ETİK - Ünite 4: 18. ve 19. Yüzyıllarda Etik Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: 18. ve 19. Yüzyıllarda Etik
Giriş
18. yüzyıl, önce İngiltere’de başlayıp ardından Fransa ve daha sonra da Almanya’da görülen düşünce hareketlerinden dolayı “aydınlanma dönemi” veya “felsefe yüzyılı” olarak adlandırılan bir dönemdir. Bunun nedeni 18. yüzyılda ilkin İngiltere’de başlayıp daha sonra Fransa’da ve ardından da Almanya’da görülen düşünce hareketidir. Bu hareket, insanın dünya ile bağını yeni bir varlık, insan ve dünya anlayışıyla oluşturma amacını taşımaktadır.
Aydınlanmanın insan için önemini en iyi şekilde dile getiren filozof Immanuel Kant’tır. Kant’a göre aydınlanma; “insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır”(1784).
Francis Bacon(1561-1626) etik sorunların dinden bağımsız bir şekilde ele alınması yönünde adım atmıştır. Bacon, etikte araştırılan “iyi”nin bu dünyaya ait olduğunu belirtmiş, dinde aranan “iyi”nin bu dünyadan kopuk oluşuna dikkati çekerek “ahlâklı” olmanın koşulunun din olmadığını ifade etmiştir. Bacon insanla ilgili “iyi”nin araştırılmasının doğru olduğunu savunmuş ve “iyi”nin toplumun bütünüyle olan ilişkisine dikkat çekmiştir.
Thomas Hobbes(1588-1679) insan dünyasının siyasetle ilgili sorunlarına öncelik vermiştir. Hobbes’in etik sorunlara bakış şeklini belirleyen “doğal insan” düşüncesine dayalı insan anlayışıdır. Hobbes’e göre insanın tüm eylemlerini yöneten ilke, “kendini koruma ve sevme içgüdüsüdür” Doğal yapısı gereği bencil olan insan, yalnızca kendini düşünür. “kendini koruma güdüsü” başkalarıyla ilişki durumunda tehdit ve tehlike oluşturur, savaş durumuna yol açar. Hobbes, insanın etik yönünün ne olduğunu belirlemeye çalışmış ve Bacon gibi etiği dinden ayrı ele almıştır.
John Locke(1632-1734) etik sorunları toplumsal ve hukuksal bakımdan ele almıştır. Hukuka uygun bir toplumsal düzenlemenin ve buna yardımcı olacak etik ilkelerin koşullarının “akıl ve doğal yasa” ile olabileceğini savunmaktadır. Locke, toplum kurallarının zorunlu ve genel geçer olmadıkları için, toplumdan topluma değiştiğini ve uzlaşımsal olduğunu belirtmiştir.
Etik sorunlarla ilgili yapılmış çalışmalar bugün, “akılduygu” ikilemi denilen bir tartışmayı da beraberinde getirmiş olup, bu tartışmalardan birisi, insandaki etik boyutunun kaynağının “akıl” olduğunu söylerken, diğeri ise bu boyutun kaynağının “duygu” olduğunu savunmaktadır.
Bernard de Mandeville(1670-1733), insanda onu başarıya götüren ve esas olan şeyin “bencillik” olduğunu savunan uç bir düşünceyi ortaya atmıştır. Mandeville’e göre etik, toplumun iyiliğine ve kültürün gelişmesine katkı sağlamaz. “bencillik” her türlü verimli eylemin kaynağı ve toplum yaşamının gelişmesini sağlayan bir unsurdur.
Francis Hutcheson ve Anthony Ashley Cooper, Earl of Shaftesbury
18. yüzyılda etik sorunlarla ilgilenen filozoflar “insanda bulunan etik duyarlılığın temeli nedir?” sorusuna cevap aramışlardır. Francis Hutcheson ve Shaftesbury bunun temelinde bir duygunun olduğunu düşünmüşlerdir. Bu duygu, insanı iyiye, güzele ve doğruya yöneltir. Yine insanı etik sorunlara duyarlı yapan ”iyi”yi “kötü”den ayırt edebilmeyi sağlayan ve insanda doğal olarak bulunan bu duygudur.
Shaftesbury, Hobbes’un “kendini koruma ve sevme içgüdüsü” savına karşı çıkar. Ona göre kendini sevme iyilikten daha aşağıda duran bir eğilimdir. Shaftesbury, insanda bulunan bu doğal özelliğin, uyumlu ve orantılı olan şeyleri tanıyıp, beğenmemizi sağlayan “estetik duy(g)uya” benzediğini düşünür. Shaftesbury’e göre, erdemli olan bir insan, bir sanatçı gibi iyi olanı güzelliğinden tanımaktadır.
İnsanlarda doğal olarak bulunan bencil duygular gibi, “özgeci” duygularda bulunmaktadır. Kendi başına ne iyi ne de kötü olabilen insan, toplum içinde yer alır; bundan dolayı o daima başkasıyla birlikte vardır. Bunun için insan, başkasının acısını ve hazzını kendinde duyar ve toplumun iyiliğini kendini sevmenin üstünde tutarak “iyi” olur. Özgecilik, kişilerin eylemlerinde hiçbir çıkar beklemeksizin başkalarını gözeterek eylemde bulunmalarını benimseyen anlayıştır. Doğal yapısında bulunan özgeci ve bencil duygularını, yine doğal yapısında bulunan etik yanıyla kontrol eden insan erdemli olur.
Shaftebury’nin bencil ve özgeci içgüdüler arasında kesin bir ayrım yapması, etik duyarlılığı sağlayan duy(g)uyu eylemlerin değerlendirilmesinde bir ölçüt olarak kabul etmiş ve bir kişi için iyi olan ile herkes için iyi olan arasında bulduğu uyum, kendisinden sonra gelen filozofları önemli oranda etkilemiştir. Shatesbury’nin bu düşüncelerini benimseyen Hutcheson’a (1694-1747) göre de eylemlerdeki istemeyi belirleyen şey akıl değil duygudur. Hutcheson’a göre insanda dış algı ve iç algının yanında üçüncü bir algılama türü olan etik duyu(etik duyarlılık) vardır.
David Hume
David Hume(1711-1776) “ahlak algılarının anlama yetisinin işlemleri arasında değil, beğeniler ve duyular arasında sınıflandırılması gerektiğini” belirtmiştir.
Hume’a göre akıl, davranışların yönlendirilmesinde ve “iyi” olanla “kötü” olanın ayırt edilmesinde yeterli değildir. Hume’a göre akıl bizi eyleme sevk edemez. Bundan dolayı Hume, aklı ve duyguları birbirinden kesin olarak ayırır ve Hutcheson’la aynı fikirde olduğunu belirtir.
Erdemlerin ve kötülüklerin, övülen ve yerilen belli özellikler olduğunu savunan Hume erdemleri dörde ayırır:
- Toplumsal Erdemler; iyilikseverlik ve adalet
- Kendimize yararlı olan erdemler
- Bize doğrudan doğruya hoş gelen özellikler olan erdemler
- Başkalarına doğrudan doğruya hoş gelen özellikler olan erdemler
Hume’a göre ”sempati” insan yapısında doğal olarak buluna çok güçlü bir duygudur ve bu duygu, genel olarak nesnelerle ilgili yargılarımız bakımından olduğu kadar “ahlak” konusunda bir yargıda bulunurken de önemli bir etkiye sahiptir. Hume’un sempati duygusu ile birlikte düşündüğü bir diğer kavram da “vicdan”dır. Hume, başkalarının eylemlerini sempati sayesinde, toplumun iyiliğine yaptığı etkiyle tartma alışkanlığı sonucunda, insanın kendi eylemlerini de genel iyiliğe yaptığı katkı ile ölçme alışkanlığı edindiğini, bu değerlendirmelerin toplamına da vicdan denildiğini belirtir
Vicdan, bir grup üyesi olarak kişinin, benimsemiş olması gerektiğini düşündüğü, doğallıklarına inandığı belirli genel değer yargılarından ve bunların temelindeki kural ve ilkelerden kendisini sorumlu duyması anlamına gelen bilinç duygusudur.
Immanuel Kant
18.yüzyılda felsefe tarihinde genel olarak felsefenin bütünü bakımından tam bir dönüm noktası olan Immanuel Kant (1704 - 1804), aynı zamanda etik tarihi bakımından da önemli bir dönüm noktasıdır. Kant’tan sonra felsefenin “Kant öncesi” ve “Kant sonrası” dönem olarak iki evre içinde düşünülmesine yol açtığı söylenen Kant, felsefe tarihindeki bu vazgeçilemez yerini özellikle üç büyük eseriyle sağlamıştır. Bu eserleri:
- Saf Aklın Eleştirisi
- Pratik Aklın Eleştirisi
- Yargı Gücünün Eleştirisi
Kant’a göre etik; “Belirli nesnelerden ve bu nesnelerin bağlı olduğu yasalarla ilgili olan içerikli felsefeden özgürlüğün yasalarına ilişkin olana denir, ayrıca bu bilime “ahlak öğretisi” de denir.
Kant etiği özgürlüğün yasalarına ilişkin bir alan olarak görür. Kant “insan özgür müdür değil midir?” sorusunu Hume’dan aldığı ipuçlarının yardımıyla “özgürlük nedir?” olarak sormuştur. Kant’a göre özgürlük her şeyden önce bir “düşünce”dir
Antinomi, teorik aklın kendi yapısından dolayı düştüğü bir durumdur. Teorik akıl bu idelerin var olduğunu, absürde indirgeme yolu ile temellendirmeye girdiğinde çelişkiye düşer. Ama bunların olmadığını temellendirmeye giriştiği zaman da yine çelişkiye düşer. Sonunda böyle bir idenin hem var olduğunu, hem de var olmadığını aynı zamanda kabul etme durumuna düşmesidir.
Kant, pozitif anlamda özgürlüğün yasası olan Ahlâk Yasasını türetir ve şöyle dile getirir: “Öyle eyle ki, senin istemenin maksimi, hep aynı zamanda genel bir yasamanın ilkesi olarak da geçerli olabilsin”. Kant maksim kavramını şöyle açıklamaktadır. Eylemde bulunanın öznel ilkesidir ve nesnel ilkeden, yani pratik yasadan ayırt edilmelidir. İlki, aklın öznenin koşullarına (sık sık bilgisizliğine ya da eğilimlerine) uygun olarak belirlediği pratik kuralı içerir, bundan dolayı da öznenin ona göre eylemde bulunduğu ilkedir; yasa ise, her akıl sahibi varlık için geçerli olan nesnel ilke ve ona göre eylemde bulunması gereken ilkedir, yani buyruktur.
Kant Ahlak Metafiziğin Temellendirilmesi ni üç buyruk şeklinde dile getirir. Bunlar;
- Kesin Buyruk
- Ödev Buyruğu
- Pratik Buyruk
Bu üç buyruk koşulsuz buyruklardır. Bunların karşısına Kant, koşullu buyrukları koyar. Bu buyrukların buyurduğu, ancak koşulu isteyen için geçerli buyruklardır. Örneğin “eğer yaşlandığında rahat etmek istiyorsan, para biriktir”. Koşullu buyrukların buyurduğu eylem, başka bir şeye araç olarak iyidir. Koşulla ilgilenmeyen kişinin bu buyruğu yerine getirmesi için bir neden yoktur. Oysa koşulsuz/kesin buyruk herkes için ödev olanı dile getirir.
Kant’a göre tür olarak insanda doğa nedenselliği tarafından belirlenmeme imkanı ve istemelerini belirlediği takdirde kişileri özgür kılabilen bir yasa veya ilkeler ortaya koyabilme imkanı vardır.
John Stuart Mill
John Stuart Mill(1806-1873) Locke ve Hume’un başlattığı yolu izlemiştir. Toplum sorunlarına, iktisat ve politika konularına, özgürlük ve kadınla ilgili sorunlara eğilmiştir. Bu bakımdan Özgürlük Üzerine ve Kadının Köleleşmesi adlı eserleri dikkate değerdir. Etik alanında faydacılığı benimsemiştir. Bentham’ın fikirlerinden oldukça etkilenmiş ve özellikle Ahlak ve Yasa Koymanın İlkeleri adlı eserinin kendisini bambaşka bir insan haline getirdiğini söylemiştir.
Mill’e göre eylemlerimiz mutluluğu sağladığı ölçüde doğrudur. Mutsuzluğa yol açtıklarında ise yanlıştırlar. Ancak, J. S. Mill, hazlar arasında elde edilen mutluluğun yalnız niceliği bakımından değil, niteliği bakımından da fark olduğu görüşündedir. Bundan dolayı kimi mutluluk çeşitleri diğerlerinden daha çok değerli sayılır ve istenir veya tercih edilir. Mill insanlarda, iyiyi ve kötüyü bildiren doğal bir yetinin, bir duygunun veya içgüdünün bulunduğu düşüncesine karşı çıkmıştır. Bir eylemin insan refahını arttırmak şartıyla doğru olduğunu savunmuştur. Mill, insanın ulaşmak istediği hazları olarak ikiye ayırmıştır. Bunlar:
- Düşünce Hazları
- Beden Hazları
Mill’in faydacılığında mutluluk arzu edilen tek şeydir. Erdem ise, aslında hazza götürdüğü ve özellikle acıdan uzaklaştırdığı için arzulanmaktadır.