EPİSTEMOLOJİ - Ünite 11: Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi Türleri Üzerine Tartışmalar Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 11: Etik, Estetik ve Dinsel Bilgi Türleri Üzerine Tartışmalar
Etik İlkeler Bilginin Nesnesi Midir?
Birçok kişi, sıradan algının ve doğal bilimlerin bize nesnel bilgi sağladığını düşünür. Yuvarlak bir taşa bakarak taşın şeklinin ‘yuvarlak’ olduğu fikrine ulaşan bir öznenin durumu düşünüldüğünde, bu kişinin bir bilgi sahibi olduğu açıktır. Eğer ‘şu an baktığım taşın şekli yuvarlaktır’ inancı doğru ve gerekçeli ise bu inanç bilgidir. Aynı durumun etik için de geçerli olup olmadığını anlamak için etik kavramını açıklamak gerekmektedir.
Etik-Ahlak Farkı
İngilizce olarak ifade edildiğinde ‘morality’ ve ‘ethics’ şeklinde olan ‘moral’ ve ‘etik’ birbirinden farklı kavramlardır. Moral, ahlaki anlamdaki ‘moral’in kelime kökeni olan Latince ‘moralis’ kelimesi yaklaşık olarak ‘toplum içinde uygun davranış’ anlamına gelmektedir.
‘Moralite’ veya ‘ahlak’ , belli bir toplumdaki bireyler tarafından hoş görülen, uygun bulunan ve kabul edilen eylem kalıplarına ve bu tür bağlamlarda insanların yaptığı iyi-kötü nitelemelerine ilişkindir.
‘Etik’ kavramı, değerler bağlamında doğrulara ve ilkelere ilişkin kullanılır. Pek çok felsefeci, örneğin, ‘etik’ kavramını ‘bireylerin ve toplumların sahip olduğu ahlak (moralite) üzerine düşünme ve irdeleme’ olarak tanımlar. ‘Ahlak’ kavramından farklı olarak, ‘etik’ genel ve evrensel ilkelerle ilgilidir.
Etik Bilginin Kökenine İlişkin Düşünceler
Etik bilgiye sahip olma kavramı ile toplumda geçerli olan değerleri ve ilkeleri çocukluktan itibaren çevreden öğrenme kavramları birbirinden farklıdır. Doğal olarak, her toplumda bazı ahlaki kurallar ve etik ilkeler sürekli olarak dolaşım halindedir ve toplumdaki bireyler küçük yaştan başlayarak bu ‘ilkeleri’ özümserler. Ancak bu olgusal saptama, belli bir toplumda geçerli olan etik normların nasıl öğrenildiğinin yanıtıdır. Felsefecilerin üzerinde kafa yorduğu asıl sorun, evrensel bir şekilde doğru olan ilkelerin bilinmesidir.
Etik önermeleri bilme sorusuna verilebilecek dört temel yanıt vardır:
a. Etik ilkelerin bilgisini sezgiler veya benzer hisler yoluyla edinmek. Bu görüşe getirilen eleştiri de önemlidir; evrensel bir boyut taşıdığı düşünülen ve bilişsel niteliğe sahip olduğu varsayılan etik ilkelerin, bilişselliği tartışmaya açık olan hisler yoluyla nasıl bulunabileceğinin ilk bakışta açık olmamasıdır.
b. Etik ilkelerin bilgisini din aracılığıyla edinmek. Bazı düşünürler etik ilkleerin asıl kaynağının din olduğunu savunurlar. Bu görüşe getirilen eleştiri ise, dinin ya da dinsel unsurların olmadığı bir durumda etiğin olup olmayacağı tartışmasıdır.
c. Etik ilkelerin bilgisini algılar aracılığıyla edinmek. Fiziksel dünyanın algılanarak doğru ve nesnel bilgi edinildiğini savunan görüştür. Eleştirisi ise gözlemlenemeyen durumlarda nasıl bir etik anlayışına gidilmesi gerektiğidir.
d. Etik ilkelerin bilgisini akıl aracılığıyla edinmek. Özellikle Aydınlanma Çağı düşünürleri ve felsefi olarak onları izleyenlerde egemen olan bir kanı, aklın evrensel bir yeti olduğudur. Bu görüş felsefede en çok rağbet gören görüştür.
Bir Örnek: Kant’ın Etik Görüşünde Aklın Rolü
Bu bölümde amaç, etik bilginin nasıl olanaklı olduğunu usçu bir perspektiften açıklayan Kant’ın konuyla ilgili tartışmalarına değinerek konuyu somutlaştırmaktır.
Kant en temel etik ilkelerin genel olarak geçerli olduğunu, yalnızca insanları değil tüm akılcı varlıkları bağladığını ve bu ilkelerin aslında yalnızca entelektüellerin zihninde değil her insanın ‘içinde’ bulunduğunu savlar. Kant’a göre, insanı diğer hayvanlardan ayıran bir özellik, onun kurallar ve normlar tarafından bağlanabilme yetisidir. Yalnızca insan aklını kullanarak doğal arzularını kısıtlama tercihinde ve iradesinde bulunabilir, bu anlamda tüm hayvanlar içinde yalnızca insan özgürdür.
Kant, etik alanında zorunluluğun değil özgür iradenin olduğunu savlar. Dolayısıyla insanın etik seçimler bağlamında özgür olduğu düşüncesi ile birlikte ele alınmalıdır. Kant açısından, insanları bağlayan ve akla seslenen en yüksek etik ilkeler zamana ve duruma bağlı değil, evrensel ve zorunlu normlardır. Kant bu ilkelere ‘zorunlu buyruk’ veya ‘koşulsuz buyruk’ adını verir. Koşulsuz buyruk, en yüksek etik normu ifade eder ve evrensel olarak herkesi ve her eylem durumunu kapsar.
Kant’ın etik kuramı, etik anlamda iyi ve kötünün belirlenmesinde aklın evrensel işleyişinin değil ‘sonuç’ ve ‘yarar’ kavramının belirleyici olduğunu savunan yararcı düşünürlerin görüşleriyle taban tabana zıt bir konumda bulunmaktadır.
Evrensel Boyutta Etik Bilginin Olanaklılığı Konusunda Çekinceler
Evrensel geçerliliği olan etik bilginin olanaklılığı konusunda genel olarak iki önemli itiraz dile getirilmiştir.
- ‘Görececilik’ itirazı: İnsan aklının en genel etik ilkeleri kavrayabileceği düşüncesinin karşılaşabileceği çok önemli bir zorluk, söz konusu ilkelerin ‘varsayılan evrenselliği’ ve buna karşın, onları kavrayacak aklın aslında kültürel olarak ‘sınırlı’ olduğu gerçeğiyle ilgilidir. Örneğin ‘kölelik etik olarak yanlıştır’ önermesi eski çağlarda geçerli değildi. Buna paralel bir durum, bizim şu anda sahip olduğumuz etik ilkeler için de geçerli olabilir. Doğal olarak bu durum ‘evrensel anlamda doğru’ olan etik bilgiye erişimin olanağı konusunda ciddi bir soru işareti yaratır.
- ‘Bilişsel olmama’ itirazı: özellikle 20.yüzyılın ilk yarısında bilimsel bir dünya görüşünü ve mantıksal atomcu bir metafiziği savunan düşünürler tarafından dile getirilen bir itirazdır. ‘Pozitivist’ olarak da nitelenen bu felsefecilere göre, etik içerikli ifadeler bilişsel içeriğe sahip değildir. Etik yargı içeren bir cümle o cümleyi dile getiren kişinin duygularını, eğilimlerini ve tercihlerini aktarır; ancak etik yargılar bilişsel veya bilgisel içerikten yoksundur. O yüzden de etik içeriği olan cümleleri ‘bilmek’ söz konusu olamaz.
Görececiliği savunan düşünürler, etik önermelerin ve etik doğruların olduğunu ancak bunların yere ve zamana görece olduğunu, evrensel bir ‘etik ilkeler kümesi’ olmadığını öne sürerler. Bilişsellik konusunu gündeme getirenler ise, etik cümlelerin doğru veya yanlış olamayacağını ve etiğin bilginin nesnesi olmadığını savunurlar.
Pozitivistlerin söylemeye çalıştığı, etik veya estetik nitelikteki yargıların önemsiz veya işlevsiz olduğu değildir. Bu düşünürler yalnızca bu tür ifadelerin öznel tercihleri yansıttığı ve nesnel dünyaya dair bilgi taşımadığını söylemektedirler. A. J. Ayer gibi pozitivistler ahlaki normların ve etik yargıların bazılarının diğerlerinden daha kabul edilebilir olduğunu kabul etmişlerdir. Ancak burada söz konusu olan ‘haklılaştırmanın’ epistemolojik değil, ancak psikolojik veya sosyolojik bir boyutta gerçekleşebileceğini düşünmüşlerdir.
Estetik Yargıların ve Sanatın Bilgiye Bir İlgisi Var Mıdır?
Eski Yunancaya baktığımızda, ‘estetik’ ve ‘duyu’ kelimelerinin ilginç bir şekilde aynı kökü paylaştıklarını görürüz. Ancak, açıktır ki, bu ve benzeri saptamalar buradaki felsefi irdelemelerimiz ve tartışmalarımız açısından fazlaca aydınlatıcı sayılmazlar. Ne de olsa, beş duyumuz bizim hayvanlarla paylaştığımız bir yönümüzdür. Oysa ‘estetik’ kavramının zihnimizde uyandırdığı düşünce oldukça ‘insana özgü’ bir içerik barındırmaktadır.
‘Güzel olanın’, ‘incelikli olanın’ veya estetik anlamda ‘yücelmiş olanın’ anlaşılması, değerlendirilmesi ve yaşam içinde konumlandırılması insana özgü, oldukça özel yetilerdir. İnsan, örneğin, yalnızca bir kokudan zevk alma ve etkilenme kapasitesine değil, bir şiirden veya ezgiden de zevk alma, hüzünlenme farklı düşüncelere kapılma ve yaşamsal olarak etkilenme yetisine sahiptir. Peki, estetik yargıların ve sanatsal işlevlerin bilgiyle veya bilgi edinmeyle bir ilgisi var mıdır?
Platon’un Sanat-Bilgi İlişkisine Yaklaşımı
Platon’un sanatsal ürünlere matafizik sıralamasında en alıt sırayı vermesi (idealar, matematiksel nesneler, doğadaki nesneler ve son olarak nesnelerin taklitleri ve tasvirleri) felsefe tarıhınde iyi bilinen ve çok tartışılan bir olgudur.
Platon’un metafiziğine göre, idealar var olmaları için değişken dünyanın nesnelerine bağlı değillerdir. Öte yandan, doğadaki nesneler ontolojik olarak idealara bağlıdır, fakat kendilerini tasvir eden sanat eserlerine bağlı değillerdir. Ontolojik olarak son sırada yer alan sanatsal ürünler ise, varlıkları için fiziksel nesnelere bağlıdırlar. Dolayısıyla sanatsal ürünlerin temel olarak bilgisel bir değeri yoktur.
Geleneksel Bilgisel Yaklaşıma Bir Karşı Çıkış
Estetik yargıların ya da sanatsal ürünlerinin bilgisel içerikten yoksun olduğu görüşüne karşı dile getirilebilecek bir fikir, bu görüşün aslında ‘bilgi’ kavramını son derece kısıtlı bir çerçeve içinde kurgulaması ve bu çerçevenin dışında kalan unsurların hakkını tam olarak vermemesidir. Bu kısıtlı ‘çerçeve’, tahmin edilebileceği gibi, temelinde algıya dayanan deneyimsel bilginin çerçevesidir. Ancak bilginin yalnızca tek bir temel türünün olduğu iddiası, özellikle estetik ve etik alanlarında çalışan veya kuramlarında estetik ve etik unsurlara büyük oranda yer veren düşünürlere oldukça şüpheli gelmiştir.
Aristoteles’in kuramlarından ve fikirlerinden esinlenen bir gelenek, tragedyalarda sergilenen ve insanın içine işleyen durumların aslında çok önemli bir amaca hizmet ettiği düşüncesini vurgular. Bu amaç, insanları trajik durumları izlerken yaşadıkları duygusal coşkunluk ve nihayetindeki içsel boşalma hallerinin onların etik olarak dönüştürmesi ve doğru etik ilkeleri kavrama ve benimseme konusunda yardımcı olmasıdır. Eğer bu doğruysa, tiyatro ve roman gibi sanatsal eserlerin ve işlevlerin ‘insanların duygusal yönlerine seslendiği’ saptaması, oldukça yetersiz ve eksik bir tanımlama olarak karşımıza çıkmaktadır.
Epistemolojinin özellikle deneyimci kanadında çalışan felsefeciler insanın imgelem (hayal) gücünü fazlaca irdelemişler ve insan zihnini edilgen bir ortam olarak varsaymışlardır. Usçu felsefeciler ise, bilgi kuramlarını açıklarken zihnin etken ve oluşturucu yapısına vurgu yapmışlardır. Bilgi kuramcıları çoğunlukla ‘varlığı sabit olan özne’ ile ‘varlığı sabit olan nesne’nin bilgisel ilişkisi üzerine yoğunlaşmışlardır. Buna karşın, tarihsel olarak bakarsak, özellikle Romantizm akımının edebi ve felsefi çerçevesinin içinde yer alan yazarların vurguladığı bir nokta, hem insana hem de onun dünyasına farklı açılardan yaklaşabileceği ve imgelemin devingen gücünün insanı ve dünyayı önemli bir biçimde dönüştürebileceği olmuştur.
Bu bağlamda özellikle belirtilen konu, dinamik ve yaratıcı bir yeti olarak imgelemin itici gücünün nasıl ufuk açıcı olduğu ve yeni anlama türlerini nasıl olanaklı kıldığıdır.
Tanrı Konusunda Bilgilenme Sorunsalı
Tanrı’nın Varlığı Bilgisinin Sıradan Bilgiden Farkı
Dinsel önermeler bağlamında, epistemolojik olarak irdelenebilecek ilginç bir soru şu şekilde ifade edilebilir: ‘Tanrı vardır’ veya ‘Öldükten sonra Tanrı kötüleri cezalandırır, iyileri ödüllendirir’ gibi önermeler bilinebilir mi? Elbette burada vurgu ‘bilme’ kavramı ve onun diğer zihinsel durumlardan farkı üzerine yapılmaktadır.
‘Tanrı vardır’ önermesinin doğruluğunun basitçe deneyimsel veya algısal olarak değil, akılsak olarak ve mantıksal düşünce zincirlerini izleyerek gösterebileceği yönündedir. Felsefe tarihinde, tanrının varlığını mantıksal yöntemlerle göstermeye çalışan ve kesinlik iddiasıyla gelen iki önemli ispat bulunmaktadır. Bunlar Aziz Anselm’in ontolojik kanıtı ve Aziz Aquinas’ın kozmolojik kanıtıdır.
Tanrı’nın Varlığının Akılcı Yöntemlerle Kanıtlanması
1.Aziz Anselm’in Ontolojik Kanıtı: Bu ispat bir tanımlama ile başlar: Tanrı tanım gereği sıfatları veya nitelikleri eksiksiz olandır. Eğer bir kişi Tanrı’ya ilişkin ‘belli sıfatlardan yoksundur’ gibi bir iddiada bulunursa, normalde o kişinin semavi dinlerde inanılan Tanrı’dan bahsetmediği düşünülür. Tanrı’nın ‘var olmak’ gibi bir sıfata sahip olmaması mümkün müdür? Eğer zihnimizde oluşturduğumuz Tanrı kavramının her niteliği olsaydı ancak ‘var olma’ daha üstün bir Tanrı’nın kavramını oluşturabilirdik.
Eğer kafamızda oluşan Tanrı düşüncesi ‘varlık’ sıfatını içermezse, o durumda, her zaman ondan daha üstün, bu sıfatı da içeren bir Tanrı düşünmek olanaklı olurdu. Elbette bı da Tanrı’nın kabul edilen tanımı, yani sıfatları eksiksiz olan olması açısından çelişkili bir durum yaratır. Dolayısıyla çelişkinin olmaması için, Tanrı düşüncesi oluştuğunda bu düşüncenin bir unsurunun da ‘var olma’ olduğunu kabul etmek gerekir.
Bu ispata getirilen en önemli itiraz şudur: eğer bu geçerli bir ispat ise, bu yöntemi kullanarak gerçek olamayacak pek çok şeyin varlığını ispatlamak olanaklı hale gelir.
2.Aziz Aquinas’ın Kozmolojik Kanıtı: Aquinas’ın kanıtı, nedensellik zincirinin en başında neyin olduğu konusunu gündeme getirir. Nedensellik konusunda sıradan bir gözleme dayanır ve çıkarımsal bir yapısı vardır:
(i)Bazı şeyler hareket eder;
(ii) Bir şeyin hareketinin nedeni her zaman kendisi dışında bir şeydir;
(iii) Hareket konusunda nedensellik zinciri sonsuza dek uzanamaz;
Sonuç: Başka bir şeyin hareket ettirmediği bir ‘ilk hareket ettirici’ var olmak zorundadır.
Birinci öncül olan evrendeki cisimlerin hareket halinde olduğu saptamasını yapar. Bir sonraki öncül bize, eğer fiziksel bir cisim hareket ediyorsa hareket nedeninin kendisi dışında bir şey olduğunu söyler. Üçüncü öncül bu zincirin sonsuza kadar gitmesinin akla uygun olmadığını kaydeder. Bunlardan çıkan sonuç, tüm hareketin kökeninde bir ‘ilk hareket ettiricinin’ (Tanrı’nın) olmasının gerektiğidir.
Bu ispata getirilebilecek ilk eleştiri, ikinci öncülün doğruluğunun a priori bir şekilde ortaya konulamayacak olmasıdır.
Tanrı’nın Varlığının Bilinmesinde Ölçüt Sorunu
Robert Audi’ye göre Tanrı’nın varlığının bilinmesinde asıl epistemolojik sorun şudur: Tanrı’nın varlığı ile karşılaşma deneyimimiz bir gün bir şekilde gerçekleşse bile, bunun gerçekten Tanrı’yla karşılaşma deneyimi olduğunu bilemeyiz. Öyle bir deneyimin, örneğin, bir yanılsama olup olmadığını bilmenin bir yolu yoktur. Felsefi deyimlemeyi kullanırsak, bu konuda epistemolojik bir ölçütümüz olmadığı için, bu tür bir deneyimin gerçekliğini saptamamız söz konusu olamaz.
Epistemolojik açıdan bakıldığında, bu bağlamda ortaya bir ‘ölçüt eksikliği’ çıkmaktadır. Felsefe tarihinin en dindar düşünürlerinden biri olan ve Audi’den 150 yıl önce yaşamış olan Danimarkalı felsefeci Søren Kierkegaard’ın eserlerinde bu epistemolojik fikri bütünüyle kabul ediyor görünmesidir.