EPİSTEMOLOJİ - Ünite 7: Algının Epistemolojisi Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Algının Epistemolojisi

Giriş

İnsan bilgisinin kaynakları ve oluşumsal yapısı konusunda önemli tartışmalar yapan deneyimciler ve usçular, algıların bilgisel bir önem taşıdığı konusunda uzlaşım içindedirler. Ayrıldıkları nokta ise bilginin bilgisel dünyamız içinde ne büyüklükte bir yer kapladığı ve epistemolojik işlevinin tam olarak ne olduğudur.

Deneyimciler algı parçalarının ve algılama süreçlerinin kendilerinin bilginin tümünün oluşumunun açıklanmasında yeterli olabileceğini savlarken, usçular bu görüşü reddeder. Şüpheciler de algı konusunda farklı şeyler savunurlar. Bunlardan en önemlisi, algılardan gelen bilginin en güvenilir bilgi olduğu yönündeki inancın tartışılmasıyla ilgili olandır. Felsefecilerin öne sürdüğü temel kuramları incelemek, algı konusunun anlaşılması bakımından büyük önem taşımaktadır.

Algı Psikolojisi

‘Algı’yı incelemeye geçmeden önce, bu kavramın ‘duyum’dan farkına değinmek gerekir. Beş duyu aracılığıyla duyu verileri almak bizim zihinselliğimiz açısından bilinçli süreçler değillerdir. Bu süreçler bütünüyle fizyolojik düzeyde gerçekleşir. O yüzden, ‘duyusal yollardan dünyadan veri alma’ kavramı için günlük dilde bazen ‘algı’ kavramı kullanılsa da, bu durum yanıltıcı bir yön içermektedir. Deneysel psikolojinin bilişsel kanadında yer alan kuramcılara göre algı, duyulardan gelen verilerin zihinsel yapımız tarafından seçilmesi, organize edilmesi ve yorumlanması olarak anlaşılmalıdır. Başka bir deyişle; görsel, işitsel ve diğer algılar, duyulardan farklı olarak, beynin etken işlevlerini gerekli kılar.

Varsayımlar ve inançlar algı süreçlerinin içine sıklıkla dâhil olmaktadırlar. Biz genellikle nesneleri ‘anlamlandırarak’ algılama eğilimindeyizdir. Dahası, bir nesneye bakarken içinde bulunduğumuz ‘beklentiler’ de algımızı etkiler. 20. yüzyılda J. Gibson gibi deneysel psikologlar algının özellikle bu yönünü vurgulamışlar ve algısal süreçlerin önemli bir oranda yukarıdan-aşağıya (yani genelden-tikele veya varsayımdan-olguya) diyebileceğimiz bir özellik taşıdığını savlamışlardır. Böyle durumlarda, bağlamsal dünya bilgisi (yani ‘genel olan’), algının nesnesini (yani ‘özel durumu’) tanımlamada işlevsel olmaktadır.

Algı Süreçlerinin Gizemine Bir Örnek: Göz Yanılsamaları

Felsefecileri en fazla düşünmeye sevk eden algısal durumlardan biri göz yanılsamaları veya illüzyonlardır. Yanılsamaları epistemolojik açıdan ilginç kılan temel bir neden, öznelerin belli bir algısal durumun yanılsama olduğu bildikleri halde bile, o yanılgının üstesinden gelip ‘gerçek durumu’ algılamayı başaramamalarıdır. Bu durum, algının kendine özgü bir çeşit iç mantığı olduğunu ve bizim bazen düşünsel yollarla onun işleyişine etki edemeyeceğimizi göstermektedir. Bilişsel bilimcilere göre, algısal mekanizmalarımız sürekli olarak algı verilerinin ne anlama geldiğini çözmeye ve nesneleri tanımlamaya çalışırlar. Bilincimizin dışında otomatik olarak gerçekleşen bu süreçler iç çelişkiler barındırdığında ise, yanılsama gibi sıra dışı durumlarla karşılaşılır.

Bulgular bilginin yapısına, algının gerçeklikle olan ilişkisine ve insanların gerçeği bilme olanaklığına yönelik kritik sonuçlara işaret etmektedir.

Algı Felsefesinin Temel Kuramları

Felsefecilerin algı konusunu gündeme getirdikleri temel sorun, algı sırasında epistemolojik ve ontolojik açıdan tam olarak neyin gerçekleştiğidir. Yani felsefecilerin bu çerçevede ilgilendiği konu, algılar ile gerçekliğin bilinmesi arasındaki ilişkidir. Buna göre üç görüş ele alınacaktır: temsilcilik , görüngücülük ve gerçekçiliktir.

Temsilcilik

Algı bağlamında temsilcilik görüşünün ana tezi şu şekilde ifade edilebilir: Algı adını verdiğimiz olgu veya süreç esnasında, insanların zihinsel durumları zihinden bağımsız gerçekliği temsil eder.

Temsilcilik akımının savunucuları, algılarımızın kaynağının veya hedefinin algılardan ve bilgiden bağımsız bir şekilde var olan gerçeklik olduğunu iddia ederler. Algı zihinsel bir olaydır, ancak algının nesneleri zihnimizin işleyişinin ürünleri değillerdir. İkinci olarak belirtilmesi gereken nokta, algı süreçleri sırasında zihinsel olanın zihinsel olmayanı temsil etmekte olduğudur.

Temsilcilik görüşüne göre, algının oluşması için üç ayrı şey gerekmektedir. Birincisi, algının oluşması için algılayan bir insanın varlığı gerekir. İkincisi, algı ancak öznelerce algılanan gerçek bir nesne ile mümkündür. Ve son olarak da, algının olması temsil işlevini gerçekleştirecek olan zihinsel durumların veya algısal verilerin dolayımını gerekli kılar.

Temsilciliğin en bilinen savunucularından bazıları John Locke ve Bertrand Russell’dır.

Görüngücülük

‘Görüngü’ (‘fenomen’) , bizim deneyimlediğimiz dünyaya ait olan olgulara verilen genel addır. Yani metafizikteki ‘gerçekliğin kendisi’ kavramından farklı olarak bizim gibi sonlu varlıklara ‘görünen’ dünyanın betimlemesidir. Epistemolojik ve ontolojik bağlamlarda görüngüler dünyası üzerinde yoğunlaşan ve onun önemini ön plana çıkaran görüş için görüngücülük deyimi kullanılabilir.

Görüngücülüğün en önde gelen savunucusu David Hume’dur. Hume’cu perspektife göre biz, bir anlamda, algısal deneyimden gelen görüntülerin oluşturduğu zihinsel bir sinema perdesini izleyen seyircilere benzeriz. Bizim zihinsel verilerin düzeyini aşarak varlık alanında ne olup bittiğini görmemiz akılcı bir tasarım değildir.

Günlük yaşamda üzerinde fazlaca düşünmesek de, algı sonucunda zihnimizde beliren bir görüntüden hareketle, zihinsel olarak yaşadığımız deneyimin ötesinde bir varlık olduğunu varsaymak aslında büyük bir ontolojik adımdır. Hume’a göre bu adımı günlük yaşamda düşünmeden atıyor olmamız normaldir. Ancak felsefe açısından bu irdelenmesi gereken bir durumdur.

Temsilcilik görüşünü savunan Locke gibi felsefeciler ile görüngücülüğü destekleyen Hume gibi düşünürlerin ortak noktası, algı yoluyla bilgi edinilebilmesi için, zihinsel durumların veya zihinsel deneyimlerin aracılığına gerek olduğuna inanmalarıdır. Başka bir deyişle, bu iki düşünür de algı sırasında deneyimlerimizle yüzleştiğimizi veya onları algıladığımızı düşünmektedirler. Ayrıldıkları nokta, Hume’dan farklı olarak Locke’ın deneyimlerin önemli bir kısmının arkasında zihnin yaratmadığı ve fiziksel anlamda gerçek olan nesnelerin yarattığını savlamasıdır.

Gerçekçilik

Temsilcilik ve görüngücülük, algıda deneyimlediğimiz şeylerin zihinsel olduğunu, yani nesnelerin kendileriyle dolayımsız bir ‘karşılaşmanın’ olanaksız olduğunu savlamışlardır. Doğrudan gerçekçilik ise bu fikre net bir şekilde karşı çıkar. Gerçekliğe göre, biz algı sırasında deneyimlerimizi algılamayız. Algı esnasında algılanan şey fiziksel gerçekliğin içindeki nesnelerin kendileridir. Algı bağlamında bu görüşe ‘gerçeklik’ adı verilmesinin nedeni de budur.

Çağdaş Bir Örnek: Searle’ün Gerçekçi Yaklaşımı

Temsilci ve görüngücü felsefeciler zihinsel durumlar ve temsil olgusu üzerinde dururken, doğrudan gerçekçi felsefeciler zihinsel temsilin ve zihinsel içeriklerin abartılmaması gerektiğine inanırlar. Gerçekçiler için dikkat etmemiz gereken şey algının nesnesidir. Doğrudan gerçekçiliğe göre, temsilci ve görüngücü felsefeciler deneyimin nesnesiyle deneyimin sürecini karıştırmaktadırlar.

Searle gibi doğrudan gerçekçilerin perspektifinden bakıldığında, geleneksel görüşlerin hata yapma nedenlerinden biri, ‘zihin’ ve ‘gerçeklik’ tartışmaları bağlamında yanıltıcı bir iç -dış ikilemi varsayarak hareket etmeleridir. Serale’ün doğrudan gerçekçiliğini ilginç ve farklı kılan bir yön, onun bilginin ‘zihinsel’ veya ‘temsil’ yönünün ötesini görmeye çalışan bir felsefi tavır sergilemesidir. Serle, zihinsel durumlarımızın ve temsil kapasitelerimizin ardında zihinsel temsilleri önceleyen bedensel kapasitelerin olduğunu vurgular.

Algısal mekanizmalar aracılığıyla bilgi sahibi olabilmemiz iki ana gerçeğe sıkı sıkıya bağlıdır. Birincisi, zihinsel bir durumun anlamlandırılabilir bir deneyimsel olgu olması için o tür bir deneyimi yaşayan öznelerin pek çok başka zihinsel durumlara veya temsillere de sahip olması gerekir. İkincisi, temsil etme veya zihinsel resimler oluşturma gibi kapasitelerden veya bilgi türlerinden daha temel bir bilme türü, zihinsel temsilden ziyade bedenin işlevlerine ve bedenin öğrenmesine dayanan bilmelerdir.

Searle’e göre, geleneksel felsefeciler genelde bilginin zihinselliği üzerine yoğunlaştıkları için, bilginin eylemselliğe ilişkin boyutlarını gözden kaçırmışlardır. Oysa bu iki bilme türü arasındaki ilişkiler ve hatta geçişimler, bilgiye farklı bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır.

Doğrudan gerçekçi görüşe göre algılanan şey nesnedir. Ancak Searle bu fikir üzerinde önemli bir değişiklik yaparak, dünyada algıladığımız şeylerin yalın olarak nesneler değil de olgular ve durumlar olduğunu savlar.

Searle’ün çarpıcı iddialarından biri, insanın algısal yapısının deneyimsel inancın yapısıyla benzerlikler gösterdiğidir. Deneyim söz konusu olduğunda; örneğin, ‘bir kediye inanıyorum’ eksik ve hatalı bir ifadedir. ‘Bahçemdeki kedinin siyah olduğuna inanıyorum’ ise daha doğru ve anlaşılabilirdir.

Şimdiye kadar söylediklerimizi özetlersek; Searle zihnimizin içini değil nesneleri algıladığımızı iddia etmekte ancak nesneleri yalın bir şekilde değil onların ‘yönleri’ veya ‘durumları’ açısından algıladığımızı belirterek gerçekçi kırama farklı bir kimlik ve nitelik kazandırmaktadır. Temsilcilerin ve görüngücülerin bu fikre itirazına göre ise, ‘algıda görülen şey nesnedir’ savı geçersizdir çünkü bir insan sanrıya kapıldıysa, örneğin uçan kurbağalar görebilir. Yani, fiziksel dünyada gerçekten olması beklenemeyecek şeyleri de algılayabiliriz. Bu da şunu gösterir: Algılanan şey zihinsel durumlardır, dışımızdaki nesneler değildir. Serale’ün bu itiraza yanıtı, bu tür durumlarda aslında hiçbir şeyin algılanmadığıdır.

Algı Tartışmasının Değerlendirmesi

Temsilci veya görüngücü bir felsefecinin gerçekliğe belli itirazlar getirmesi olasıdır. İlk akla gelebilecek karşı çıkış, Searle’ün, algılayan öznenin nesne ile ‘karşılaşmasına’ ilişkin çok fazla şey varsaydığıdır.

Searle bir deneyimin ‘algı’ sıfatı taşıyabilmesi için dünyada öyle bir olgunun olması gerektiğini düşünmektedir; ancak bir öznenin algılarından hareketle algı-gerçeklik karşılaştırması yapması ve algılıyor olduğunu bilmesi olanaklı mıdır?

Bu karşı çıkış oldukça önemli bir noktayı işaret etmektedir. Ancak bu iiraza Searle’ün yanıtı şudur: Bilgi sorunsalı ile uğraşan bir felsefecinin ortaya koyabileceği bir işlev, algının koşullarını sergilemektir. Ama bu mutlaka ve er zaman algısal bir bilgi ediniyor olduğumuzu göstermez. Örneğin belli bir olguyu gerçekten algıladığımızdan emin olduğumuz bir anda bile tamamen yanılmamız olasıdır.

Searle’ün vardığı sonuç açıktır: Algı fiziksel bir süreçtir ve bu sürecin epistemolojik koşulları zihnin içini değil gerçek dünyada olanları gündeme getirerek ifade edebilir. Bununla birlikte Searle’e göre insanın bilişsel sistemi dinamik ve etken bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bir insanın bir nesneyi veya olguyu algılaması esas olarak bir ‘problem çözme’ etkinliğidir.

Bu etkinlik önemli bir oranda insanın sahip olduğu dünya bilgisini kullanmayı da gerektirir. Algı, basit bir ‘kopyalama’ değildir. Algı sisteminin, gerçekliği kavrama girişimleri sırasında belli durumlarda zorlanmasının ve iç mantığının çelişik bilgi parçalarını anlamlandırmakta başarısız olması sonucu fiziksel gerçekliği çarpıtmasının nedeni de budur. Buna karşın, Searle’e göre, algı süreçlerini en iyi açıklayan ve en az felsefi sorun içeren görüş gerçekçiliktir.