ESKİ MEZOPOTAMYA VE MISIR TARİHİ - Ünite 2 : Yazılı (Tarihi) Sürecin Başlangıcı ve Sümerler Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 2 : Yazılı (Tarihi) Sürecin Başlangıcı ve Sümerler
Giriş
Mesos (orta), potamos (ırmak) kelimelerinin bileşiminden oluşan Mezopotamya adlandırması Dicle ve Fırat’ın arasında kalan ve suladığı alanları da ifade eden, daha sonra burada ortaya çıkan kültürleri de anlatan bir kavram olarak anlam kazanmıştır.
Yerleşik yaşama geçiş, tarımsal üretim, çanak çömlek yapımı, çömlekçi çarkı, inanç ve tanrıça heykelleri, kentleşme, mimari çeşitlilik, anıtsal tapınaklar, tekerleğin kullanımı, sosyal yaşam, işbölümü ve yazının ilk defa bu coğrafi bölgede kullanılıyor olması, Mezopotamya coğrafyasını milattan önce dört binlerden itibaren sürekliliği olan önemli bir coğrafi merkez durumuna getirir.
Sümerlerin yaşadığı Güney Mezopotamya, Fırat ve Dicle’nin birbirine en çok yaklaştığı Bağdat yakınları ile Basra Körfezi arasında kalan alandır. Erken Sümer Hanedanları tarafından kurulan birçok kentin bulunduğu bu verimli topraklar, Sami toplumlarının Mezopotamya’ya gelişinden sonra Akkad ve Babil Krallığı’nın gelişiminde de önemli rol oynamıştır.
Günümüzden yaklaşık 16000 yıl önce kuzey yarımkürede Buzul Çağı’nın sona ermesi, yüksek bölgelerde birikmiş kar ve buzulların erimesiyle deniz seviyesi yükselmiştir. Zamanla Fırat ve Dicle nehirlerinin taşıdığı alüvyonlarla doldurulan kıyı şeridinin günümüzdeki biçimini alması uzun yıllar içinde olmuştur.
İnsanlık tarihinin önemli kültürel gelişmelerinin yaşandığı Mezopotamya coğrafyası yaşam şartları açısından hiç de kolay bir coğrafi alan değildir. Susuz tarıma uygun alanlar dışındaki tarım alanları sınırlı, nehirlerin geçtiği bölgelerin dışında bölümlerin çoğu da çöldür. Maden kaynakları daha uzak bölgelerde, taş açısından ise çok da zengin olmayan bir coğrafyadır. Bu zor koşullara rağmen kent, mimari ve tarımsal açıdan gelişmiş bir yaşam alanı yaratılmış. Gerekli ihtiyaçlar ticaret yoluyla farklı bölgelerden tamamlanmıştır.
Üçüncü bin yılın sonlarından itibaren özellikle deniz ticareti yoluyla bölge birçok coğrafi alanla yakınlık kurabilmekteydi. Deniz ticareti gibi bölgenin ana damarlarını oluşturan Dicle ve Fırat nehirleri de bu anlamda ulaşım açısından önem taşımaktadır. Çölleri aşmada belirli mevsimlerin ancak geçmeye olanak sağlaması ve deveden önce eşeklerle yapılan kervanların güçlüğü aşılarak da ticari yaşam canlanmıştır.
Uruk Dönemi ve Yazının Gelişimi
Uruk, Basra Körfezi yakınında, Fırat Nehri’nin sol kıyısında yer alan, Mezopotamya’nın en önemli kentlerinden biridir. Milattan önce dördüncü binyılın başlarından itibaren Güney Mezopotamya’daki kentler çekim merkezi olmuş ve nüfusları da hızla artmıştır.
Günümüzde Tel el Varka olarak adlandırılan Uruk kenti geçmişi, Geç Obeyd dönemine kadar gitmekle birlikte, en görkemli çağını Uruk ve sonrasında yaşamıştır. Uruk, gök tanrısı An’a (veya Anu) adanan batıdaki Kullaba ve aşk tanrıçası İnanna’ya (Akkadca İştar) adanan doğudaki Eanna adlı iki yerleşim yerinin birleşmesinden oluşmuştur.
Güney Mezopotamya’nın birçok kentinde sosyal yaşamda gözlenen farklılaşma, mimari alanda atılan ileri adımlar ve yaygın ticaret kısa zamanda çevre kültürleri de etkilemiş. Özellikle Orta Fırat bölgesindeki Habuba Kabira, Tel Kannas ve Tel Brak gibi merkezler Anadolu’dan karşılanan temel ihtiyaç maddeleri nedeniyle Uruk kültürü, Fırat üzerinden Orta ve Yukarı Fırat bölgesindeki birçok merkeze taşınmış, karşılıklı olarak birbirini etkilemiştir.
Yazı, nüfusları oldukça artan kentlerde, ortaya çıkan yönetici sınıfın işleri düzene koymak, yaygın ticari ilişkilerde karışıklıkları önleme çabalarının bir ürünüdür. Uruk döneminin sonlarına doğru, MÖ 3200 yıllarında şimdiye kadar bilinen en erken yazılı belgeler ortaya çıkar. Bunlar daha sonraki çiviyazısının öncüleri olarak görülebilecek, resim karakterindeki işaretlerden oluşur. Yumuşak kil tabletler üzerinde, karelere ayrılan alanlarda oluşturulan şekiller özellikle ticari alandaki ihtiyaçları anlatmak için kullanılırdı. Resim yazı, yazının yaygınlaşması ile birlikte çivi yazısına dönüşmeye başladı. Her biri, bir heceyi gösteren, yatay, dikey, eğik, köşe çengeli biçiminde çivi işaretleri, kesik bir kamışın ucu yardımıyla ıslak kil tablete işlenmeye başladı.
Yazı geleneğinin devam edebilmesi için yazıcıların yetiştirilmesi gerekiyordu. Bu nedenle okullara ihtiyaç vardı. Okullarda yetiştirilen yazıcılar, okuryazarlığın artmaması nedeni ile gelişen ticaret, resmi işler, saray ve tapınaklarda ki metinlerin yazılma ihtiyacından dolayı toplumsal yaşamda ayrıcalıklı konuma gelmişlerdi.
Okul geleneği Akkad, Babil ve Assur döneminde de devam ettirilmiş. Sümer dini ve geleneği üç bin yıl, çivi yazısı ile birlikte okullarda bu geleneğin yaşatılmasında etkili olmuştur. Sümerlerden sonra çiviyazısı geleneği başta Akkad, Babil, Assur olmak üzere Mezopotamya’nın bütün uygarlıkları, Anadolu’da ise Hitit ve Urartular tarafından alınmış ve kullanılmıştır. Doğu Akdeniz kıyılarında gelişen ve Fenikeliler tarafından yaygınlaştırılan alfabe yazısı ise Aramiler, Anadolu’da Frigler, Lidyalılar ve diğer Eski Batı uygarlıkları tarafından kullanılmıştır. Eskiçağ ’da Mısır’da kesintisiz biçimde kullanılan hiyeroglif (resim) yazısı, Anadolu’da Luwiler, Hititler ve Geç Hititlerde yaygındır.
Üç bin yıla yakın kullanılan çivi yazısının yerini alfabeye bırakması ile Sümer ve Akkadlar tarihsel bellekten silinmiş. Eski Ahit’te geçen Assur, Babil gibi Mezopotamya uygarlıkları bu nedenle hatırlanır ve bilinir durumda kalmışlardır.
Anlaşılması oldukça güç olan çiviyazısı tabletlerin okunması o zaman Osmanlı toprakları içinde yer alan Irak’ta ki batılı diplomatların merakları neticesinde gerçekleşmiştir.
Çivi yazısının çözümü İran’da Kirmanşah yakınlarında bulunan Bisutun yazıtları sayesinde olmuştur. Bisutun yazıtlarında aynı metin üç farklı dilde, ikisi Eskiçağ ‘da kullanılan Elamca ve Babilce üçüncüsü ise Farsça’nın atası olan Eski Persçe yazılan metinler sayesinde çözülmüştür. Hitit ve Urartu dillerinin anlaşılması da yine çift dilli yazıtlar sayesinde mümkün olmuştur.
Sümer Hanedanları ve Kent Devletleri
Sümerler, Önasya’da tarihsel süreci başlatan toplum olarak bilinmektedir. Sümerlerin konuştuğu dil, günümüzde bilinen diğer dil aileleri ile doğrudan akrabalık bağı kurulamayacak farklı özelliklere sahipti. Sümerce, Mezopotamya çevresinde konuşulan ve yazıya geçirilen bütün dilleri etkilemiş ve bu dillere çok sayıda kelime vermiştir. Bunun nedeni, Sümerce’nin din dili olarak benimsenmesi, binlerce yıl boyunca duaların Sümerce okunmasıdır. “Yaratılış” ve “Tufan” gibi tek tanrılı dinlerde de karşılaşılan temel dinsel anlatıların kökeni Sümerlere dayanır. Yazılı kanunlar, matematik, tıp, fal, büyü gibi konularda atılan ilk adımlarda onların payı vardır.
Sümerlerin Mezopotamya’nın yerli halkı mı yoksa dışarıdan göçle mi geldikleri konusu açık değildir. Sümerce belgelerde adları geçen Fırat (Buranun/Purattu), Dicle (Idiglat/Diglat) gibi nehir adları ile Eridu, Ur, Larsa, Lagaş ve Nippur gibi önemli kent isimlerinin Sümerce olmaması, bu adların bölgede daha önce yaşayan bir toplumdan değiştirilmeden alındığını gösterebilir.
Yazıtlardan öğrenilen listeler erken dönem Sümer hanedanlarından M.Ö. 1900’lü yıllarda hüküm sürmüş İsin Hanedanına kadar sürer. Sümerlerden sonra yazdırılmış olmasına rağmen, Erken Hanedanlar döneminden söz ettiği anlaşılan “Sümer Kral Listeleri”, mitolojiyle harmanlanmış tarihi olayları, birçok kahramanlık öyküsünü ve hanedanı anlatır.
Sümer ülkesinde Tufan’dan önce hüküm sürmüş, adları bilinen efsanevi sekiz yönetici ve kentleri vardı. Tanrılar yeryüzündeki ilk krallığı kurma görevini Eridu kentine vermiştir. Tufan’dan sonraki ilk üç Sümer Hanedanı, sırasıyla Kiş, Uruk ve Ur hanedanlarıdır.
Kiş kralı Etana, üçüncü binyıl başlarında hükümdar olmuş, onun döneminde Sami kökenli toplumlar göç etmeye başlamış ve Sümer kültürünü benimseyerek kent yaşamına dâhil olmuşlardır. Ayrıcalıklı unvan olan Kiş hanedanı unvanı taşımakla birlikte Etana’dan sonra başa geçenlerin bazılarının Sami kökenli olduğu kral listelerinden bilinmektedir.
Uruk Hanedanı’nın kurucusu, kral Meskiaggaşer’dir. Onu izleyen kral Enmerkar hem Uruk kentinin kurucusu ve hem de Hazar Denizi yakınında olduğu düşünülen Aratta’ya sefer yapan ilk kral olarak anılır. Listelerde Uruk Hanedanı içinde Lugalbanda, Dumuzi ve Gılgamış gibi mitolojik kahramanlar da sıralanır. Bunlardan Gılgamış bütün Önasya’da bilinen Tufan, Yaratılış ve Ölümsüzlük Arayışı gibi mitlerin en ünlü kahramanlarından biridir. Ur Hanedanı’nın kurucusu ise Mesannepadda adlı kraldı.
Sümer kent devletleri arasında zaman içinde savaşlar ve antlaşmalarla ortaya çıkan birliklere de rastlanılmaktadır. Yazıtlarda ve tapınak duvarlarına asılan bazı kabartmalarda, Lagaş’ta iktidarı eline geçiren kral UrNanşe, yaptığı inşaatlar, kanallar ve kazandığı başarılarla ölümsüzleştirilir. Kral Urukagina ise ilk yazılı reformları ile anılır.
Uygarlık
Sümerlerin yaşadığı Güney Mezopotamya’da, 18’i büyük, 35 kadar şehir ve kasabanın bulunduğu bilinmektedir. Büyük kentler krallık olarak örgütlenmiş, en önemli krallıklar arasında, kuzeyden güneye doğru Sippar, Kiş, İsin, Nippur, Adab, Zabalam, Şuruppak, Umma, Girsu, Lagaş, Badtibira, Uruk, Larsa, Ur ve Eridu sayılabilir. Her kent surlarla çevrilmişti. Yüksek tepelere tapınak inşa ediliyordu. Ziggurat Sümerlerin mimariye kazandırdığı, bu yüksek tepelere yapılan tapınaklara verilen addır.
Toplumsal yapı, soylular, sıradan vatandaşlar, yanaşmalar ve kölelerden oluşmaktaydı. Kentler, farklı iş alanlarında çalışan insanlarla birlikte çoğunluğu oluşturan ve tarımla uğraşan insanlardan oluşuyordu. Sosyal yaşamın merkezi ise tapınaklardı. Benzer kıyafetleri giyen askerlerde, kentin savunma ihtiyacını karşılıyordu.
Bey, vali ve kral anlamını taşıyan aynı sırayla En, Ensi ve Lugal unvanları yönetimde kullanılıyordu. Sümer belgelerinde, Unken adında sivil bir meclisin kentlerin yönetimiyle ilgili belli kararların alınmasında rol oynadığını belirtilmektedir.
Ur kentinin mezarlığında ortaya çıkarılan on altı kral mezarında, kralın bedeni ile birlikte ona ait değerli eşyalar, maiyeti ve altı öküz tarafından çekilen iki araba ile birlikte savaşı anlatan “Ur Standardı” olarak adlandırılan pano ve değerli takılar bulunmuştur.
Mezopotamya’da her kentin bir baştanrı için inşa edildiği ve tanrının evi olduğu kabul edilmekteydi. Gök tanrısı An başlangıçta Sümerlerin baştanrısıyken sonra yerini hava tanrısı Enlil’e bırakmıştır. Nippur, Sümerlerin dini başkentiydi ve orada hizmet etmek, inşaat yapmak veya yapımına katkıda bulunmak büyük bir onur olarak kabul edilirdi. Enki bilgelik tanrısı; Ninmah (Ninhursag) ulu hanım, ana-tanrıça; Nanna ay tanrısı; oğlu Utu güneş tanrısı; İnanna aşk tanrıçasıydı.
Sümer dini ve mitolojisi, Mezopotamya’ya gelen diğer toplumları da etkilemiştir. Sümer destanlarındaki başlıca kahramanlar arasında, Enmerkar, Lugalbanda ve Gılgamış gibi krallık yapmış olabilecek adlar da bulunur. Uruk Hanedanı’nın kralları arasında da adları geçen bu üç kahramandan Gılgamış, hem bir kral, hem de koruyucu bir ilah olarak kabul edilirdi. Gılgamış destanı hem yazılı ve hem de sözlü bir biçimde Sümerlerden sonra, Akkad, Babil, Assur gibi Mezopotamya toplumlarına ve sonrasında Anadolu uygarlıklarına aktarılmıştır.
Tufan mitosu, Sümer metinlerinde, Önasya metinlerinde ve tek tanrılı dinlerde de karşılaşılır. Yaratılıştan itibaren her konuyu işleyen mitos, tanrıların tufan kararı almaları ile devam eder. Kutsal metinlerde Nuh’un karşılığı olan Ziusudra, her canlıdan bir çift alarak büyük bir gemi inşa eder. Yedi gün süren tufandan sonra güneş tanrısı Utu (Akkadca Şamaş) görünür ve yeryüzünü aydınlatır. Ziusudra onun önünde eğilir ve kurbanlar sunar. Ziusudra bundan sonra ölümsüz olarak, ilahi cennet Dilmun’a götürülür.
Ziggurat, Sümer kentlerinde yapılan tapınak biçimlerinden anıtsal olanıdır. Kerpiçten, tepelere yapılan ve dıştan basamaklarla çıkılan yapıların en üst bölümünde tapınak kısmı yer alır. Kentlerde yaygın olan, dikdörtgen planlı ve etrafında tapınak görevlilerinin mekânlarının bulunduğu tapınak formu ise daha yaygındır.
Tanrı ve tapınak sembollerinin üzerinde yer aldığı ortasındaki bir delikle tapınak duvarlarına çivilendiği anlaşılan bezemeli kabartmalar Sümer sanatında en çok karşılaşılan örneklerdir. Sümer heykelleri genellikle eller karın üzerinde bağlı pozisyonda, sağ omuz açık kalacak şekilde yapılmıştır. Tanrı figürlerinin başlarında boynuzlar vardır.
Sümer dönemi kral mezarlarında, değerli maden ve taşlardan oluşan buluntularla, üzerleri savaş ve farklı konuları anlatan panolar, müzik aletleri ele geçmiştir. “Ur Standardı” olarak bilinen müzik aleti, gövdesinin (47 x 20 cm boyutlarında) bir yüzünde savaşa gidiş, diğer yüzünde ise savaştan dönüş ve başarının kutlanması anlatan konusu ve işçiliği ile en tanınan, önemli örnekler arasındadır.