FİLM VE VİDEO KÜLTÜRÜ - Ünite 4: Dünya Sineması Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 4: Dünya Sineması

Dünyada Sinemanın Gelişimi

Sinema başlangıçta olduğu gibi bugün de rüyalarımızın, hayallerimizin ve fantezilerimizin bir tür karşılığı olmayı, en önemlisi de gerçeğin, ‘ta kendisiymişçesine’ bir benzerini ya da daha doğru bir deyişle yanılsamasını yaratma iddiasını, teknolojinin de katkılarıyla sürdürüyor. Bu anlamda sinemanın ilk yıllarıyla bugünü arasında benzerlikler bulunduğunu ileri sürmek mümkün. Heyecan, şaşkınlık ve merak uyandıran ilk film gösterilerine benzer biçimde, günümüzün dev perdeli Imax salonlarındaki canlı, parıltılı görüntüler ya da üç boyutlu filmlerde elimizle tutacak kadar yakınımıza, koltuğumuza kadar uzanan figürler ve nesneler sinemaya lunapark benzeri bir nitelik kazandırıyor. Dev perdeli salonlarla 35 mm formatın sağladığı kusursuz görüntüye giderek yaklaşan dijital gösterimlerin yapıldığı sinemaların sayıca artması ve buna paralel olarak üç boyutlu filmlerin gişe gelirlerinin yükselmesi, sinemaya, ironik biçimde, başlangıçtakine benzer bir görünüm kazandırırken, diğer yandan da yeni iletişim teknolojileri ve eğlence araçları karşısında direndiğini gösteriyor.

Örneğin, dijital sinema salonlarının sayısı 2010’da bütün dünyada iki katından fazla artarak 36.103’e ulaşırken, bu salonların 22.060’ı dijital üç boyutlu gösterim teknolojisiyle donatıldı. Dev perdeli büyük sinema salonlarının sayısı Kuzey Amerika’da 2009’da üçte bir artarak yüzde 21’lik küresel oranı geçti. ABD’de Imax dâhil dev perdeli salonların sayısı 1999’da 119 iken, bu sayı 2009’da 303’e yükseldi. Bütün dünyada ise, Imax salonların sayısı 2004’de 240 iken 2009’da 438’e yükseldi. Öte yandan günümüz sinema seyircisinin bir başka ilgi odağı, baş ağrısına ve uzun sürede göz rahatsızlıklarına neden olduğu iddia edilen üç boyutlu filmler oldu. Üç boyutlu filmlerin küresel ölçekte gişeden aldığı pay 2009’da % 8.6 iken, 2010’da % 19.3’ü geçtiği belirtiliyor. Küresel ölçekte üç boyutlu sinema salonlarının 2009’da gişeden elde ettiği gelir 2.5 milyar dolar iken, 2010 yılında bu rakam 6.1 milyar dolara yükselmiştir. Üç boyutlu filmler açısından Japonya en büyük uluslararası pazar olarak dikkati çekmekte ardından da Britanya gelmektedir. Uluslararası pazarda en büyük paya sahip üç boyutlu filmler ise Hollywood yapımı ürünlerden oluşmaktadır. Sinema filmleri artık, yeni bir dönem başlatan devrim niteliğindeki buluş olan internet üzerinden de izlenebilmektedir. Bu yolla 2010’da ücret karşılığında film izlenmesinden (ABD dışında) elde edilen gelir artarak 276.4 milyon dolara erişmiştir. Bu alanda önde gelen beş ülke Britanya, Güney Kore, Almanya, Fransa ve Kanada oldu. ABD dışında bu konuda verilen hizmetin genişlediği 2010’da Apple iTunes altı pazarda söz konusu hizmeti vermeye başlarken küresel ölçekte başlıca rakipleri sayılan Microsoft (Xbox Zune Video Marketplace) ve Sony (Playstation Store) uluslararası pazardaki hâkimiyetlerini sürdürdüler. Ancak çok sayıda yerel marka da bu hizmeti vermeye başladı. Dolayısıyla, yakın zamanın ‘Home Video’ (ev eğlencesi) kavramına şimdilerde ‘Internet Video’ (ya da ‘online sinema’) kavramı eklenmiş oldu.

Hollywood Sineması

Hollywood, daha 1920’ye gelindiğinde büyük stüdyoların sayıca artması ve yıldız sisteminin ortaya çıkması sonucu yılda yaklaşık 800 film çekilen bir endüstri ve dünyadaki en önemli film endüstrisi haline gelmişti. Amerikalı yapımcılar daha 1909’un başlarında sistematik biçimde yabancı pazarlara yönelmişlerdi ve 1920’lerin ortasında Amerikan filmlerinin ülke dışına dağıtımı hız kazandı. Savaşın sona erdiği 1926’nın ortasında, Amerikan sineması eskisine kıyasla çok daha güçlü bir konuma sahipti. Hollywood stüdyoları 1930’larda, endüstrinin yapım, dağıtım ve gösterim ayakları üzerindeki güçlü kontrolleri sayesinde dikey tekelleşme sürecini tamamlamışlardı. Bu durum, ABD Yüksek Mahkemesi’nin 1948’deki çıkardığı anti-tekel yasasıyla değişti. Ardından televizyon geldi. Televizyonun bir rakip olarak ortaya çıkışı sinema izleyici sayısını ağır bir biçimde düşürdü. Bu gelişmeler büyük stüdyoları sinema salonları zincirlerini dağıtmaya zorladı ve 1960’ların başında yerleşik bir konum kazanan bağımsız sinemanın ortaya çıkmasını sağladı. Giderek daha fazla sayıda film Hollywood dışında çekiliyordu ve bu durum çok sayıda oyuncu ve teknisyenin işsiz kalmasına yol açtı. Eğer düzenli olarak çekilen televizyon yapımları olmasaydı kriz daha da büyüyebilirdi. Ancak Hollywood kendisini çabuk toparladı ve 1970’lerden itibaren bir yandan Steven Spielberg, George Lucas ve Francis Ford Coppola gibi yeni kuşak sinemacıların çektikleri gişe filmleri, diğer yandan da bağımsız sinema örneklerinin gördüğü ilgi ve festivallerde kazandıkları başarılar sonucu gelişen yeni bir pazarın getirdiği imkânlar endüstrinin çehresini değiştirdi. Artık Fordist dönem sona ermiş, başka sektörler için de olduğu gibi sinema endüstrisinde de post-Fordist dönem başlamıştı.

Anti-tekel yasası, boş zaman etkinliklerinin değişmesi, televizyonun yaygınlaşması, film yapım maliyetlerinin artması ve bağımsız sinemanın gelişmesi sonucu stüdyolar güçlerini kaybetmeye başladı. 1960’ların başına gelindiğinde stüdyo sistemi büyük oranda kaybolmaktaydı. Bağımsız yapımcıların bir araya gelerek gerçekleştirdikleri filmler için bundan böyle daha çok dağıtımcı olarak hizmet veren stüdyoların değişen rolünü tanımlamak üzere ‘yeni Hollywood’ ya da ‘klasik dönem sonrası’ gibi kavramlar kullanılmaya başladı. Stüdyolar, daha sonraları, müzik, yayıncılık, kablolu televizyon ve videonun, şimdilerde DVD, blu-ray ve internetin de dâhil oldukları yeni teknolojileri ve pazarları kapsayacak biçimde büyüdüler ve büyük anonim şirket yapılarına bürünerek birer holding olarak faaliyetlerini sürdürdüler.

Büyük işletme oluşumu sürecini ve kablo, uydu ve ev sinemasının ortaya çıkışlarını takiben, birçok film üzerindeki karın toplamı artık gişe gelirlerinden çok bu yan pazarlardan sağlanmaktadır. Endüstrinin büyük film şirketlerince mutlak kontrolü şimdilerde filmlerin finansmanı ve dağıtımı yoluyla sürdürülmektedir.

Klasik Hollywood Anlatısı

Hollywood sinemasının klasik döneminde yapılan filmlerde etkili olan anlatı tarzı “klasik anlatı” ya da “klasik Hollywood anlatısı” olarak anılır. Bu anlatı biçimi, dünyanın başka coğrafyalarındaki ana akım sinemalar üzerinde de etkili olmuştur. Kökleri Aristoteles’in Poetika’sına kadar götürülebilecek olan klasik anlatının temel esin kaynakları arasında sessiz dönemin Amerikan ve Avrupa sinemaları ile 19. Yüzyıl melodram tiyatrosu bulunmaktadır.

Klasik anlatı sineması şeffaf, açık ve kolayca anlaşılır bir anlatı olma iddiasındadır. Filmin renk, ses, müzik, kurgu gibi biçimsel ögelerinin anlatının hizmetinde olduğu klasik anlatı formunda izleyici kaçınılmaz sona doğru yönlendirilir. Oyunun adı gerçekmiş gibilik (verisimilute) , yani “gerçek”tir. Ancak, klasik anlatı örneklerinde, perdede gerçek olarak beliren durumun analizi onun gerçeklik açısından ne kadar sınırlı ve ideolojik olduğunu bizlere gösterir.

Britanya ve İngilizce Konuşulan Diğer Ülkelerde Sinema

Britanya sinemasının, 1930’ların ortası ve 1960’ların başında yaşadığı iki Rönesans döneminin ardından 1980’lerin başında bir kez daha atağa kalktığında bir film yapımcısından gelen açıklama, İngilizce konuşulan ABD dışındaki ülkelerin sinemalarının durumlarıyla ilgili bilgilenmek açısından anlamlıdır. Britanyalı film yapımcısının, “Ülkemizde İngilizce yerine bir başka dil konuşuluyor olsaydı, belki bizim de bir sinema endüstrimiz olurdu” biçimindeki sözleri, biraz abartılı sayılsa da Amerikan sinemasının Britanya, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkelerde ne denli etkili olabileceğinin güçlü bir ifadesi olarak değerlendirilebilir. Üstelik anılan ülkeler arasında sineması 1980’lerden buyana en parlak durumda görüneninin Britanya olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hollywood’a kan veren James Bond ve Harry Potter gibi kahramanların aslında Britanyalı oldukları, söz konusu filmlerin birçoğunun bu ülkedeki stüdyolarda, bu ülkenin oyuncuları, yönetmenleri ve teknisyenlerinin katkılarıyla gerçekleştirildiğini de unutmamak gerekir. Ayrıca, 1982’de Ateş Arabaları ( Chariots of Fire, Hugh Hudson, 1981) “en iyi film” dâhil dört dalda ödül kazanmasıyla bafllayan, ertesi yıl Gandi ( Gandhi, Richard Attenborough, 1982), 1999’da Âşık Shakespeare ( Shakespeare in Love, John Madden, 1998) ile süren ve 2011’de Zoraki Kral ( The King’s Speech, Tom Hooper, 2010) ile taçlanan Britanya yapımı filmlerin ve sinemacıların Oscar başarıları da dikkatlerden kaçmamalıdır.

Britanya sinemasının aksine, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve İrlanda sinemaları gölgede kalmış ülke sinemaları özelliği taşımaktadır. Bunun böyle olmasında,

Amerikan sinemasının anılan ülke pazarlarındaki hâkim konumunun dışında, hiçbirinin gerçekten büyük ölçekte bir yapım potansiyeline sahip olmamaları önemli bir nedendir. Bir başka neden ise, anılan ülke sinemalarının, Latin Amerika ya da Uzak Doğu gibi dünyanın başka coğrafyalarındaki sinemaların aksine, kültürel farklılık açısından dikkat çekici bir özelliğe sahip olmayıp bu nedenle de Hollywood karşısında herhangi bir alternatif oluşturamamalarıdır. Bununla birlikte Anglofon ülkelerin entelektüel bağlamda ilgi çekici birer sinema kültürüne de sahip oldukları söylenebilir. Avustralya, Yeni Zelanda ve İrlanda sinemalarının tamamı kültürel kimlik sorunu, yerel ile küresel arasındaki ilişki, ulusal sinemaya ve yerli film kültürlerine devlet yardımı gibi konular bağlamında zengin bir tartışma malzemesi sunmaktadırlar.

Avrupa “Sanat Sineması”

Britanya ve Anglofon ülkelerin sinemaları, Hollywood ile rekabet edebilmek için bir ölçüde onu taklit etmek ya da onunla işbirliğine gitmek gibi yolları denerken, Avrupa sinemaları kültürel farklılıkları öne çıkarmak ve klasik anlatıya karşı sanat filmi anlatısını kimliklerinin ayırt edici bir parçası haline getirmek suretiyle Hollywood ile rekabetlerini sürdürdüler. Avrupa Konseyi’ne bağlı bir ortak yapım fonu olarak 1989’da kurulan Eurimages, “sanat sineması”nın destelenmesi misyonunu benimseyerek Avrupa ülke sinemaları arasındaki işbirliğini yeni bir boyuta taşıdı. Eurimages başlangıcından buyana iki ya da üç ortaklı 1383 Avrupa filmini destekledi ve bunun için toplam yaklaşık 417 milyon Euro harcadı. Küçük ya da orta büyüklükte bütçeleri olan ve yönetmenlerinin imzalarının öne çıkığı bu filmler, günümüz Avrupa sinemasının sessiz dönemden buyana sürdürdüğü “sanat sineması” geleneği çerçevesinde değerlendirilebilecek yapımlardır.

‘Sanat sineması’, genellikle ana akım sinema dışında kalan, filmsel anlatı ve sinemanın biçimsel araçları çerçevesinde deneysel ve yenilikçi yapımlara işaret eden bir kavramdır. Sanat sineması, klasik anlatıdan farklı olarak neden-sonuç ilişkisine, zaman ve mekân açısından devamlılığa önem vermeyen, karakterin ya da karakterlerin belli bir amacının ya da hedefinin olmadığı, hikâyeden çok bir durumun ya da sorunun önem kazandığı, yönetmenin mesele ettiği tarihsel ya da güncel, toplumsal ya da özellikle varoluşla ilgili felsefi konuların ele alındığı bir sinema anlayışıdır. ‘Sanat filmi’ anlatısı iki unsurun katkısıyla ilerler: gerçekçilik ve yaratıcı/sanatçı olarak yönetmenin kişisel üslubu.

Fransa’da Yeni “Yeni Dalga”

Sinemanın başlangıcıyla birlikte anılan Fransa, sinema endüstrisinin ve kültürünün güçlü olduğu ülkelerden biridir. Doksanlı yıllar boyunca, Hollywood’un komşu ülkelerin pazarlarındaki üstünlüğüne karşın kendi pazarında %35’lik bir paya sahip olan Fransız sineması, 2000’lerde, Türkiye’dekine benzer bir biçimde, yerli filmlerin gişede Hollywood yapımlarının önüne geçtiği bir dönem yaşamaktadır. Fransa’nın Ulusal Sinema Merkezi (CNC) bilet satışlarından ve televizyon gelirlerinden, Fransız filmlerinin yapımı, dağıtımı ve dünyaya satışı için kullanılmak üzere milyonlarca dolarlık fon sağlaması, Fransız sinemasını zorlu geçen 1990’lı yıllarda ayakta tutarken, Fransa’nın en eski yapım şirketlerinden Gaumont International, başrolünde Amerikalı yıldız Bruce Willis’in yer aldığı ve İngilizce çekilen 5. Güç ( The Fifth Element, Luc Besson, 1997) adlı filmine 90 milyon dolar yatırmış ve film bütün dünyada gişe başarısı kazanarak bir kült yapım haline gelmiştir.

“Auteur”, yani, “yaratıcı yazar yönetmen” sineması geleneğinin sürdüğü ve yılda ortalama yüzün üzerinde filmin çekildiği bu dönemde, popüler kültürel unsurlarla biçimin önemli olduğu sanat sinemasına özgü unsurları bir araya getiren “bakışın sineması” (“Cinéma du look”) ya da “yeni Fransız yeni dalgası”, etkileri sonra da sürecek ilgi çekici bir akım olarak seksenlerin Fransız sinemasında iz bıraktı. Genç seyirciyi hedefleyen ve pahalı yapım özelliklerine sahip, ilk örneği Jean-Jacques Beineix’in Diva filmi olan bu akımın örnekleri arasında Beineix’in Betty Blue (1986), Luc Besson’un Metro ( Subway, 1985) ve Nikita (1990), Leos Carax’ın Kötü Kan ( Mauvais Sang, 1986) adlı filmleri yer alır.

İspanya, İtalya, Almanya ve Kuzey Avrupa Ülkelerinde Sinema

Avrupa’da 1980’ler sonrası yalnızca Britanya değil, İspanyol, Alman ve Kuzey Avrupa sinemalarının da yükselişine tanık olmuştur. İspanyol sinemacılar, 1975’de Franco’nun ölümünden sonra demokrasiye geçiş ve sansürün kalkmasıyla birlikte, daha önce söylenmemiş olanları metafor ve alegoriye ihtiyaç duymadan anlatmaya başladılar. İç Savaş’ın anıları bazı sinemacıların filmlerine konu olmaya devam ederken, yönetmenlerin birçoğu çağdaş konuları ele almaya başladı. İspanyol filmleri İspanyol yaşamının çeşitliliğini, rengini, kösnüllüğünü yakalamaya ve bütün bunları özgürce aktarmaya başladı. Artan mali sıkıntılara, video patlamasına ve Hollywood filmlerinin rekabetine karşın İspanyol sineması seksenlerden itibaren Belle Epoque, 1992) gibi filmler, Antonio Banderas, Penelope Cruz ce Javier Bardem gibi oyuncular uluslararası ilgi topladılar. Baflta Pedro Almodovar olmak üzere, Julio Medem, Alejandro Amenabar ve Fernando Leon de Aranoa gibi yeni kuflak yönetmenler sayesinde Avrupa’nın ses getiren sinemalarından biri oldu. 2000’lerin başında İspanyol sinemasının kendi iç pazarındaki payı artarken, özellikle Latin Amerika ülkeleriyle gerçekleştirilen uluslararası ortak yapımların da sayısı yükseldi.

Rusya ve Eski “Doğu Blok”u Sineması

Kuzey Avrupa’nın yanındaki coğrafyada da, bir zamanlar sinemaya devrim getiren deneysel bir sinemanın sonu gelmiş, yeni bir sinemanın canlanacağı umutları doğmuştu. “Glasnost” (ses vermek) ve “perestroika” (yeniden yapılanma) Gorbaçov yıllarının, yani 1980’lerin sıklıkla duyulan sözleriydi. Sinema alanında, glasnost’un ilk işaretleri 1980’lerin ortasında daha önce rafa kaldırılmış filmlerin dağıtımıyla geldi. 1990’lar ve sonrasında yeni yönetmenler önemli filmler yaptı. İdeolojik kontrolün gevşemesi, tarihsel ve çağdaş konuların ele alındığı çarpıcı belgeseller dalgasını ortaya çıkardı. Sansürün hızla gerilemesiyle politik, ahlaki ve cinsel tabular kayboldu. Yaratıcı kontrol stüdyoların eline geçti, bağımsız şirketler kuruldu ve uluslararası ortak yapımların sayısı hızla arttı. Ancak 1980’lerin sonunda, Rusya’da %75-85’lik pazar hâkimiyeti ile Amerikan sinemasının etkisi kontrolsüz biçimde büyümüştü.

İran Sinemasının Yükselişi

1980’ler ve sonrasının dünya sinemasındaki en ilgi çekici gelişmelerinden biri de “Yeni İran Sineması”nın ortaya çıkışıdır. 1978’de gerçekleşen İran İslam Devrimi’nin ilk yıllarında sinema İran’ın Batı tarafından kültürel sömürgeleştirilmesinin bir aracı olarak görülen sinema daha sonra kültürel birliğin ve toplumsal bütünleşmenin aracı olarak görülmeye başladı. Kültür Bakanlığı, 1983’de Farabi Sinema Kurumu’nu oluşturdu. Yerli filmler üzerindeki vergi düşürüldü, bilet fiyatları yükseltildi, film yapım sayısı arttı. Devrimin ilk yıllarından farklı olarak kadınlar sinemada daha fazla görünür oldular. Kadınlar hikâyelerin fonundan merkezine taşındı. Sinemaya kadın yönetmenler geldi.

Latin Amerika Ülkelerinde Sinema

Geçtiğimiz yüzyıl sonlarına doğru, büyüyen dış borçların yanında en önemli sorunun, demokrasinin ve ekonomik istikrarın güvence altına alınması olarak görünen Latin Amerika, 1960’larda “Üçüncü Sinema” adıyla, sinemanın bir siyasal direniş aracı olarak kapsamlı rolünü sorgulayan yeni bir sinema anlayışının ortaya çıktığı bir coğrafya idi. Kıta içinde gelişen ortak uluslararası bir perspektife rağmen, Latin Amerika’da sinema ağırlıklı olarak, farklı, ayrı ulusal ekonomilere, politik ve kültürel geleneklerine bağlı kaldı. Brezilya, Meksika ve Arjantin yerleşik film endüstrilerini ilk kuran ülkeler oldular ve günümüzde de uluslararası düzlemde yankı uyandıran Latin Amerika filmleri bu ülke sinemalarından gelmektedir. Daha önceki güçlü politik iddiasını kaybetmiş görünmekle birlikte Latin Amerika sinemaları, bu kez şiddet olgusunun yoğun biçimde yer aldığı yeni bir yeni-gerçekçi yaklaşımın da desteğini alarak tarihle ve güncel toplumsal sorunlarla ilgilenmeyi sürdürmektedirler.

Latin sinemalarının son zamanlardaki başarısı, Merkez İstasyonu ( Central do Brasil, Walter Salles, Brezilya, 1998), Paramparça Aşklar, Köpekler ( Amores perros,

Alejandro González Iñárritu, Meksika, 2000) ve Gözlerindeki Sır ( El secreto de sus ojos, Juan José Campanella, Arjantin, 2009) gibi filmlerin çok sayıda ülkede gösterilmiş olmaları ve kazandıkları ödüllerden de anlaşılabilir. Hollywood filmlerinin rekabeti ile geçmişte olduğu gibi bugün de baş etmek durumunda olan Latin Amerika sinemaları günümüzde eskiye göre daha az marjinal görünmektedirler.

Afrika ve Sinema

Sinemanın marjinallikle ilişkilendirilebileceği neredeyse tek coğrafyanın Afrika olduğunu ileri sürmek abartılı bir saptama gibi değerlendirilmemelidir. Yirminci yüzyılın en büyük iç savaşlarına tanıklık etmiş olan yeryüzünün bu ikinci büyük kıtası, milyarlarca dolarlık dış borç yüküyle, dünyadaki açlık probleminin neredeyse yarısının yaşandığı bir yer olmasıyla dünyanın en sorunlu bölgesi olma özelliğini taşımaktadır. Ortalama yaşam süresi neredeyse bütün diğer kıtalarda yükselirken, Afrikalılar için aşağıya doğru inmekte, dünyadaki silahlı çatışmaların gene neredeyse yarıya yakın kısmı Sahra-altı Afrika’da gerçekleşmektedir. Böyle bir ortamda sinemanın gerekli olup olmadığı, sorgulanabilir bir konudur.

Asya’da Sinema

Asya, üç buçuk milyarı aşan nüfusu ile dünyanın en kalabalık kıtasıdır ve Doğu Asya’da dünyadaki en dinamik film endüstrilerinden bazıları yer almaktadır. Bu bölgenin, ekonomileri canlı ve kültürel mirasları zengin kalabalık toplumlarında sinemaya heyecanla yaklaşılmakta ve çok farklı işler ortaya çıkarılmaktadır. Örneğin yaklaşık bir milyar üç yüz milyon dünyanın nüfusuyla en kalabalık ülkesi olan Çin’in sinemasının seksen yılı aşkın bir geçmişi bulunmaktadır.

Çin Halk Cumhuriyeti’nde 1980’lerden sonra pazar ekonomisi doğrultusundaki dönüşüm, ülkenin ideolojik, politik, idari yapılarında da değişikliklere neden olmuş ve Çin sineması da bu reformlardan etkilendi. Sinema endüstrisi parasal bağımsızlığa doğru yönelmiş, filme ticari bir ürün olarak yaklaşılmaya başlanmıştır.

Stüdyolar devlet destekli kültürel kurumlar olmaktan çıkarak, birer endüstriyel yatırıma dönüşmüş, başka endüstri kuruluşları ve yabancı ortaklarla ortak-yapım pratiği yaygınlaşmıştır.

“Yeni Tayvan Sineması” ise, filmlerde gerçek mekanlar kullanması, tarih-bellek ilişkisine ilgisi, amatör ya da yarı profesyonel oyunculara yer vermesi, İtalyan yenigerçekçiliğinden etkilenmiş olması, otobiyografik deneyimlerden yararlanma ve kırsal ve tarımsal geçmişe nostaljik bakışıyla dikkati çekmektedir. Hou Hsiaohsien,

1982-1987 yılları arasında etkili olan bu yeni sinema hareketinin önde gelen temsilcisidir. “Yeni Tayvan Sineması” sonrası yönetmenlerinin ilgi odağı ise kent yaşamıdır. Genç sinemacılar, filmlerinde Tayvan’ın “postmodern” görünümlerini perdeye getirerek gençlik altkültürünü, azınlık kültürlerini ele almayı tercih etmektedirler.

Hint Sineması

Hindistan, yalnızca Asya’nın değil, dünyanın en büyük sinema endüstrilerinden birine sahip olmasıyla da bilinen bir ülkedir. Sinema, Hindistan’ın en dinamik ve en canlı sektörlerinden biri sayılır ve ülkenin kültürel hayatında vazgeçilmez bir yeri bulunmaktadır. Bollywood adıyla da anılan ve Hollywood kadar eski bir geçmişe sahip olan Hint sineması dünyada çekilen filmlerin yaklaşık dörtte birini üretmektedir. Yılda 700 filmin yapıldığı Hindistan’da, popüler melodramların, şarkılı ve danslı filmlerin yıldızları toplumsal olarak önemli bir statüye sahiptirler.

Hindistan’ın 1947’de kazandığı bağımsızlığı takiben, 1950’ler ve 1960’larda Hint sineması “Altın Çağ”ını yaşamış, kendi iç pazarında ve komşu ülke pazarlarındaki üstün konumunu her zaman korumuştur. 1990’lardan itibaren, Hollywood filmleriyle rekabette büyük bütçeli, gösterişli, şarkılı ve danslı, Bollywood usulü yapılmış romantik filmlerin önemli bir işlev üstlenmiştir. Gerçekçi bir sinemanın fazla ilgi görmediği Hindistan’da Satrajit Ray gibi, Batı’da daha ünlü olsalar da, ülke sorunlarıyla ilgili yeni-gerçekçi çizgide filmler yapan önemli sinemacılar da yetişmiştir. Hintli ve Pakistanlı seyircileri de birleştiren Bollywood filmleri, Asya, Afrika ve Orta Doğu’da ve Batı’da yaşayan diasporadaki Hintliler arasında da popüler olmayı sürdürmektedir. Örneğin, ABD’de yaşayan Hintliler için varolan sinema, DVD ve kablolu TV pazarları ile Bollywood ödüllerinin dağıtıldığı canlı showlar: 100 milyon dolarlık bir endüstrinin gelişmesine neden olmuştur. ABD’de 24 büyük kent merkezinin 14’ünde Hint filmleri gösteren en az bir sinema salonu bulunmaktadır. Benzeri bir durum Britanya için de söz konusudur.