EPİSTEMOLOJİ - Ünite 6: Bilginin Kaynakları Sorunu (2): Usçuluk Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 6: Bilginin Kaynakları Sorunu (2): Usçuluk

Usçuluk Nedir?

‘Us’ kelimesi Arapça kökenli bir kelime olan ‘akıl’ın Türkçesidir. ‘Usçu’ olarak bilinen felsefeciler bilgimizin tek kaynağının duyu verileri ve algılar olmadığını düşünürler. Güvenilir veya kesin bilginin temelinde insan aklının yattığı veya gerçekliğin kavranmasının ancak akıl yoluyla olabileceği tezini ileri süren akıma usçuluk denir. Diğer bir ifadeyle usçuluk, deneyimcilikten farklı olarak, insan aklının kendisinin bilginin temel bir kaynağı olduğunu veya bilginin ortaya çıkmasında insan aklının yapısının özsel ve şekillendirici rol oynadığını savunur. Usçular epistemolojik tablonun merkezine ‘deneyim parçalarını’ değil aklı yerleştirir.

Usçuluğun Arka Planı: Eski Yunan’daki Nous Kavramı

Eski Yunan’da nous kavramının incelemesini sıralamak gerekirse:

  • Sokrates öncesi felsefede ‘ nous ’ kavramının kullanımı pek çok kez ‘öznel bir zihinsellik’ düşüncesinden uzak bir tarzda gelişir.
  • Anaksagoras, nous ’un evrenin başlangıcındaki kaosu düzenleyen ve evrenin düzen içinde bir başlangıç yapmasını sağlayan bir güç olarak düşünür.
  • Platın nous ’u ‘ruhun ölümsüz ve akıl içeren kısmı’ olarak tanımlar ve bizim gibi sonlu varlıkların işlevleri arasında ‘tanrısallığa yakın olan işlev’ olarak niteler.
  • Aristoteles, hem sonlu hem de ölümsüz yönleri olduğuna inandığı nous’u bizim anladığımız ‘akıl’ kavramına yakın bir şekilde alır ve bu kavramı ‘algı’dan ayırır. Aristoteles’e göre, insanlarda bulunan nous ’un ölümden sonra da varlığını sürdürebilen kısmı, anlama ve bilme işlevlerini olanaklı kılar ve bizi diğer canlılardan farklı bir konuma getirir.

Hepsinin ortak tavrı, bilginin ve anlamanın düzeyini algının düzeyinden farklı bir yerde konumlandırmalarıdır. Bu tavır, farklı biçimlerde, Modern Çağ usçularının görüşlerinin de temelini oluşturur.

Descartes

Descartes, önde gelen usçulardan biridir. Diğer usçular gibi o da insan zihninin doğum anında belli ‘içeriğe’ sahip olduğunu düşünmektedir.

‘Düşünüyorum’dan Nesnelerin Bilgisine Giden Yol

Descartes’a göre, algı ve matematik de dahil olmak üzere, bize en güvenilir görünen bilgi türlerinin doğruluğundan bile şüphelenme olasılığı bulunmaktadır. Örneğin insan bildiğini sandığı her konuda yanılmakta ve yanıldığını düşünmektedir. Böyle bir durumda, evrende yanıltılan bir şeyin olması gerekir. İşte bu şüphe duyulmayan gerçektir. Burada kastedilen varlık, etten ve kemikten bir varlık değil, zihinsel boyutta bir var olma durumudur. Başka bir deyişle kastedilen, zihinsel tözdür. Bu yüzden Descartes ‘düşünüyorum, o halde varım’ demektedir. Bu bilgi Tanrı’yı bilmemizden de daha önce gelen bir bilme türüdür.

Descartes’ın bir sonraki adımı, zihnin içerikleri olan ideaları incelemektir. Bu idealardan ilginç bir tanesi ‘Tanrı ideası’dır. Tanrı; tanım gereği, sonsuz olan ve içinde sınırsız özellikler barındıran bir varlıktır; buna karşın insan zihni sınırlıdır. Eğer Tanrı varsa, O’nun bizim bilgilenme süreçlerinde sistematik ve sürekli bir şekilde yanılmamıza izin vermesi beklenemez.

Algısal Bilginin Sınırları

Descartes’ın mum örneği deneyimcilik ile usçuluk arasındaki farkı anlatır. Yanan bir mumun sürekli olarak değişim halinde olmasını duyular ile algılarız. Ancak başından sonuna kadar, mum değişmesine rağmen, aynı nesneyi algılıyor olduğumuzun da farkında oluruz. ‘tüm değişimlere karşın aynı nesneyi algılamakta olduğumuz’ bilgisini bize sağlayan kaynağın algılar olması olanaklı mıdır?

Descartes’ın bu soruya cevabı olumsuzdur. Nesnedeki değişimleri duyular aracılığı ile biliyor olduğumuz doğrudur. Ancak tüm değişimlerin ardında, varlığını kesintisiz olarak sürdüren, belli bir nesnenin yatmakta olduğu bilgisini akıl yoluyla ediniriz. Bu bilgileri algılar veremez.

Descartes’un argümanı doğruysa, değişimlerden geçerken ‘kendisi’ olarak kalan nesnenin kavranması için duyu algıları yeterli değildir. Bu bakış açısını daha iyi anlamak için Kant’a değinmek gerekir.

Kant

Descartes, ‘maddesel’ ve ‘zihinsel’ olmak üzere iki farklı tip öz tanımlar. Immanuel Kant(1724-1804) da fiziğin ve etiğin alanlarını ayırır.

Varlık alanında fiziksellik dışında bir kuralın veya kanunun olmadığı düşünülseydi, adaletsizliklerin veya zalim insanların eylemleri de bu şekilde açıklamak zorunda kalınırdı. Özgür iradenin veya tercihlerin olmadığı yerde, etik, anlamını tümüyle kaybeder. Akıl sahibi bir varlık olan insan, ahlaki olarak seçim yapma ve karar verebilme kapasitesine de sahiptir. Bu yüzden Kant, aynı Descartes gibi, ‘ikicilik (düalizm) olarak bilinen akımla da ilişkilendirilir.

Deneyimciliğin Hakıını Vermek ve Deneyimciliği Eleştirmek

Kant usçu bir düşünür olsa da, özellikle Hume’un deneyimciliğinden oldukça etkilenmiştir. Kant’ın Hume’a katıldığı en önemli nokta, ‘insan aklının deneyime hiç başvurmaksızın bazı evrensel veya metafizik doğruları keşfedebileceği’ tezinin kabul edilemez bir düşünce olduğudur.

Kant’a göre, bu tür çabalar, ya insan bilgisine ilişkin şüpheciliğin güç kazanmasına ya da dogmatik düşünce sistemlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kant’ın temel amaçlarından biri, bu karamsar tablo karşısında yapıcı bir perspektif sunabilmektir.

Hume’a göre biz temel olarak iki türlü bilgi sahibi olabiliriz: Duyu verilerine dayanan deneyimsel bilgi ve mantıksal (veya biçimsel) bilgi. Kant, deneyimciliğin bu yönüne karşı çıkar ve felsefenin (veya metafiziğin) olanaklı olduğunu savlar. Bu tavır Kant’ı epistemolojik açıdan deneyimcilerden ayıran en önemli noktadır. Özetle, Kant’ın felsefesinin önemli bir sentezi hedeflediğini söyleyebiliriz.

Epistemolojik Devrim ve Kant’a Göre İnsan Zihninin Etken Yapısı

Felsefe tarihi boyunca epistemolojik sorunsal belli bir eksen etrafında şekillenmektedir. Bu eksen, eldeki sınırlı zihinsel veya bilişsel verilerden hareketle, zihin tarafından yaratılmamış bir gerçekliğe ilişkin nasıl bilgi sahibi oluna bilineceği konusudur. Eldeki konunun veya sorunun hem ontolojik hem de epistemolojik boyutları olduğunu düşünmek olasıdır. Ontolojik açıdan, nesnel varlık alanı zihinden tamamen bağımsız ve dışsal bir şekilde vardır. epistemolojik açıdan, zihin tamamen edilgen bir işleve sahiptir ve zihnin esas bilgisel işlevi nesnel olanı ‘kopyalamaktır’.

Kant’ın önerisi, daha önce denenmemiş bir ‘düşünsel deney’ yapmakla ilgilidir. Bu deney, aynı Kopernik’in dünya merkezli astronomik sistem yerine güneş merkezli sistemi önermesi gibi, nesne merkezli metafizik projeler yerine, öznenin bilişsel rolünü merkeze alan bir kuramı öne sürmektir. Kant’ın devrimsel görüşüne göre, bilen özne edilgen değil etkendir.

Hume’un ve diğer deneyimcilerin haklı olduğu yer, bilginin malzemesinin algı verileri yoluyla geldiğidir. Ancak o hammaddeyi işleyecek olan bilişsel mekanizma doğuştan gelir. Dolayısıyla Kant’a göre Locke’ın benzetmesi yanlıştır: zihin insanın doğduğu andan itibaren ‘boş levha’ olamaz. Başka bir deyişle, zihnimiz organize edeceği ham maddeyi dışarıdan alabilir ancak organize eden zihinsel sistemin işleyiş ilkelerini deneyimsel yollardan öğrenilemez.

Kant’ın Ontolojisi: Bilişsel Sınırların Varlıksal Sonuçları

Kant’ın ‘Kopernik Devrimi’nin önemli bir yönü, varlık alanının yeniden tasarlanmasıyla yani ontolojiyle de ilgilidir. Çünkü ‘bilgi’ varlığa bağlı bir kavramdır, biz var olanları bilmeye yöneliriz.

İnsanlar bilişsel açıdan sınırlı varlıklardır. Bu anlamda, hem duyu organlarının hem de aklın işlevlerine, türsel kısıtlamalar ve sınırlar çerçevesinde yaklaşmak gerekir. İnsanlar genellikle sınırlı bilişsellikte olduğunu gözden kaçırmaya ve algısallığı mutlak bir durum gibi almaya eğilimlidir. ‘Nesne’ biz insanlara nasıl görünüyorsa, aslında öyledir türünden bir varsayımla yaklaşırız. Kantçı açıdan biraz derin düşünürsek, alışılmış düşüncelerle çelişen şöyle bir sonuca varabiliriz: Sınırlanmış olan yalnızca bilgimiz değil, aynı zamanda bize nesne olarak görünen şeylerdir.

Kant’ın görüşüne göre, bizim sınırlanmış varlıklar olmamız yalnızca bilgi konusunda değil varlık konusunda da önemli sonuçları olan bir olgudur. Kant’a göre, bize görünen dünya ve onun nesneleri bizim bilişsel sınırlarımız tarafından şekillenmiş ve sınırlanmış olarak karşımıza çıkmak durumundadır. Yani Kant’ın kastettiği, aslında varlık alanının kendisi olarak var olduğu, ancak bizim onu ‘olduğu gibi’ anlayamayacağımızdır.

Sentetik A Priori Olanaklı mıdır?

Kant öncelikle analitik ve sentetik cümleler arasında ayrım yapar.

  • Analitik cümlelerde, cümlenin yüklemi öznede zaten var olan bilgilere yeni bilgi katmaz. ‘Bekârlar evli olmayan insanlardır’ analitik cümledir.
  • Sentetik cümlelerin yüklemleri öznede içerilen bilginin ötesine geçer. Tahmin edileceği gibi, günlük dilde kullandığımız cümlelerin çoğu analitik değil sentetiktir. ‘önümde duran kedi siyah renklidir’ önermesi sentetiktir, çünkü ‘siyah’ özelliği –genel olarak düşünülürse- ‘önümde duran kedi’ kavramının içinde bulunmaz.

O halde özetlersek, sentetik cümleler bizim dünyaya ilişkin bilgimizi genişletirler; analitik cümleler ise ya içeriksel olarak boşturlar ya da kavramlar arası ilişkileri ortaya koyarlar. Başka bir deyişle, deneyimsel olarak yeni bilgi taşımazlar.

Diğer önemli ayrım da a priori ve a posteriori ayrımıdır. Analitik-sentetik çifti cümlelerin yapısını ilgilendirir; a priori ve aposteriori ayrımı ise bilginin edinilme tarzına ilişkindir.

  • A priori bilgi evrensel olarak doğrudur ancak tek tek deneyimler yoluyla kazanılmaz.
  • A posteriori bilginin kazanılması için somut deneyim parçaları gerekir. Gözlemsel bilgilerin tümü a posteriori’dir .

Belirtilmesi gereken önemli bir nokta: her ne kadar ‘analitik’ kavramı ‘ a priori ’ye, ‘sentetik’ kavramı ‘a posteriori ’ye benzese de, bunlar bütünüyle aynı kavramlar değillerdir. Yukarıda da açıklandığı gibi, analitik cümleler ‘deneyim boyutunda yeni bilgi içermeyen önerme’ olarak, a priori ise ‘evrensel ve kesin nitelikteki bilgi türü’ olarak tanımlanır. Kant’ın bu kavramları kullanmasındaki asıl amaç, Hume’un bilginin yalnızca iki çeşidinin olduğu yönündeki argümanına karşı çıkabilmektir.

Bir karşılaştırma yapılacak olursa analitik a priori önermeler ve sentetik a posteriori önermeler Hume’un olanaklı olduğunu düşündüğü iki bilgi tipine karşılık gelmektedir. İlki, mutlak bir şekilde doğru önermeleri, ikincisi ise dünyaya dair gözlemsel bilgileri oluştururlar. Hume’cu açıdan bakılırsa, bilgi ya basit şekilde deneyimseldir ya da mantığa aittir.

Diğer iki olasılığa bakıldığında, Kant, analitik a posteriori ’nin olanaksız olduğunu söyler. Çünkü analitik cümlelerin doğruluk değeri, tikel deneyimlere bağlı olmaksızın belirlenir. Diğer karşılaştırma ise bizi Kant’ın kritik epistemolojik sorusuna götürür: Deneyimcilerin kabul ettiği iki bilgi türüne ek olarak sentetik a priori de olanaklı mıdır? Yani hem doğruluğu kesin ve evrensel olan hem de bilgi içeriği boş olmayan bir önerme tipi var mıdır? Kant’a göre, metafizik bilginin olanaklılığı bu tip önermelerin varlığına bağlıdır.

Kant’a göre aritmetik ve geometri sentetik a prioridir. Benzer şekilde, doğrudan gözlemin ötesine geçmeyi gerektiren ‘her doğal olgunun doğal bir nedeni vardır’ türü metafizik önermeler de sentetik a priori niteliktedir. A priori önermeler tek tek olgulardan ziyade genel geçerliği olan ilkelerle ilgilidir. Sentetik önermeler ise bilgimize katkı yapan, yalnızca kavram çözümlemesinin ötesine geçmeyi gerekli kılan cümlelere karşılık gelirler.

Kant’ın ‘Kavram’ Kavramı ve Usçuluk

Platon’dan başlayarak, usçu eğilimleri olan düşünürler her zaman bilginin algısal malzemesi ile bilginin norm sunan ve biçimlendiren temel unsurlarını ayırma eğiliminde olmuşlardır. Kant’ın usçu görüşüne göre, bilginin oluşması için dışarıdan ‘duyusal malzeme’ alınması yetmez. Bu malzemenin kavramsal olarak şekillendirilmesi veya anlamlandırılması gerekir

Kant’a göre ‘nedensellik’ tek tek deneyimler yoluyla edinilebilecek bir kavram değildir. ‘Neden’, sentetik a priori bir kavramdır. Yani, ‘mavi’ gibi öğrenilmiş kavramlardan farklı olarak, sıradan deneyimin olanaklı olmasını sağlayan düzenleyici bir normdur. Algıladığımız dünya bize nedensel bir yapıda görünür, çünkü nedensellik insan aklının evrensel kategorilerinden biridir. Epistemolojide Kopernik devriminin bir başka ifadesi de budur.

Usçuluk-Deneyimcilik Tartışması Üzerine

Deneyimci düşünürler sürekli olarak bilginin temeline algı verilerini veya deneyimi yerleştirirken, usçular bu felsefi tablonun yetersizliklerine işaret ederler. Usçular bilginin biricik kaynağının algılar olamayacağını savunurlar. Özetle usçulara göre; her kavram veya kategori aynı nitelikte değildir. Usçular açısından deneyimciliğin en büyük eksikliği algı verilerinin karmaşık dünya bilgisine nasıl dönüştüğünü tatmin edici bir şekilde açıklayamayacak olmasıdır. Usçuluk-deneyimcilik tartışması hala süregiden bir tartışmadır.