmesini gördüğü inancıydı; tıpkı sosyalist “emek kahramanı” nın güdüleniminin Plan tarafından istenen bu çalışmanın, Parti vasıtasıyla, evrensel aklın zaferi için, tarih tarafından kullanılan bir alet olduğuna inanmak gibi.

Puritianizmin Eleştirisi

Endüstriyel gelişme süreci açısından, oldukça olumlu işlevler gören püritan, farklı açılardan yeniden sorgulanmaya başlamıştır. Lafargue, kapitalist toplumda çalışmayı, her türlü düşünsel yozlaşmanın ve organik bozukluğun sebebi saymıştır. Makineyi insanları aşağılık ve ücretli işlerden kurtaracak, ona boş zaman ve özgürlük verecek bir “Tanrı” olarak değerlendirmiştir.

Püritanizmin Düşüşü ve Hedonizmin Yükselişi: Yeni yapıda, önceki dönemi yaratan iş etiği aşınmakta, sorumluluk ve iş disiplini açısından kriz oluşmaktadır. Böylece yetersiz üretim ve aşırı talep bir araya gelmekte ve bundan doğan sorunlar oluşmaktadır. Din temelli veya seküler, rasyonel esasa dayalı, ahlak da değer kaybetmektedir.

Ancak püritan etiği simgeleyen, iş disiplini, kendini denetim, çok çalı şıp az tüketme gibi konularda, Almanya ve Japonya’nın da dâhil postendüstriyel dönüşümün yaşandığı toplumların çoğunda benzer gelişmelere tanık olunmaktadır. Bugün “çalışma toplumu”ndan (the society of work), “boş zaman toplumu”na (the society of leisure) doğru gidildiğine dair yaygın bir inanç vardır. Nitekim Baudrillard’a (1997, s.131) göre, endüstri toplumunu simgeleyen makinenin yerini, post-endüstriyel toplumda, eğlendirici, ancak çoğu zaman faydası olmayan şey anlamına gelen, “gadget” almıştır.

Kumar (1978, s.196) ise, boş zaman ve kültürel faaliyetlerin artarak, çalışmanın ve dolayısıyla püritan etiğin “çöküşü” ile post-endüstriyel dönüşümüm birbirine eşlik ettiğini düşünmektedir.

Post-Endüstriyel Dönüşüm, Püritanizm ve Yeni Çalışma Kültürü

Geçmişte modern/endüstriyel toplumların tanımlanmasında, geleneksel tarım toplumları nın referans noktası olarak kullanıldığı şekilde, bugünde postendüstriyel toplumları tanımlarken, modern/endüstriyel toplumlar kullanılmaktadır. Bilindiği şekilde yapısal unsurlar açısından yaklaştığımızda, endüstri toplumları, endüstriyel mal üretiminin (manifucture) egemen olduğu toplumlardır. Sermaye birikimi, büyük ölçekli işletmeler, vasıfsız ya da yarı vasıflı mavi yakalı işgücü (yani Marx’ın proleteri), sınıf çatışmalarının, püritan etiğin yukarıda sıralanan çalışma disiplininin, rasyonelleştirmenin baskın olduğu toplumlardır; oysa post-endüstriyel toplum farklı paradigmalara dayanmaktadır.

Endüstri uygarlığında üretim sürecinde stratejik unsuru olan endüstriyel mal üretimi yerini, bilgi üretimine bırakıyor. Dolayısıyla endüstriyel mal üretimine göre ve mavi yakalı işgücüne göre oluşturulmuş, “bilimsel yönetim” ilkeleri ya da “akılcı bürokratik” yönetim kuralları geçmişteki işlevlerinin tam aksine, teşvik edici değil, ayak bağı hâline gelmektedir. Yine piyasanın dayattığı, akılcılaştırma sürecinin bir sonucu olarak varlığını sürdürebilmek isteyen firmalar, geçmişin yüceltilen akılcılaştırma ilkelerini sorgulamaya başlamışlardır. Öte yandan modern toplumun ortaya çıkışında işin aileden ayrılmasına özel bir önem verilmiştir. Böylece çalışma hayatının rasyonel kuralları, tekdüze bir biçimde herkese aynı şekilde uygulanabilir hâle gelmiştir. Bunun yanı sıra “ücretsiz aile işçiliği” büyük ölçüde yerine “ücretli işgücü”ne bırakmıştır. Özellikle mikro elektronik alanındaki gelişmeler, beden işi yapan işgücüne duyulan gereksinimi büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Önümüzdeki dönemde muhtemelen giderek artan biçimde zihin işleri de bilgisayarlar tarafından yapılacaktır. Her ne kadar iş tümüyle ortadan kalkmasa bile işgücüne duyulan ihtiyaç çok daha azalacaktır.

Nitekim Jacques Attali’nin de belirttiği şekilde, 19. yüzyılda yılda ortalama beş bin saat çalışan işgücü, 1900 yılında yılda üç bin iki yüz saat çalışmaya başlamıştır. Bu oran gelişmiş ülkelerde, bin saate kadar düşecek ve insan yaşamında çalışmaya adanan süre on beşte bire gerileyecektir. Çalışanların yarıdan fazlası ücret almayacak ve ücretliler ne tam zamanlı çalışacak ne de bir işletmeye sınırlı sözleşme ile bağlı olacaktır. iş yerine gitmeden çalışma, istihdamın yarısını oluşturacak. insanlar aynı zamanda hem birçok şirketin ortağı hem de kendi işvereni olabilecektir. Birçok simge kullanıcıları, avukatlar, danışmanlar, reklamcılar, işletme ortakları giderek daha fazla kendi evlerinden, telekomünikasyon ağları sayesinde çalışacaktır. işin yerini alacak olan birçok etkinliğe sahip olacaklar ve bunları bir hisse senedini yönetir gibi yöneteceklerdir. Tüketim ile iş, yetişme ile hobi arasındaki fark azalacak, çünkü bütün bu etkinliklerin diğerleriyle ortak yönleri var ve bir tür kendi kendine üretim etrafında diğerleriyle birleşmektedir.

Tam istihdamda gerilemeler ortaya çıkarken, part-time çalışmada artış ortaya çıkmaktadır. Özellikle geleneksel bazı işler tümüyle ortadan kalkarken, ortalama çalışma sürelerinde de kısalma ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık ortaya çıkan yeni meslekler ise tümüyle bilgi yoğun ve yaratıcılık gerektiren mesleklerdir. Bu durum doğal olarak işgücünün kültürel özelliklerinde de büyük bir kültürel evrimin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Bazı yazarlar, buradan hareketle geleceğin etiğinin “boş zaman etiği” olacağını belirtirken, bazıları da “gönüllü çalışma etiği” (Lord) olacağını belirtmektedir. Yine bu dönemde kitle üretimi ve tüketim toplumunu ortaya çıkarmıştır.

Günümüzde “entelektüel sermaye”nin giderek önem kazandığı bir dönemde, fikri haklara” ilişkin bütün koruma önlemlerine rağmen son derece yaygın ve hızlı bir “kopya” süreci mevcut. Her hangi bir alanda benimsenen bir ürünün benzeri, çok kısa bir sürede rakip firmalarca üretilebiliyor. Dolayısıyla rekabette üstünlüğünü korumak isteyen, Porter’ın deyimiyle sürekli yenilik yapma kapasitesini muhafaza etmesi gerekiyor. Yeniliğin yolu da önceden belirlenmiş standart üretim yöntemlerinden ve standart düşünceden geçmiyor. Tam aksine, mümkün olduğunca, yerleşik kuraların dışında düşünmekten geçiyor. Bu sebeple birçok alanda olduğu gibi, firmaların içinde de “otorite”, “hiyerarşi” ve katı “bürokratik kurallar” yumuşatılıyor; daha az “hiyerarşik” ve “farklılıkların teşvik edildiği” bir anlayış egemen olmaya başlıyor. Çünkü “yaratıcılığın” teşviki, globalleşen rekabet düzeni içinde varlığını sürdürebilmenin olmazsa olmazı hâline gelmiştir.

Bu dönemde insanın da değiştiği ve yeni bir insan tipinin oluştuğunu öne süren düşünürler bu konu hakkındaki görüşlerini tartışmışlardır. Örneğin; Rossenau’ya göre de yeni bir “post-modern insan tipi” ortaya çıkmıştır. Bu post-modern birey, aşkın normlardan ve insani değerlerden, geleneksel bağlılık ve sadakatlerden, topluluk kurallarından özgür olmayı arar. Ona göre post modern birey rahat ve esnektir.

Hedonizm, Tüketim Toplumu, Narsisizm ve Eleştirel Söylem

Bauman’a göre (1999, s. 10), “üreticiler toplumu”ndan, “tüketiciler toplumu”na, yani çalışma etiğinin yol gösterdiği bir toplumdan, tüketim estetiğiyle yönetilen bir topluma geçiyoruz; tüketim toplumu ve seri imalat artık kitlesel emek gücüne ihtiyaç duymuyor ve bir zamanlar “yedek sanayi ordusu” olan yoksullar şimdi “defolu tüketicilere” dönüşüyor.

Featherstone’a göre “şimdi yaşa sonra öde” felsefesiyle tüketimciliğin ruhsal fakirliğe ve hedonist bencilliğe yol açtığı sıkça savunulmuştur.

Narsisizm püritan karşıtı hedonist tüketim toplumun, temel karakteristiklerinden biri haline gelmiştir. Aslında narsisizm psikanalizin alanına giren bir kavram ancak sosyolog C. Lasch “Narsisizmin Kültürü” çalışması ile bunun kültür boyutunu ön plana çıkartmıştır. Lasch’ın kuramı temelde, Freud’un analizlerine dayanır.

Freud’a göre, narsisizmin iki ayırt edici özelliği vardır:

  • Bunlardan birincisi megalomani,
  • Diğeri ise ilgilerinin dış dünyadan yani insanlardan ve şeylerden uzaklaşmasıdır.

Dış dünyadan çekilen libido “ben”e yönelir ve böylece narsisizm adı verilebilecek tutuma yol açar. “Kişi kendisini beğenmezse ölür.” atasözünde olduğu gibi, bireyin yaşayabilmesi için belli bir düzeyde narsisizme gereksinimin olduğu sıkça vurgulanır.

Günümüzde seküler toplumlar daha çok hedonist ve şimdi merkezli olmakta ve boş zaman etkinlikleri daha çok öne geçmektedir. Lasch’ın ilk baskısı 1970’li yılların sonunda yayınlana çalışmasına göre, bireyci rekabet kültürü, kendiliğin (self) mutluluk ve narsisistik meşgalesi ile yer değiştiriyor, püritan iş etiği geriliyor ve artan güvensizlik, korku yaratıyor. Ahlaki kodlar yer değiştiriyor ve yeni etik, insanların hayranlığını, imrenmesini ve saygısını çekmeyi tercih ediyor. imajlar ve semboller gerçek başarıdan daha önemli hale geliyor. Kapitalist üretimden tüketime doğru geçiş, insanları yeni sosyal davranış kalıpları geliştirmek zorunda bırakıyor. Lasch (1979), püritan çalışma etiğinin karşında ağırlık kazanan narsisistik kültürünün özellikleri şu başlıklar altında inceliyor:

  • Tarihsel zaman duygusu geriliyor
  • Terapi duygusu
  • Siyasetten kendini düşünmeye
  • İtiraflar ve karşı itiraflar
  • Boşluk içinde olmak
  • Özel hayata çekilmenin (privatism) eleştirisi

Özetle çizilen yeni insan tipleri farklı da olsa postendüstriyel dönüşüm sürecinde, endüstri toplumunun kişilik tipini temsil eden püritan, bu paradigmasının terk edilmesine paralel bir biçimde, farklı bir kişilik tipine dönüşmeye başlamıştır. Mikro-elektronik devrim, finans piyasasındaki spekülasyonlar, medyanın beraberinde taşıdığı kültür, daha fazla üretmek için daha fazla çalışmanın gerekliliğine olan inancı ortadan kaldırmıştır. Bugün eksik modernleşmiş bizim gibi ülkelerde dahi mikro-elektroniğin çalışma hayatı üzerindeki etkisi yoğun olarak hissedilmektedir.

Enformasyon devrimi sayesinde, çok az sayıda nitelikli işgücüyle, şimdikiyle karşılaştırılamayacak kadar büyük boyutlarda üretim yapılabilecektir. Bu süreç şimdiden başlamış ve devam etmektedir. Böyle bir dönüşüm insanlığın yaşamında köklü değişiklikler getirecektir buna çalışma etiği de dâhildir.