EKONOMİNİN GÜNCEL SORUNLARI - Ünite 5: Yeni Dünya Düzeninde Teknolojik ve İnnovatif Yenilikler ve İşsizlik Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: Yeni Dünya Düzeninde Teknolojik ve İnnovatif Yenilikler ve İşsizlik

Yeni Dünya Düzeninde Teknolojik ve İnnovatif Yenilikler ve İşsizlik

Ekonomik sistemleri oluşturan temel faktör teknoloji ve teknolojik yeniliklerdir. İktisat teorisi açısından teknolojik gelişme büyümeyi anlamlı bir biçimde etkilerken istihdam üzerindeki etkileri belirsizdir. Teknoloji iş gücü verimliliğini artırarak kârı artırmakta ve yeni işler yaratmakta, diğer yandan da kârlı işleri yok etmektedir. Teknolojik gelişmeler kimsenin önceden öngöremeyeceği biçimde yaratıcı ve yıkıcı sonuçlar doğurabilmektedir.

Teknoloji

Teknoloji, hizmet ve ürün üretmenin, girdileri ürüne dönüştürmenin bir tekniğidir. Yani teknoloji, bir mal veya hizmetin üretimi için gerekli bilgi, organizasyon ve tekniklerin bütünü olarak da tanımlanabilmektedir.

Teknolojik Değişim

Teknolojik değişim, ekonomik faaliyetlerde yeni ürünlerin, yeni yöntemlerin, yeni üretim işlemlerinin veya yeni sistemlerin ilk kez kullanılmasıdır. Teknolojik değişim sürecinde buluş, yenilik ve yayılma olmak üzere üç kavramsal aşama vardır. Buluş, ekonomide uygulama potansiyeli olan yeni bir düşüncenin oluşturulmasıdır. Yenilik, buluşun ilk ticari uygulama aşamasıdır. Üçüncü aşaması ise yeniliğin yayılmasıdır.

İktisatçılar teknolojik yenilikleri, ürün ve süreç yenilikleri olarak iki gruba ayırmaktadır. Ürün yeniliği, yeni bir ürünün ilk ticari üretimi veya mevcut bir ürünün kalitesini artıran değişikliklerdir. Süreç yeniliği ise mevcut bir ürünün yeni bir süreç ile üretilmesi olarak tanımlanmaktadır.

Teknolojik yenilik, çıktılar kadar girdilerle de ilgi olarak bir firma tarafından arz edilen yenilik seviyesindeki önemli değişim olarak tanımlanmaktadır. Teknolojik ürün yeniliği ise tüketiciye iletilen hizmetin tarafsızca yeni ya da geliştirilmiş olduğu durum gibi gelişmiş performansa sahip bir ürünün uygulaması/ticarileştirilmesi olarak tanımlanmaktadır. Bir teknolojik süreç yeniliği ise yeni ya da önemli ölçüde geliştirilmiş bir ürün ya da teslim metodunun uygulanması/kabullenilmesidir.

Teknolojiler iki gruba ayrılırlar. İlki genel amaçlı teknolojiler olarak adlandırılır. Genel amaçlı teknolojiler, bilgi ve iletişim teknolojilerini, biyoteknolojiyi, ve nanoteknolojiyi içermektedir. Bu gruptaki teknolojik yenilikler ekonominin bütün sektörlerinde verimlilik artışı sağlayabilirler. Diğer grupta ise belirli sektörlerde verimlilik artışı sağlayan teknolojiler bulunmaktadır ve gelişen sektörlere özgü teknolojiler olarak adlandırılırlar. Bu gruptaki teknolojik yenilikler, genel amaçlı teknolojilerde oluşan yeniliklerden etkilenirler.

Genel amaçlı teknolojiler: Gelişim için yüksek potansiyele sahiptirler, geniş alanlarda uygulanabilirler ve yeni teknolojilerin geliştirilmesine olanak sağlarlar. Genel amaçlı teknoloji grubunda yer alan üç temel teknolojinin de ortak özelliği daha önce var olan teknolojilerin kombinasyonlarından oluşmuş olmalarıdır. Genel amaçlı teknolojilerin bir diğer özelliği ise üretimlerinde doğal kaynaklardan çok az miktarda kullanılmış olmasıdır. Genel amaçlı teknolojilerin üçüncü özelliği de bu teknolojileri kullanabilen şirketler, bölgeler ve ülkeler çok önemli ekonomik fayda sağlamaktadır.

Gelişen sektörlere özgü teknolojiler: Genel amaçlı teknolojiler ekonomilerin önemli ilerleme kaydetmelerini sağlarken gelişen sektörlere özgü teknolojiler ekonomide daha küçük gelişmeler sağlarlar. Gelişen sektörlere özgü teknolojiler şu alanlarda görülmektedir.

  • Tarım, ormancılık ve balıkçılık
  • Enerji, su, madencilik ve ham petrol
  • Kimyasal, mineral, plastik ve petrol ürünleri
  • Demir ve demir dışı metal cevherleri
  • Çelik üretimi, makineler, ulaşım araçları
  • Elektrikli ve optik mallar, ofis ve veri işleme, oyuncak
  • Tekstil, giyim, kağıt ve ahşap mallar
  • Yiyecek, içecek ve tütün
  • Yapı ve inşaat
  • Tamircilik servisleri, toptancılık ve perakendecilik, ulaştırma ve iletişim
  • Diğer servisler

İktisatta Teknolojiye İlişkin Yaklaşımlar

Teknolojik gelişmenin ekonomi üzerindeki etkilerine yönelik ilk yaklaşım klasik iktisat yaklaşımıdır . Bu yaklaşımın önemli temsilcileri David Ricardo ve K. Marx’tır. D.Ricardo, teknolojiyi sermayenin bir bileşimi olarak ele almakta ve teknolojik gelişmeyi üretim sürecinde makine kullanımı şeklinde ifade etmektedir. Teknolojik gelişme teorisi ile K.Marx, bir yandan uzun dönemde bölüşüm sorununu çözümlemekte, diğer yandan da kapitalist birikimin sonuçlarını ortaya koymaktadır. Marx, teknolojik gelişmeyi üretim katsayılarının değişmesi şeklinde değil, sermayenin organik bileşiminin artması şeklinde tanımlamaktadır.

Neo-klasik iktisadın teknolojik gelişme yaklaşımı, üretim fonksiyonu temeline dayanmakta ve teknoloji emek ve sermaye gibi bir üretim faktörü olarak kabul edilmektedir. Üretim fonksiyonunun kısa dönemde sabit olduğu ve teknolojik değişimin ancak orta ve uzun dönemde söz konusu olabileceği varsayılmaktadır. Neo klasik modelde teknolojik değişme içerilmemiş ve içerilmiş olmak üzere iki biçimde modelleştirilmektedir. İçerilmemiş teknolojik gelişme , yatırım ve birikim olgularından bağımsız olarak mevcut sermaye stoku ve emeğin etkinliğinin, yani belirli bir girdi bileşiminden elde edilen çıktı miktarının, zaman içinde sürekli olarak artması şeklinde tanımlanmaktadır. İçerilmiş teknolojik gelişmede ise teknolojik gelişmenin ortaya çıkması için zamanın geçmesi yetmeyip yeni yatırımların yapılması gerekir. Teknolojik ilerleme şu nedenlerle sermaye birikimi tarafından uyarılmaktadır:

  1. Yeni sermaye daha iyi yönetim ve örgütsel yapılanmayı sağlayabilmektedir.
  2. Yeni sermaye genellikle yaparak öğrenme yaratır.
  3. Teknolojik ilerleme araç ve donanımları modernleştirme fırsatı yaratarak yeni sermaye birikimini uyarabilir.
  4. Yeni sermaye bilgi dışsallıkları yaratabilir.

Teknolojik gelişmelerin ekonomik büyüme üzerinde olumlu etkileri olacağını ilk dile getiren iktisatçı Schumpeter, teknolojik gelişme kavramını firmalar arası rekabetin bir aracı ve “yaratıcı yıkım” kavramını tetikleyen bir unsur olarak görmüştür. Schumpeter’in çalışmalarından yola çıkılarak “ evrimci kuram ” gelişmiştir. Evrimci kuram , Schumpeter’in çalışmalarından yola çıkarak teknolojik yeniliği, uzun dönemde ekonomik gelişmenin motoru olarak değerlendirmekte, bu nedenle evrimci analizlerde teknolojik yenilik süreci merkezî bir role sahip bulunmaktadır. Evrimci kuramla neoklasik yaklaşım arasındaki en temel farklılık, ekonomik gelişim sürecinde “teknolojik yenilik” ve “öğrenme” süreçlerini ön plana çıkarmasıdır. Evrimci kuramı savunan iktisatçılar, teknolojik sistem yaklaşımı, endüstriyel kümeler yaklaşımı ve ulusal innovasyon sistemi yaklaşımı şeklinde üç çeşit sistem yaklaşımı geliştirmişlerdir. Evrimci kuramın teknoloji tanımı açısından en önemli özelliği, girdilerin çıktılara dönüştüğü fiziksel sürecin yanı sıra teknolojik bilginin niteliği, organizasyonel ve işlemsel düzenlemelerin de teknoloji tanımına dahil edilmesidir.

Neo-Keynesci yaklaşım, teknolojik gelişmenin sermaye birikimi olmadan ortaya çıkamayacağını vurgulayan yaklaşımdır. Bu yaklaşım teknolojik gelişmeyi, farklı emek başına çıktı ve emek başına sermaye katsayılarının oluşmasını sağlayan tekniklerin kullanılması süreci olarak tanımlamaktadır.

İstihdam ve Teknoloji İlişkisi

Teknolojik değişimin istihdam üzerindeki etkisi: Yeni teknolojilerin istihdam üzerindeki etkileri emek arzına ve talebine bağlıdır. Konuya arz açısından bakıldığında, yeni teknolojiler verimliliği ve sonuç olarak üretim kapasitesini artırır. Talep açsından bakıldığında ise yeni teknolojiler yeni özelliklere sahip ürünlerin çekiciliğini artırır ve hatta bazı durumlarda bu ürünler düşük fiyatlarla arz edilir.

Teknolojik değişimin istihdam üzerindeki etkisi, öncelikle değişimim tipine bağlıdır. Ürün yenilikleri daha çok talebi etkilerken, süreç yenilikleri maliyet yapısını ve böylece arzı etkilemektedir (S: 126 Şekil 5.1). Sektör düzeyinde ürün yeniliği iş gücü talebini artırabilir. Ekonomi düzeyindeki etki ise bütün sektörler arasındaki etkileşime bağlıdır. Süreç yeniliklerinin istihdam etkileri firma, sektör ve ekonomi (makro) olarak üç düzeyde incelenebilir: Firma düzeyinde, süreç yeniliği girdilerden tasarruf ettiği için birim üretim maliyetini düşürür. Sektör düzeyinde istihdam etkisi, ürüne olan talepteki artışa bağlıdır. Yeni teknolojilerin makro düzeyde istihdam üzerinde etkileri, ekonomi düzeyindeki telafi mekanizmaları ve sektörler arasındaki bağlantılar göz önüne alınarak değerlendirilebilinir. Emek tasarrufu sağlayan teknolojilerin telafi yolları altı tanedir.

  1. Yeni makineler yoluyla
  2. Fiyatların düşmesi yoluyla
  3. Yeni yatırımlar yoluyla
  4. Yeni tüketimler yoluyla
  5. Yeni ürünler yoluyla
  6. Ücretlerdeki bir azalma yoluyla.

Emek tasarrufu sağlayan yeniliklerle istihdam yaratan yenilikler arasındaki farklar, rekabet gücü, ücret ve fiyat yapışkanlığı, yatırım ortamı gibi faktörlerden ortaya çıkar. Dahası, yeni teknolojiler istihdam imkânı yaratma eğilimi konusunda farklılık gösterirler.

Sektörel bazda teknoloji ve verimlilik artışı arasında pozitif ilişki olsa da firma bazındaki ilişkiyle karşılaştırıldığında daha küçüktür.

Teknolojik değişimin istihdam üzerindeki olası etkileri şu şekilde olabilir.

  1. Ürün talebinin fiyat esnekliği
  2. Emek için sermayenin ikamesi
  3. Monopol gücü
  4. Pazar payı etkisi
  5. Birlik etkisi
  6. Ürün yeniliği
  7. Ölçek ekonomileri

Teknolojik faaliyetlere ve yeniliklere artan miktarda yatırım yapılmasına karşın üretkenlik artışı hızının düşmesi “üretkenlik paradoksu” olarak tanımlanmıştır.

Teknolojik değişim sonucu verimlilik artışının istihdama etkisi: Uzun dönemde refah seviyesinin en önemli belirleyicisi emeğin verimliliğidir. Emeğin verimliliği belirli bir çıktı miktarının üretilmesi için gerekli olan efor miktarının göstergesidir. Emeğin verimliliğindeki gelişmeler ücret seviyelerinde artışlara, belirli seviyede çıktı miktarının üretiminde ihtiyaç olan emek seviyesinde azalmalara, fiyatlarda düşmelere ve sonucunda talep miktarında artışlara neden olur. Teknolojik gelişim ise verimliliğin gelişimindeki en önemli faktördür. Uluslararası çalışmalar göstermiştir ki emek verimliliği en çok uluslararası rekabete açıklık, eğitim ve üretim sermayelerine yatırım yoluyla artmaktadır. Teknolojik değişimin emeğin verimliliğinde önemli bir katkısı vardır. Emeğin verimliliğini artırma konusunda üzerinde durulan bir diğer önemli faktör de AR-GE çalışmalarıdır.

Ekonomi teorisinde, emek verimliliğinin bir üretim fonksiyonu boyunca hareketi sonucunda artması ile teknolojik değişim sonucunda artması arasında benzerlik vardır ve her iki durumun sonucunda üretim fonksiyonunda kaymalar yaşanır. Emek verimliliğindeki artışlar genelde beşerî sermaye (eğitim) ya da fiziki sermayeye (bilgisayar ve makine) yapılan yatırımlarla ilişkilidir. Teknoloji gelişimi ise genelde, üretim sermayesine yatırımlar şeklinde görülür ve üretimi artırmaya yönelik sermaye yatırımları ancak emeğin eğitilmesi durumunda verimlilik artışı sağlayabilir.

Ekonomideki bütün üretim faktörlerinin kullanıldığı duruma Toplam Faktör Verimliliği (TFV) denir. TFV’deki değişimler sadece teknolojik değişimin sonucu değil aynı zamanda hükûmet politikalarında, eğitimde, sağlık hizmetlerinde, fiziki ve sosyal alt yapılarında ki değişimlerin de bir sonucudur. Bireysel teknolojilerin gelişimi, her ne kadar bu teknolojiler akıllı olsalar da ekonominin bütününde TFV’de ancak küçük bir artış sağlayabilmişlerdir.

Uzun dönemde sürdürülebilir ekonomik büyüme için verimlilik artışı en önemli belirleyicidir. Verimlilik artırmanın yolları, insanlığın gelişim sürecinde önemli bir yere sahip olmuştur. Örneğin, Marx’a göre verimliliği artırmak insanlık tarihini geliştirmenin en önemli anahtarıdır. Neo klasiklerde ise teknolojik süreç, ekonomik büyümenin en önemli itici gücüdür. Bir diğer görüş ise her ne kadar teknolojik yeniliklerin yetenekli işçilerin lehinde olduğu düşünülse de bu durumun geçerli olmadığında bile teknolojik yeniliklerin iş kayıplarına neden olduğudur.

Teknolojik gelişimin tetiklediği verimlilik artışı, yüksek gelir ve daha fazla tüketim seviyelerini işaret eder. Bu durum insan gücünden ve emeğinden tasarruf sağlama sürecinin neden olduğu iş kayıplarını telafi eder. Diğer telafi mekanizması ise, bir sektördeki tüketim artışı, yüksek üretim nedeniyle fiyatların düşmesidir.

Verimlilik artışının istihdam üzerindeki etkisi üçe ayrılır:

  • Emek tasarruf sürecinin neden olduğu doğrudan etki,
  • Var olan ve yeni mal ve hizmetlerin artan tüketimlerinin etkisi,
  • Artan rekabet sonucunda artmış ihracat seviyesinin etkisi.

Bu üç etkinin toplamı sonucunda verimlilik artışı toplam istihdamı artırmaktadır. Teknolojinin bir göstergesi olarak kullanılan verimlilik artışları fiyatlarda düşüş, parasal ücretlerde ve kârlarda artış şeklinde iki temel şekilde ortaya çıkmaktadır.

Dünyada ve Türkiye’de Büyüme ve İşsizlik Eğilimleri

Dünyada büyüme ve işsizlik: Dünya ekonomisinde son yıllarda ekonomik ve finansal istikrarın sağlanamadığı, belirsizliklerin sürdüğü, güven ortamının bozulduğu, gelişmiş ülkelerde artan kamu borçlarının sürdürülebilirliğine ilişkin kaygıların giderek hızlandığı ve büyüme üzerinde aşağıya doğru risklerin arttığı bir süreç yaşanmıştır. 2010 yılında küresel düzeyde sağlanan toparlanmaya rağmen gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki ayrışma artmıştır (S:132 Tablo 5.1). Gelişmiş ülkeler düşük büyüme oranları, zayıf finansal yapıları, yüksek oranlı kamu borçları nedeniyle sorunlar yaşarken yüksek oranda büyüyen gelişmekte olan ülkelerde enflasyon baskısı ve artan sermaye hareketleri nedeniyle kırılganlıklar artmıştır.

Dünya ekonomisinde, ekonomik ve finansal göstergeler açısından hedef olarak belirlenen ekonomik büyüme rakamlarında iyileşmeler gözlenmesine rağmen işsizlik oranlarında olumsuz bir tablo ile karşılaşılmıştır. Küreselleşme olgusuyla hız kazanan uluslar arası sermayenin hızlı finansallaşma süreci içerisinde işsizliği de dikkate alarak yönünü belirlemesi, dünyada işsizlik sorununun büyük ve önemli bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır.

Türkiye’de büyüme ve işsizlik: 2000’li yılların başında Türkiye, büyüme performansı açısından çok istikrarsız bir görünüm sergilemiştir. Ekonomik büyüme oranında yaşanan yavaşlamada dünya ekonomisinde yaşanan sorunlar, yapısal reformların gecikmesi, aşırı değerli Türk Lirası ve verimlilikteki durağanlığın rekabet gücü üzerinde oluşturduğu olumsuz etki, iç siyasetteki belirsizlikler ve seçimler etkili olmuştur.

Türkiye ekonomisi 2002-2007 yıllarında yıllık ortalama % 6.7 oranında büyüme performansı göstererek nispeten daha istikrarlı bir sürece girmiştir. Türkiye ekonomisi, bu dönemde yüksek büyüme oranı yakalamasına rağmen yeterince istihdam imkanı yaratamamıştır. İstihdam artışı düşük oranlarda kalmıştır. Üstelik aynı dönemde reel ücretler düşmesine karşın istihdam artmamıştır. İşsizlik oranları incelendiğinde 2002 yılında (kriz sonrası) % 10 seviyesine yükselmiş gerçekleşen yüksek büyüme oranlarına rağmen bu 6 yıl içerisinde düşmemiştir. Türkiye bu dönemde istihdamsız büyüme süreci yaşamıştır.

Küresel kriz döneminde Türkiye’deki ekonomideki daralma istihdamın azalmasına ve işsizliğin artmasına yol açmıştır. Ancak kriz sonrası hızlı bir toparlanma sürecine girerek 2010 yılında % 9.2 gibi yüksek bir büyüme hızı yakalamıştır.

Türkiye ekonomisinde küresel krizin etkisiyle 2009 yılında % 14’lere çıkan işsizlik oranı, küresel krizin etkilerinin azalmasıyla birlikte iş gücü piyasasındaki toparlanma sonucunda 2010 yılında bir önceki yıla göre 2.1 puan gerileyerek % 11.9 olarak gerçekleşmiştir. 2010 yılından itibaren krizin etkilerinin hafiflemesiyle düşme eğilimine girerek 2011 yılında % 9.8 ve Nisan 2012 sonu itibarıyla % 9.0 olarak gerçekleşmiştir (S: 136 Tablo 5.5).

Ekonomik büyüme ile işsizlik arasındaki boşluk, iş gücüne katılım oranlarını da belirgin bir biçimde sınırlandırmaktadır. Nitekim 2001-2007 döneminde işsizlik oranlarında gözlenen istikrarlı seyre paralel olarak iş gücüne katılım oranlarının % 47 düzeyinde katılaştığı görülmektedir. İş gücüne katılım oranının düşmesi, üretken toplumsal kesimin daralması anlamına gelmektedir.

İstihdamsız Büyüme: İktisat teorisinde büyüme-istihdam ilişkisi “ Okun Kanunu ” ile ifade edilmektedir. Okun Kanunu, aşırı kapasite veya talep eksikliğinin işsizliğin varlığı için önemli bir kaynak olduğunu ifade etmiştir. “Okun Kanunu” olarak bilinen bu model, işsizlik oranları ile GSMH arasında negatif bir ilişkinin varlığı üzerinde durmaktadır. Okun Kanunu yüksek büyüme oranlarının işsizlik oranını azalttığı, düşük büyüme oranlarının ise işsizlik oranını artırdığı tezine dayanmaktadır. Okun Kanunu’ndan çıkarılabilecek bir sonuç, iş gücü verimliliğindeki bir artışın işsizlik oranını düşürmeden de reel hasılayı artırabileceğidir. Buna “iş gücü yaratmayan büyüme” (Jobbles growth) adı verilmektedir.

Özellikle, Dünyada ve Türkiye’de 1980’lerden sonra ortaya çıkan gelişmeler sırasında, işsizlik sorununun çözümünde ekonomik büyüme yeterli cevabı verememiştir. Bu gelişmeler büyüme ile istihdam ilişkisinin kırıldığını ortaya koymaktadır. Teknolojideki yenilik emek gücünün yerine ikame edilecek bir süreci başlatmakta, işletmelerin yönetim biçimindeki değişiklikler rekabet ortamında maliyetleri düşürmek için çok sayıda işçi çalıştırmak yerine az sayıda işçi ile aynı üretimi gerçekleştirmeyi ön plana çıkarmaktadır. ILO’nun 2007 tarihli “ Küresel İstihdam Eğilimleri 2007” raporunda üzerinde durulan en önemli eğilimlerden biri ekonomik büyüme ile ekonomik büyümenin iş yaratma kapasitesi arasındaki bağın zayıflamakta olduğu olgusudur. Bu olgu literatürde “ İstihdamsız Büyüme ” olarak adlandırılmaktadır.

Türkiye’de Ekonomik Büyümenin İstihdam Yaratamamasının Nedenleri: Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyüme istihdam ilişkisi zayıflamıştır. 1980’li yıllarda artmaya başlayan işsizlik, 1990’lı yıllarda yüksek düzeylere ulaşmış ve özellikle 2001 kriziyle birlikte tam bir patlama yaşamış, son krizle birlikte işsizlik artışı ivme kazanmıştır. 2002 sonrasında yaşanılan bu olgu işsizlikle mücadelenin sadece ekonomik büyüme ile çözümlenemeyeceği olgusunu yaratmaktadır.

Türkiye’de son yıllarda yaşanan yüksek büyüme hızlarının istihdam yaratamamasına ülkemize özgü sebeplerin olduğu kadar, dünyada yaşanan gelişmelerinde etkileri göz ardı edilmemelidir. Türkiye’de büyümenin istihdam yaratamamasının nedenlerini, üç başlık altında toplayabiliriz:

a. Ekonomideki yapısal sorun alanları:

  • Yüksek faiz-düşük kur politikası
  • Tarım sektöründeki çözülme: Tarımsal çözülme gizli işsizlerin açık işsiz olarak iş gücü piyasasına çıkması, uzun süreli işsiz olarak kalmalarından ve nihai olarak iş gücü piyasasında niteliklerine uygun iş bulamamalarından, iş gücü piyasasından çekilmeleri ile sonuçlanan bir süreçtir.
  • Sabit sermaye yatırımlarının yetersizliği
  • İşgücü tasarruf edici yöntemlerin gelişmesi
  • Firma davranış biçimleri

b. İş gücü piyasasına özgü sorun alanları:

  • İş gücü piyasasının “cinsiyetçi” yapılanması: Kadın istihdamında tarım sektörünün, kırsallığın, kayıt dışılığın, ücretsiz aile işçiliğinin ağırlığı verimli bir istihdam olmadığını göstermektedir.
  • İşgücü piyasası katılıkları: Yaşanılan krizler sonucu işsizlik oranlarının, krizin etkileri zayıfladığı hâlde tekrar eski seviyelerine düşmemesi (işsizlik histeri etkisi) işsizliği artırmaktadır. Ayrıca Türkiye’de iş gücünün ücret dışı maliyetinin yüksekliği, kayıt dışılık ile iş arama kanallarının etkinsizliği iş gücü arzı ile talebi arasında uyumsuzluğa yol açmaktadır.
  • Çalışma çağındaki nüfusun hızlı bir şekilde artması
  • Kaçak işgücü göçü
  • Kayıt dışı istihdam

c. Diğer nedenler:

  • Gelişmekte olan ülkelerde dışa açılma süreci, ticari ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesine ve finansal liberasyona dayandığı için ilgili ülkelerin büyüme dinamikleri artan oranda “dışa bağımlı hâle gelmekte” ve ekonomide yüksek belirsizlik ortamının yaratılmasına neden olmaktadır.
  • Türkiye’de büyümenin istihdam ve işsizliği beklendiği ölçüde etkilememesinin en önemli nedenlerinden biri planlı bir ulusal istihdam politikasının olmamasıdır.
  • Teknolojik değişmelerin istihdama etkisi, ekonomik büyüme ile istihdam arasındaki bağı etkileyen bir diğer önemli unsurdur. Öncelikle, teknoloji iş gücü yerine ikame üretim aracı getirebilir. İkinci olarak, yeni teknoloji iş gücünün yapabileceği tek mesleğini yapamaz hâle de getirebilir. Yaş ve eğitim düzeyinin önemli olduğu bu durumda iş gücünün güncel değişime açık tutulamaması istihdam kayıplarına ve yüksek işsizlik oranlarına neden olur.
  • Bu faktörlerin yanı sıra; ekonomik büyüme ile istihdam arasındaki ilişkinin zayıflamasının bir diğer nedenini de ekonomik büyümenin bölgesel olarak dengesiz bir yapıya sahip olması olarak belirtebiliriz.