FELSEFE - Ünite 3: Metafizik Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 3: Metafizik

Giriş

Kabaca “varlığa ilişkin genel ve rasyonel soruşturma” olarak tanımlanabilen metafizik, felsefenin en önemli alt dallarından birisidir. Metafiziğin en temel ayrımlarından biri görünüş- gerçeklik ayrımıdır. Söz konusu ayrım metafiziğin kendisinin de akla dayalı bir soruşturma olduğunu gözler önüne serer. Ayrıma göre, insanın duyuları onu varlığın görünüşüne götürürken aklı gerçekliğe nüfuz etmesini sağlar. Aristoteles’in metafiziği “ilk felsefe” olarak nitelemesi ve filozofun ilk görevini varlıkların özünü ya da maddelerin özelliklerini araştırmak olduğunu belirtmesi, metafiziğin felsefe içindeki önemine işaret etmektedir. Aristoteles’in yazma eserlerini bulan Rodoslu Andronikos, Aristoteles’in ikinci felsefe olarak tanımladığı Fizik adlı eseriyle ilişkili olarak, ilk felsefenin ele alındığı esere, Metafizik ismini vermiştir. Yunancada ötesi anlamına gelen meta önekinin kullanılmasıyla “ilk felsefe”, fiziğin ötesinde anlamına gelen Metafizik ismiyle özdeşleşmiştir.

Metafiziğin İmkânı

Aristoteles eserinde varlığı araştırırken soyut nesnelerde Tanrı’nın varoluşunu da gündeme getirmiştir. Bu gündem Ortaçağ boyunca varlığını devam ettirerek, varlığı Tanrı üzerinden anlamaya odaklanmış bir metafizik anlayışını doğurmuştur. Bu sebeple modern felsefede bilimi esas alan filozoflar, metafizik alanını eleştirmiş ve karşı çıkmışlardır. Metafiziği eleştirenlerin başında Hume bulunmaktadır. Metafiziğin alanının aklın kavramları yoluyla bilinemeyeceğini savunan Hume, bu sebeple metafiziğin ilgilendiği konuların bilinmesinin imkânsız olduğunu belirterek metafiziği eleştirmiştir. Pozitivizmin kurucularından Auguste Comte da metafiziği teolojinin bir uzantısı olarak algılamış ve insan zihninin olgunlaşmamış bir döneminde ortaya çıkan bir evre olarak nitelemiştir. İnsan zihninin ve uygarlık tarihinin üç evreden geçerek ilerlediğini öne sürmüştür. Bunlardan birincisi dini evre, ikincisi metafizik evre, üçüncüsü de pozitif evredir. Dini evrede insanlar doğal olayları doğaüstü güçlerle açıklarken ikinci evredeyse insanlar doğal olayları özlerle ve gözlemlenemeyen güçlerle açıklama yoluna giderler. Dinin kalıntısı olan metafizik, onda ilerlemenin önündeki bir engel olarak görülür. Var olmayan bir alana ilişkin sadece akla dayalı olarak bilgi üretme etkinliği, Comte’a göre bilimsel bilginin gözleme ve deneyime dayanan güvenilir niteliğinden yoksundur ve bu nedenle imkânsızdır. Metafiziği eleştiren diğer düşünür Kant olmuştur. Bilginin deneyim üzerinde yükselebileceğine dikkat çeken Kant, bir anlamda insanın sadece algıladığı şeyleri yani fenomenleri bilebileceğini belirtmiştir. Metafizik alanına yani numenler alanına geçildiğinde akıl ve deneyimin iş birliği olan bilginin imkânsız hale geldiğine dikkat çeken Kant, metafiziği genel metafizik ve özel metafizik olmak üzere ikiye ayırmış, genel metafiziği ontolojiyle özdeşleştirmiş ve özel metafiziği rasyonel teoloji, rasyonel psikoloji ve rasyonel kozmoloji bölümlerine ayırmıştır. Başka bir deyişle, metafizik alanla, yani duyuların ötesinde kalan numenler alanıyla ilgili sorular, üç başlık altında toplanabilir:

  1. Tanrı ile ilgili sorular,
  2. Ruh ile ilgili sorular ve nihayet,
  3. Evrenin başı- sonu veya maddenin yapısı ile ilgili sorular.

Bu soruların ilgili olduğu üç konu veya varlık alanından her üçü de duyuların ötesinde kalır. Duyuların ötesinde kaldıkları için, bu konularla ilgili olarak bizim elimizde duyusal malzeme olamaz. Bu eksiklik nedeniyle, akıl ve duyuların iş birliği sonucu ortaya çıkan bilgi, metafizik alanından elde edilemez. Duyular çalışmayınca ve gözlem olmayınca akıl, metafizik alana geçtiğinde bir başına kalır ve Kant’ın deyimiyle antinomilere, yani çelişkilere düşer. Antinomi, biri tez diğeri antitez olacak şekilde, birbiriyle tutarsızlık ilişkisi içinde bulunan iki önermeden meydana gelen önerme çiftidir. Kant, duyuların ötesinde kalan alanla ilgili bilgimiz ve kanıtlarımız olamayacağını belirtmiş, bu sebeple insan bilgisini fenomenlerle sınırlamıştır. Eğer “varlık” üzerinde durup düşünmeye başlarsak, “varlık” sözcüğünün ne kadar gizemli olduğunun az çok farkına varırız. Bu olguya ilk olarak Alman düşünür Heidegger dikkat çekmiştir. Çünkü o, biz insanların “var olanların varlıklarına şaşırıp hayret etmediğimizi, varlık olgusunu göz ardı ettiğimizi” söylemekteydi.

Metafiziğin Konusu ve Alanları

Metafizik varlığı olabilecek en genel özellikleriyle ele alır ve öncelikle var olmanın, bir varlık olmanın ne anlama geldiğini soruşturur. Metafiziğin konu alanları üç tanedir: Ontoloji, teoloji-kozmoloji ve arkeoloji. Söz konusu dört bileşik sözcüğün de kökeninde Yunanca sözcükler bulunur. Hepsinde ortak olan “logos” bilim, rasyonel açıklama anlamına gelir. Ontolojideki “to on” var olan, teolojideki “theos” Tanrı, kozmolojideki “kosmos” evren ve arkeolojideki “arkhe” bilgi bakımından ilk olan demektir. Aristoteles metafiziği üç dala ayırmıştır. Bunlardan birincisi, var olana ilişkin kavramsal ve rasyonel bir araştırma olarak tanımlanan ontolojidir. Bu alandaki metafiziksel araştırmalar “var olmak için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan varlık” olarak tanımlanan töz kavramı üzerinden yürütülür. Ontoloji olarak metafizik, varlık ile varoluşa ve değişmenin doğasına ilişkin araştırmalardan meydana gelir. Aristoteles’in sınıflandırmasına göre metafiziğin ikinci bölümü teolojik-kozmolojik araştırmalardan oluşur. Evrenin kaynağı, ilk nedeni, nihai bileşenleri, evrende bir amaçlılığın olup olmadığına dair araştırmalar bu alanda yer alır. Üçüncü bölümse, bütün araştırmaların temelinde bulunan ilkelere ilişkin bir inceleme ve soruşturmadan meydana gelir. Aristoteles’ten sonra pek çok filozof tarafından “ ilk ilkelere ya da nihai ve çürütülemez hakikatlere ilişkin araştırma” olarak tanımlanmıştır. Tıpkı felsefe gibi metafiziğin kendisi de ikinci düzey bir soruşturmadan meydana gelir. O, bilimlerin varsaydığı ama açıklama getiremediği ilkeler üzerinde yoğunlaşır.

Bu tartışmaya göre, bilimlerde dâhil olmak üzere bütün disiplinlerin bir takım kabullerde bulundukları, bir şeyler tartışmadan kabul ettikleri yerde, hiçbir şeyi sorgulamadan bırakmayan metafizik bütün disiplinlere ilk ilkelerini temin eder.

Ontoloji Olarak Metafizik

Ontolojiyi var olmanın ne olduğunu, neyin gerçekten var olduğunu araştıran metafizik türü olarak tanımlamıştık. Ontoloji olarak metafizik karşımıza üç farklı şekilde: töz metafiziği, bir süreç felsefesi ve bir varoluş felsefesi olarak çıkmaktadır. Töz metafiziğinde gerçeklik veya gerçekten var olana ilişkin araştırma töz kavramı üzerinden yürütülür. Töz metafiziği, bununla birlikte statik bir varlık anlayışı üzerine yükselir. Söz konusu töz metafiziğinin değişmeyi, varlığın değişen yüzünü atladığı gerekçesiyle geliştirilen varlık görüşüne, oluş ya da değişme temelli bir varlık anlayışı üzerine yükseldiği için bu kez oluş ya da süreç felsefesi adı verilir. Gerek töz metafiziği gerekse süreç felsefesi insanın doğasındaki nesnel varlık alanına, doğal dünya ile ilgili nesnel hakikatlere yöneldiği için, onların beşeri gerçekliği atlayan, insanı da neredeyse taş, toprak benzeri bir varlık olarak ele alan felsefeler oldukları söylenebilir. İşte bu duruma bir tepki olarak gelişen ve varlığı insani bir perspektiften ele alan metafizik anlayışına egzistans ya da varoluş felsefesi adı verilir.

Teolojik/Kozmolojik Metafizik

Metafiziğin ikinci ana bölümü, bu kez ontolojiyle değil de sırasıyla teoloji ve kozmolojiyle özdeşleşen bir disiplin ya da araştırma türü olarak metafiziktir. Teoloji “tanrıbilim” anlamına gelir. Yani o, Tanrı’yı ele alan, Tanrı’yla ilgili olan disiplin anlamını taşır. Bunlardan teolojik metafizik söz konusu olduğunda, metafizik bir bütün olarak varlığının kaynağının, evrenin ilk nedeninin ne olduğu sorusu üzerinde yoğunlaşır. Buna mukabil kozmolojik metafizik veya metafiziksel kozmoloji söz konusu olduğunda, metafizik evrenin nihai bileşenlerinin ne olduğu, onun varoluşunun bir amacı olup olmadığı, evrendeki düzenin nasıl açıklanabileceği sorularına bir yanıt getirmeye çalışır.

İlk İlkelerin Bilimi Olarak Metafizik

Metafiziksel problemlerin üçüncü öbeği doğayla ilgili araştırmalardan kaynaklanan problemlerin oluşturduğu öbektir. Metafizik açısından doğa burada, dünyanın ve evrenin bütünüyle özdeş olmak yerine doğa bilimleri tarafından konu alınan, kendi yasalılığına sahip özel bir varlık alanı olarak değerlendirilir. Doğaya ilişkin bilimsel araştırmanın mümkün veya başarılı olması için, doğanın yapısına ilişkin üç ana başlıkta toplanan problemlerin çözüme kavuşması gerektiğine inanılır. Bu problemlerin başında:

  1. Dünyanın zamansal ve mekânsal kuruluşuyla ilgili problemler gelir. Mekâna ve zamana ilişkin açıklamaların geliştirildiği bu alandan sonra,
  2. En azından klasik metafizikte özdeşlik ve çelişmezlik ilkesi benzeri ilkelerin ele alındığı ayrı bir alan gelir.

Bu problemlerin yanı sıra, determinizm (belirlenimcilik) ve endeterminizm (belirlenimsizcilik) karşıtlığıyla ilgili problem doğaya ilişkin problemlerin en önemlileri arasındadır. Doğanın nedensel kuruluşuyla ilgili olan bu problem, doğadaki her şeyin bir nedeni olup olmadığı sorusuyla boğuşur. Determinizm, doğada ortaya çıkan olayların seyrinin değişmez yasalara tabi olduğunu; evrende olup biten her şeyin bir nedensellik bağlantısı içinde gerçekleştiğini savunan yaklaşımdır. Determinizm sırasıyla,

  1. hiçten hiçbir şeyin çıkmayacağı ya da hiçbir şeyin mutlak olarak yok olup gitmeyeceği ilkesiyle,
  2. hiçbir şeyin koşulsuz bir biçimde ve düzensiz olarak ortaya çıkamayacağı ilkesinden meydana gelir.

Determinizm problemiyle ilgili tartışma aynı zamanda nedensellik ilkesinin evrensel geçerliliğiyle ilgili bir tartışmadır. Nedensellik ilkesine evrensel bir geçerlilik yüklenmesine ve dolayısıyla her olayın bir nedenin sonucu olduğunun öne sürülmesine determinizm adı verilir. Nedensellik konusunu maddi, fail, formel ve ereksel nedenden söz ederek açıklayan Aristoteles’ten sonra, nedensellik ontolojik temel üzerinde ele alınmıştır. Hume’dan önce öne sürülmüş olan geleneksel görüş, nedenselliğin gerçek olaylar arasındaki nesnel bir karşılıklı bağımlılık ilişkisini içeren fiili bir özellik olduğunu ileri sürmüştür. On yedinci yüzyıldan itibaren, özellikle İngiliz deneyimcileri tarafından nedensellik epistemolojik bir kategori olarak değerlendirilmiştir. Bu görüşe göre nedensellik, şeylerin kendilerinin bir özelliği olmayıp yalnızca onlara ilişkin algı ve bilgimizle ilgilidir. Hume için nedensellik yalnızca zihinsel izlenim ya da idealar arasındaki bir ilişki olup zihinsel alışkanlıklarımızı dünyaya yüklemekle ilgili bir mesele olarak ortaya çıkar. Hume birbirlerine neden sonuç ilişkisi yoluyla bağlanmış olduğuna inanılan iki olay arasında, bizim sadece mekânsal süreklilikle zamansal önceliği bulup doğrulayabildiğimizi ileri sürer. Bu ise nedensel ilişkinin özde alışkanlığa bağlı tutumlarımızın ve zihnimizde olup bitenlerin dışa vurumundan ibaret olduğu anlamına gelir. Nedensellik ilişkisi sonradan rasyonalizm tarafından da epistemolojik bir kategori olarak ele alınmıştır. Fakat rasyonalizme göre nedensellik düşüncenin zorunluluğu olup a priori bir düzenleyici ilkeye karşılık gelir; bu yüzden nedensellik bilimin bir sonucu değil ön kabulüdür. Leibniz’in görüşüne göre, nedensellik yeter neden ilkesinin belli bir şekline karşılık gelir. Kant da aynı görüşü savunmuştur. Kant’a göre, nedensellik deneyimde doğrulanabilir olma fakat deneyimden türetilmeme, analiz edilememe anlamında sentetik bir ilkedir. Bu açıdan bakıldığında, Kant’ın nedenselliği bir kategori ve deneyimin bir koşulu olarak ortaya koyan nedensellik anlayışının Hume’un idelerin çağrışımı ilkesine dayalı olan nedensellik anlayışına verilmiş bir cevap olduğu öne sürülebilir.