EPİSTEMOLOJİ - Ünite 12: Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 12: Epistemolojide Eleştirel Yaklaşımlar ve Yeni Gelişmeler

Gerekçelendirme Konusunda Yeni Yaklaşımlar

Özellikle 20.yüzyılda kaydedilen gelişmeler ışığında, daha önce gündeme gelmemiş bazı yeni yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Bunun en tipik ve ilginç örneği, David Annis gibi bilgi kuramcıları tarafından öne sürülmüş olan bağlamcılık görüşüdür(bağlamcılık terimi bağdaşımcılık ile karıştırılmamalıdır). Bu görüş geleneksel gerekçelendirme ve bilgi kuramlarından oldukça farklı bir yaklaşım sunmaktadır. bağlamcılığa göre, insanların belli bir önermeyi bilmesinin ya da gerekçeli bir şekilde o önermenin doğruluğuna inanmasının olanaklılığı ancak bağlamsal koşullar yoluyla anlaşılabilir.

Bağlamcılık görüşünün kuramsal çekiciliğini artıran bir nokta, şüpheciliğe bir yanıt verme iddiası taşımasıdır. Felsefi çerçevesinde algısal bilgiye öncelikle şüpheyle yaklaşılması anlamlı olabilir.

Şüpheciliğe Çağdaş Bir Yanıt: Konuşuyoruz, O halde Şüphecilik Yanlış Olmalı

Bilginin olanaklılığını sorgulamak her zaman epistemoloji uzmanlarının en kritik irdeleme konuları içinde yer almıştır. 20.yüzyılda da şüphecilik sorunsalı epistemoloji kapsamında incelenmeye devam etmiştir.

Ludwig Wittgenstein geleneksel felsefeye getirdiği eleştiriler ile düşünde tarihinde derin izler bırakmıştır. Wittgenstein bir bilgi kuramcısı değildir. Burada daha ziyade kritik bir epistemolojik problemin, felsefeciler ve hatta sosyal bilimciler arasında oldukça revaçta olan çağdaş bir felsefi perspektiften bakılarak nasıl göründüğüne değinilecektir.

Wittgenstein ‘erken’ ve ‘geç’ dönemlerinde birbirinden oldukça farklı iki yaklaşım sunmuştur. Burada ele alınacaklar geç döneme ait görüşleridir.

Geleneksel Dil Anlayışının Eleştirisi

Hepimize göre dil dünyayı yansıtır. Ana dilimizi öğrenme sürecinde, hangi kelimenin hangi nesneye karşılık geldiğini keşfederiz. Böylece nesnel dünya ile zihinsel dünyamız arasında bir ilişki kurulur. Bir insana ‘parmak işaret etme’ yöntemiyle nesne adlarını öğretme eyleminin başarılı olabilmesi için, herşeyden önce, böylesi bir öğretme-öğrenme oyununu anlamlı kılan bir toplumsal ve dilsel altyapının olması ve bunun bir şekilde öğrenilmesi gerekir. Dahası, bir yetişkin parmağıyla bir muza işaret edip ‘muz’ dediğinde çocuk o nesneye bakmayı akıl etse bile, sorun çözülmüş sayılmaz. ‘Muz’ kelimesi nesnenin rengi ile mi ilgilidir? Yoksa nesnenin şekline mi gönderme yapmaktadır? Anlamsal karışıklık bunlarla da sınırlı değildir. Tüm muzların adı ‘muz’ iken neden insanların farklı isimleri vardır? açıkça görüleceği gibi, bir bebeğin ana dilini öğrenmesi son derece zor bir eylemdir ve büyük bir anlamsal ve bilgisel başarı içerir.

Wittgenstein insanların bebeklik dönemlerinde kelime adlarını ‘parmakla işaret yöntemiyle’ kolayca öğrendikleri dikri biraz basit ve yetersiz bir açıklama gibi görünmektedir. Onun gündeme getirdiği önemli noktalardan birisi, kelimelerin nesnelerle ilişkilendirdiğimiz durağan simgeler olmasından çok, toplumsal/sözel eylem kapsamında kullandığımız araçlara benzediğidir. Sözlerin dünyayı bir ayna gibi yansıttığını söylemek yanıltıcıdır.

Kelimeler bazen nesneleri yansıtırken, bazen de emir verme veya söz verme gibi işlevlere yararlar. Örneğin, ‘söz veriyorum’ kelimelerini söyleyen bir insanın yaptığı şey kesinlikle pasif bir şekilde dünyayı betimlemek değildir. Söz vermek, o kelimeleri söyleyeni bağlayan, kelimelerle bir şeyi yapmayı içeren aktif bir eylemdir. O yüzden kelimelerin ‘nesnelere karşılık gelme’ gibi tek ve basit bir işlevi yoktur.

Anlam ve Dil Konusunda Farklı Bir Yaklaşım

Wittgensteincı açıdan bakıldığında, bir çocuğun dil öğrenmesi ‘hangi simgenin neye karşılık geldiğini kavramak’ gibi basitleştirilmiş bir şemayla açıklanamaz. Doğal dillerin öğrenilmesi ve anlamın oluşması süreçleri yalıtılmış zihinsel ya da bilişsel süreçler değil, ağırlıklı olarak toplumsal işlevlerdir. Eğer toplumsal yapılar olmasaydı, simgeler, hiçbir anlam içeremezdi. Wittgenstein’ın dil anlayışına göre, bir cümleyi kullanarak bir düşünceyi ‘doğru’ ve anlaşılır olarak karşıya iletmek belli bir yaşam biçiminin içinde olmayı, belli bir dilsel ve davranışsal kurallar zincirine uygun şekilde eylemde bulunmayı gerektirir.

Unutulmamalıdır ki sözel bir eylemde bir dizi kurallar izlenir ve bu tümüyle toplumsal bir olgudur. Bir kişi tek başına bir dil yaratamaz. Çünkü bir insan kendi kendisini sözel/davranışsal anlamda koşullandıramaz. Bu açıklamalar Wittgenstein’ın tek kişiye özgü bir dilin olanaksızlığı argümanı olarak bilinir ve pek çok yorumcunun da üzerinde uzlaştığı gibi bu argüman günlük dilsel eylemlerimizde toplumsallığın ya da toplumsal boyutun nasıl bir rol oynadığı konusunda kritik bir öneme sahiptir.

Wittgenstein ve Şüphecilik

Wittgenstein anlamın birelere has şeyler oldukları fikrine karşı çıkmaktadır. Yani bir insanın ‘içinde’ hissettiklerinin yalnızca ona ait zihinsel nesnelermiş gibi algılanmasının temel bir yanışlık olduğunu ‘söylemektedir dahası, Wittgenstein anlamın olmadığını değil, zihinlerde yer tutan ‘anlam’ gibi bir şeyin var olmadığını savlamaktadır. Basitleştirerek söylersek, anlam zorunlu olarak özneler arası alandadır.

Bu düşünceler bizi şüphecilik konusunda çok ilginç bir noktaya götürür. Doğal bir dili konuşabilen bir öznenin, gerçekliğin varlığından veya diğer insanların var olduğundan şüphe etmesi oldukça anlamsızdır. İnsanın doğal bir dil konuşması, üzerinde konuşulabilecek bir dünyanın ve o dünyanın içinde yer alan toplumsal bir örgütlenmenin varlığını gerektirir.

Wittgensteincı yaklaşımın felsefeciler arasında evrensel kabul gördüğünü söylemek elbette olanaklı değildir. Ancak pek çok yönü ile önemli bir etki bırakmıştır.

Epistemolojide Doğalcılık

Ontolojik anlamda doğalcılığın tezi şudur: ‘Evrende her ne varsa doğanın bir parçasıdır ve evrende doğal unsurlar dışında bir şey yoktur’. Epistemolojide ise doğalcılık bilginin elde edilme yöntemleriyle ve bilginin doğasıyla ilgili bir görüş olarak anlaşılır. Doğalcı bilgi kuramcıları, bilinebilecek tüm doğruların doğaya ait olduğunu, bizim için doğanın dışında bilgi nesneleri olmadığını düşünürler. 20. Yüzyılın en önde gelen doğalcıları bilime çok özel bir değer atfetmişler, epistemoloji ile fiziksel bilim arasında önemli bir ilişki olduğunu veya olması gerektiğini öne sürmüşlerdir.

Bazı yorumcular kuramın köklerinin Thales, Anaximender, Heraklitus, Demokritus gibi Sokrates öncesi düşünürlere kadar gittiğine inanmaktadırlar. Doğalcılığın ilk temsilcisinin Aristoteles olduğunu düşünenler de vardır. Daha yaygın kabul edilen görüş David Hume’un epistemolojik anlamda ilk doğalcı olduğudur. 20.yüzyıl doğalcılığına damgasını vuran felsefeci ise Amerikalı düşünür Willard Van Orman Quine’dır.

Quine’ın önerdiği doğalcı yaklaşım, felsefede yer etmiş olan ‘zihnini kullanarak nesnel bilgiye ulaşan özne’ veya ‘anlamsal bir iç dünyası olan özne’ kavramlarını bir kenara atarak onun yerine, ‘fiziksel ortamında baş edip ayakta kalabilen gelişmiş organizma’ ve ‘dilsel unsurları gözlemlenen olgu ve davranışlarla bağdaştırabilen ve bunu dilsel davranışlarla iletebilen canlı’ gibi kavramları getirmeyi hedefler.

Hilary Kornblith, doğalcı epistemolojinin temel iddiasını şu şekilde ifade eder: Belli bir inanca veya yargıya nasıl varmamız gerektiği sorusu, insanların aslında o türden yargılara genelde nasıl varıyor oldukları sorusundan bağımsız olarak irdelenip yanıtlanamaz. O yüzden, epistemoloji ile fen bilimleri arasında büyük oranda bir alışveriş olması gerekir.

Toplumsal Epistemoloji ve Feminist Epistemoloji

Quine’ın doğalcılığı, epistemolojinin ‘soyut’ ve ‘zihinsel’ doğasına indirilmiş bir darbedir. Diğer iki darbe örneği ise, toplumsal epistemoloji ve feminist epistemoloji dir.

Quine’ın doğalcı epistemolojisi, bireysel zihin, idealar dünyası veya kavramsal soyutlamalardan ziyade ilgisini doğaya, deneyime ve bilime yönelterek devrimsel bir adım atmıştır. Toplumsal epistemoloji de çözümleme ve açıklamalarında öznelerden ve onların öznelliklerinden uzaklaşıp, bilginin toplumsal koşulları ve toplumsal bilgiye yönelmiştir. Toplumsal epistemolojinin hareket noktası, Kornblith’in yukarıda aktardığımız ‘epistemolojik düzlemde olması gerekene ancak olanın dolayımıyla ve irdelemesiyle varılacağı’ fikrinde bulunabilir.

Temel sorunsallardan birisi, bir toplum içinde bilme işlevlerinin nasıl organize edildiği ve bilginin öznelerarası alanda nasıl ortaya çıktığıdır.

Feminist felsefeciler, geleneksel epistemolojinin sorgulamadan bıraktığı önemli noktaları gündeme getirerek eleştiriyi bir adım öteye taşımışlardır.

İnsan zihninin yaratıcı ve yapıcı gücünün dünyayı şekillendirdiği düşünülür. Ancak, farklı bir irdeleme, ters yönde bir bağıntıyı veya nedenselliği de gösterecektir: İçinde bulunduğumuz dünyanın toplumsal düzeni ve tarihsel altyapısı, bireylerin öznel yaklaşımlarını, tek tek insanların zihinlerini, ideolojilerini, beklentilerini, seçimlerini ve fikirlerini şekillendirir. Dolayısıyla düşüncenin normlarını ağırlıklı olarak tarihsel ve toplumsal yapı belirler.

Feminizmin esas tezine göre bu normlar genel olarak erkek-egemen bir toplumsal örgünün ve tarihselliğin sonucudur. Hem kadınların hem erkeklerin bireysellikleri ve öznellikleri böylesi bir altyapı içinde oluşmuştur.

Hem ılımlı doğalcıların hem de feminist düşünürlerin ortak bir noktası, Quine’dan çok farklı olarak, normatif işlevi epistemolojik irdelemelerde ciddiye almalarıdır. Bu düşünürler epistemolojinin usçu alışkanlıklarını terk ederek deneyimsel ve bağlamsal boyutlarla ilgilenmeyi öğrenmesi gerektiği konusunda uzlaşmaktadır.

Richard Rorty’nin Pragmacı Tepkisi

Geleneksel epistemolojiye yöneltilen eleştirilerden ikisi büyük önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi, bilgi kavramı konusunda zihinden ziyade doğal ve toplumsal unsurları vurgulayan perspektiftir. İkincisi, Richard Rorty’nin pragmacı eleştirisidir.

Rorty’nin Pragmacılığının Ana Hatları

Rorty’nin karşısına aldığı temel görüş, Kartezyen felsefe ve onun en temel özelliklerinden biri olan temsil epistemolojisidir. Rorty’ye göre, Modern Çağ düşünürlerinin çoğunlukla insan zihnini bir ‘ayna’ ve bilgiyi de dış dünyanın zihinde bıraktığı ‘yansımalar’ şeklinde kavramlaştırmaları oldukça yanıltıcı bir felsefi geleneğe yol açmıştır.

Rorty’nin ‘gerçeklik’ ve ‘doğru’ gibi kavramlara ilişkin yorumuna göre, esas olan, eylem, yorumsal çeşitlilik ve insanlığın kendini geliştirmesidir- saf hakikatin bulunması değil.

Rorty’ye göre, dünya ve insan sürekli olarak karşılıklı etkileşim ve değişim içindedir. İnsanlar için esas olan, eylemsel başarı, hayatta kalma ve gelişimdir. Soyut veya kuramsal düşünme ‘daha öncelikli’ ve ‘daha temel’ değildir. O yüzden, ‘bilgi’ ve ‘fayda’ kavramları birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkili olmak zorundadır.

Rorty’nin ‘Fayda’ Kavramı Konusunda Tartışmalar

Pragmacılığı eleştiren felsefeciler, ‘bilgi’ veya ‘doğru’nun nesnel kavramlar olduğunu ancak ‘fayda’nın öznelere bağlı bir kavram olduğunu savunurlar. ‘Fayda’ kavramının son derece değişken ve görece olduğu açıktır. Oysa sezgilerimize göre, bilgi rastgele bir şekilde oluşmaz; önermelerin doğruluğu da insanların öznel durumlarına bağlı değildir. Peki bu durum pragmacılığın temel tezinin sorunlu olduğunu göstermez mi?

James ve Rorty gibi pragmacıların savunduğu ‘işe yarama’ veya ‘fayda’ kavramı yalnızca öznel, anlık veya keyfi durumlarla sınırlı değildir. Pragmacı ‘fayda’, genellikle bilişsel, bilimsel ve toplumsal yönleri olan geniş kapsamlı bir kavramdır.

İroni ve Olumsallık

Rorty’nin yaklaşımı, esas olarak, ‘felsefenin kutsallarına’ karşı kökten bir karşı çıkışı temsil eder. Rorty, insanlar açısından hiçbir şeyin ‘mutlak’ veya ‘değişmez’ olmadığını düşünür. Bir düşünür olarak Rorty’yi en iyi betimleyen deyim ‘ironi’dir. ‘İroni kelimesi Türkçeye genellikle ‘tersinleme’ veya ‘alaysılama’ olarak çevrilir. Aynı zamanda zıtlıkları barındıran durumlarda da kullanılır. Rorty’nin kullandığı haliyle ise, ‘ironik birey’ büyük sorulara nihai yanıtlar bulma merakını hafife alan kişidir.

‘İroni’ kavramı ile yakın ilişki içinde olan bir diğer kavram da ‘olumsallık’tır. Olumsallık, felsefi olarak, ‘zorunluluk’ veya ‘mutlaklık’ kavramının tersini ifade eder. Bu yaklaşımları benimseyen kişiler, kendi inanç sistemlerinin doğruya veya hakikate karşılık geldiğini değil, farklı bakış açılarından dünyaya bakabilmenin düşünsel bir meziyet olduğunu düşünürler. ‘Düşünsel ironi’ felsefenin geleneksel sorunlarından ve evrensel meraklarından uzaklaşmak demektir.

Rorty’nin Düşüncelerinin Genel Değerlendirmesi

Rorty 20. Yüzyılda post-modern hareketin Amerika kanadının en önemli temsilcisi olarak görülmüştür. Fredrich Nietzsche, Martin Heidegger, Michel Foucault, Rorty’nin kendi perspektifine yakın bulduğu isimler olarak ön plana çıkmışlardır.

Rorty’e göre, geleneksel bilgi kuramcıları ağırlıklı olarak bilginin ‘temellendirilmesi’ konusu üzerinde durmuşlardır. Rorty, bilgi kavramına katı bir çözümleyici yaklaşımda bulunan, konunun bağlamsal ve pragmacı yönlerini hesaba katmayan geleneksel yaklaşımı eleştirmektedir. Rorty’nin yaklaşımına göre, bilginin kuramsal olarak temellendirilmesi veya gerekçelendirilmesine gerek yoktur.

Geleneksel felsefi yaklaşımları eleştirirken, Rorty, zaman zaman pragmacı ve liberal fikirleri bir araya getirmektedir. Bakşa bir deyişle, Rorty’nin eleştirisi ontolojikepistemolojik zeminle sınırlı değildir. Kuramlardan ziyade pratik toplumsal sorunlarla ilgilenen Rorty, felsefenin çeşitli alanlarındaki eleştirilerini toplumsal-siyasal alana taşımıştır. Diğer taraftan da onun felsefesi çeşitli tartışmalara yol açmaya devam etmektedir.