GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERDE SİYASET - Ünite 3: Gelişmekte Olan Ülkelerin Ekonomik Sorunları Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 3: Gelişmekte Olan Ülkelerin Ekonomik Sorunları
İktisadi Kalkınma: Kavram ve Ölçme Yöntemleri
Kalkınma ve Büyüme
Gelişmiş ve az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler arasındaki en önemli fark, gelişmişlik/kalkınmışlık düzeylerinin farklılığıdır. İktisadi büyüme, daha çok niceliksel (hesaplanabilir) bir değişikliği ifade etmektedir. Herhangi bir değişkenin bir dönemden diğerine gösterdiği artış veya azalış bir niteliksel değişmedir. Makroekonomik değişkenlerin (gelir, enflasyon, işsizlik, gelir dağılımı vb.) birçoğu dönemden döneme (artma ve azalma şeklinde) değişme gösterirler. İktisadi büyüme, bir ülkenin gayrisafi yurt içi hasılasının (GSYİH) veya gayrisafi millî hasılasının (GSMH) bir önceki yıla veya döneme göre niteliksel olarak değişiklik göstermesidir. GSYİH veya GSMH’nın bir önceki döneme göre artışı ekonomik büyüme; azalması ise ekonomik daralma (küçülme) olarak adlandırılmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelere özgü ekonomik yapının önemli unsurları, kişi başına gelirin düşük olması, yatırımların ve tasarrufların yetersizliği, yüksek işsizlik ve enflasyon oranları, tarımda verim düşüklüğü, üretimde ve ihracatta tarımsal ve emek yoğun malların payının yüksek olması, hızlı nüfus artışı ve beşeri sermayenin yetersizliği, gelir dağılımının bozukluğu, bebek ölüm oranlarının yüksekliği ve eğitim seviyesinin düşüklüğü şeklinde sıralanabilir. İktisadi kalkınma ile gerçekleştirilmek istenen ise bu yapının dönüştürülerek gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarılması veya dönüştürülmesidir. Dolayısıyla kalkınma, gelişmekte olan ülkelerin ulaşmaya çalıştıkları bir hedef ve aynı zamanda nedensel ilişkileri içeren bir süreç olarak kendini göstermektedir. Kişi başına gelirin artmasının yanı sıra yaşam standartlarının yükselmesi, üretim faktörlerinin artması ve sanayinin millî gelir ve ihracat içindeki payının artması gibi yapısal değişiklikler, iktisadi açıdan bir dönüşümü göstermektedir.
İktisadi kalkınma sadece ekonomik boyutlarla sınırlanmayan, toplumu sosyolojik, psikolojik ve politik boyutlarıyla kuşatan karmaşık bir süreçtir. Bir ekonomide kalkınma olmadan ekonomik büyüme gerçekleşebilir. Ancak büyüme olmadan kalkınma olmaz.
Kalkınmanın Önemi
Kalkınmanın az gelişmiş ülkeler için önemi, birey ve toplum açısından sadece maddi yaşamın sürdürülebilmesi ve iyileştirilebilmesi değil, onun yanında gelişmiş toplumların sahip olduğu refah seviyesine ulaşması ve yüksek kültür ürünlerine erişimi sağlayacak bir sürecin ve sürekli bir yarışın sürdürülmesidir.
İktisadi Kalkınma Literatürünün Gelişimi
II. Dünya Savaşı sonrasında başta iktisatçılar olmak üzere bilim insanlarının ve politika yapıcıların ana gündem maddelerinden biri hâline gelen kalkınma iktisadının temel ilgi alanı az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdir. Kalkınma iktisadı literatürü, bu ülkeleri başlangıçta “ gelişmemiş ” veya “ geri kalmış ” kavramları ile adlandırmıştır. Bu kavramların diplomatik nezaket kuralları açısından sorunlu olması dolayısıyla, iktisat yazınında bir süre “ az gelişmiş ülke ” terimi benimsenmiştir. Ancak bu terim, az gelişmişlik durumunun statik bir yapı olduğunu ima etmektedir. Oysa bu ülkelerin içinde bulundukları ekonomik, sosyal ve kültürel yapının zaman içinde yavaşta olsa değişme eğiliminde olduğu görülmektedir. Kalkınma sürecinin içinde var olan dinamizmi ve değişimi içerecek bir şekilde, iktisat yazınında “ gelişmekte olan ülke ” kavramı uzun süre yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Geri ve ileri ekonomiler , geleneksel ve modern ekonomiler , sanayileşmiş ve tarım ya da ham madde ülkeleri gibi isimlendirmelere de rastlamak mümkündür. Bütün bu terminolojik gelişmelere rağmen, iktisat yazınında en yaygın olarak kullanılan kavram “ gelişmekte olan ülke ” olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerin koşullarını açıklamaya yönelik en yeni terim ise “ yükselen ekonomiler ” kavramı olup doğrudan küresel ekonomik düzendeki gelişmelerle ilişkilidir.
II. Dünya Savaşı sonrası, ülkeler arasındaki gelişmişlik farklılığının çok bariz bir biçimde ortaya çıkması, iktisatçıları ülkeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarının nedenlerini incelemeye itmiştir. Soğuk Savaşın keskinleştiği 1950 ve 1960’lı yıllardaki geleneksel kalkınma yaklaşımı , iktisadi gelişme, sanayileşme ve ekonomik büyümeyi eşanlamlı olarak ele almıştır. Kalkınma iktisadı, 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında yoksulluk ve eşitsizlik konularına, 1970’li yıllarda ise yoksulluk ve bölüşüm sorunlarına odaklanmıştır. Dünya Bankası ve Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), yoksulların beslenme, barınma, sağlık ve eğitim gibi temel gereksinimlerini önceleyen temel ihtiyaçlar yaklaşımı olarak adlandırılan yaklaşımı savunmaya başlamışlardır. Bu yaklaşıma göre gerçek anlamda kalkınmanın olabilmesi için, beslenme, barınma, giyinme, sağlık, temiz su, eğitim ve adil bir gelir dağılımının sağlanması gerekir.
1960’lı ve yetmişli yıllarda, doğal kaynaklarla ve özellikle çevre ile uyumlu kalkınma anlayışları oluşmuş ve sürdürülebilir kalkınma kavramı ortaya çıkmıştır. Sürdürülebilir kalkınma, ekonominin yanı sıra sosyal, beşerî ve çevre ile ilgili sorunların da dikkate alınarak, doğal kaynaklarda gelecek nesillerin de hakkı olduğu ve dolayısıyla bu emanetin itina ile korunması gerektiği anlayışına dayanır. 1980’li yıllarda ise, ulusların gerçek zenginliğinin insan kaynakları olduğu anlayışına dayanan ve bu kaynağın geliştirilmesinin önemini vurgulayan insani kalkınma yaklaşımı popüler olmaya başlamıştır.
İktisadi Kalkınmanın Ölçülmesi
Kalkınma, üç farklı yöntemle ölçülebilmektedir. Birincisi, Gayrisafi Millî Hasıla (GSMH) ve kişi başına GSMH’sına göre ülkeler sıralanmaktadır. İkinci yönteme göre, ülkelerin kalkınmışlık durumu satın alma gücüne göre yapılmaktadır. Üçüncüsünde ise, insani kalkınma seviyesine göre ülkeler karşılaştırılmaktadır. GSMH, aslında bir ülkedeki ekonomik aktivitenin hacmini gösteren yegâne ölçüttür. Diğer taraftan GSMH yerine kişi başına GSMH değerinin kullanılması daha yaygındır. Gayrisafi Yurt içi Hasıla (GSYİH) ise bir ülkede belli bir dönemde üretilen nihai mal ve hizmetlerin piyasa fiyatı ile değeridir. GSMH’nin ve kişi başına GSMH ölçütünün iktisadi kalkınmayı ölçerken kullanılmasında karşılaşılan birtakım sorunlar da bulunmaktadır. Bunlar:
GSMH kavramı, küresel bir büyüklüktür. Bu yüzden onu yaratan kaynak, ekonomik sektör ve verimlilik gibi nitelik ve yapısal farklılıkları yansıtmaz. Reel ’yı hesaplamak için kullanılacak fiyat indeksinin seçilmesi, karşılaşılan diğer bir sorundur. GSMH, sadece kayıt altına alınmış ekonomik faaliyetleri ölçer. Kayıt dışı faaliyetler ya ihmal edilir ya da basitçe tahmin edilir.
Her ülke, GSMH’sini kendi para birimi ile hesaplar. Karşılaştırma yapabilmek için, bunların ortak bir para birimine (örneğin ABD Doları) çevrilmesi gerekmektedir. Bu da bir döviz kuru sorunu yaratır. Ancak resmî döviz kurları her zaman paraların gerçek değerini yansıtmamaktadır.
Ülkenin GSMH düzeyi oldukça yüksek olmasına rağmen az gelişmiş ülkelerin tipik özelliklerini gösterebilir. Bunun nedeni bir ekonomide kalkınma ve büyüme kavramlarının aynı şeyi ifade etmemesidir.
Satın Alma Gücü Paritesi Yaklaşımıyla Ölçme
Uluslararası gelişmişlik karşılaştırmalarında kişi başına GSMH rakamları kullanılırken, GSMH rakamları ortak bir döviz kuruna dönüştürülmektedir. Buna Satın alma Gücü Paritesi (Purchasing Power Parity) yöntemi denir. Ülkenin reel satın alma gücünü gösteren satın alma gücü paritesi, belirli bir mal ve hizmet sepetinin çeşitli ülkelerde satın alınması için gerekli olan ulusal para tutarlarının birbirine oranı olarak tanımlanabilir.
İnsani Gelişme İndeksi ile Ölçme
İnsani Gelişme Endeksi (İGE) üç temel bileşenden oluşmaktadır. Bunlar, uzun ve sağlıklı bir yaşam, bilgiye erişim ve kabul edilebilir bir yaşam standardıdır. Bu temel bileşenlere bağlı olarak üç adet alt bileşen oluşturulmaktadır. Bu çerçevede, doğumda yaşam beklentisinden yaşam süresi beklentisi endeksi , ortalama eğitim süresi ile beklenen eğitim süresinden eğitim endeksi ve satın alma gücü paritesine göre kişi başına GSMH’den (dolar olarak) gelir endeksi hesaplanmaktadır. Bu üç endeksin aritmetik ortalaması ise İGE’yi vermektedir.
Gelişmekte Olan Ülkelerin Özellikleri
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) kalkınmanın çok boyutluluğundan yola çıkarak, ülkeleri İnsani Gelişme Endeksine göre sınıflandırır. İnsani Gelişme Endeksi, dört eşit gruba ayrılmaktadır. En yüksek 1/4’lük grupta yer alan ülkeler, gelişmiş ülkeler ; geri kalan 3/4’lük grupta yer alan ülkelerin hepsi birden gelişmekte olan ülkeler diye sınıflandırılmıştır. IMF, düzenli olarak yayınlanan ve güncellenen Dünya Ekonomik Görünümü (World Economic Outlook) Raporlarında ülkeleri “ileri ekonomiler” ile “yükselen ve gelişen ekonomiler” olmak üzere iki kategoride toplamaktadır. Dünya Bankası ise 188 üye ülkeyi gelir seviyelerine göre dört gruba ayırmakta, sınıflandırma için, döviz kurlarındaki hareketliliği dikkate alan bir yöntemle hesapladığı Gayrisafi Millî Hasıla’yı kullanılmaktadır.
Ülkelerin birbirleriyle kıyaslamanın en kolay yolu ekonomik özelliklerine göre yapılabilir. Ekonomik özellikleri, temel makroekonomik özellikler ve sektörel özellikler başlıkları altında incelemek mümkündür. Gelişmekte olan ülkelerin makro ekonomik özellikleri, kişi başına gelirin düşüklüğü, gelir dağılımının bozukluğu, tüketim harcamalarının yüksekliği ve tasarrufların yetersizliği, yatırımların azlığı, işsizlik oranlarının yüksekliği ve belirsizliğin fazla olmasıdır.
Gelişmekte olan ülkelere ait GSYİH’nin sektörel dağılımına bakıldığında üretimin en belirgin yapısal özelliği, GSYİH içerisinde tarım sektörünün payının yüksek olmasıdır. Kaynakların düşük verimli tarım sektöründen yüksek verimli sanayi sektörüne aktarılması büyümeyi hızlandıran bir faktördür.
Gelişmekte olan ülkelerdeki ekonomik yapının diğer önemli bir özelliği, dış ticaretin yapısı ile ilgilidir. İhracat malları tarım ve emek yoğun mallardan oluşurken, ithal edilen mallar sermaye (kapital) yoğun mallardan oluşmasıdır. Bu da cari açık sorununa neden olmaktadır.
Kalkınma ile ekonomik yapının modernleştirilmesi yanında sosyal yapının da dönüşümünün sağlanması amaçlanmaktadır. Kalkınma açısından gelişmekte olan ülkelerin demografik özellikleri incelendiğinde, yüksek bebek ve çocuk ölüm oranları ile ortalama ömrün kısa oluşu; beslenme ve sağlık hizmetlerinin yetersiz olduğunu göstermektedir, Genç nüfusun fazla olması, çalışan nüfusun ekonomik yükünün ağır olduğunu ve kentsel nüfus artış hızının yüksek olması da kentleşme sorunlarını göstermektedir.
Gelişmekte olan ülkelerin kültürel özelliklerine bakıldığında, eğitim seviyesinin düşük olması ve okumayazma bilmeyenlerin nüfus içindeki oranı önemli birer gösterge olduğu görülmektedir. Diğer özellikler ise kültürel yapıya geleneklerin hakim olması ve buna bağlı olarak kadınların toplum içerisinde ikinci plana itilmeleri, orta sınıfın yok denecek kadar az olması ve çocuk işçilerin sayısının yüksek olması sayılabilir. Ayrıca; kurumsal yapının, bilgiye ulaşmanın, kültürün, siyasal kültürün, sosyal sermayenin, ekonomik özgürlüklerin, çevrenin ve cinsiyetin de kalkınma/büyüme sürecinde önemli rollerinin olduğu gündeme getirilmiştir.
Kurumsal olarak etkin ve etkili bir devletin var olması için politik kültürü oluşturan unsurların kalitesi önemlidir. Bu anlamda, politik olarak istikrarlı bir siyasal yapının varlığı için, politik meşruiyete dayalı hükûmet ve etkin muhalefet partilerinin yer aldığı, yasama gücünün hukuk devleti olmanın bir göstergesi olarak halkın çıkarları ile uyumlaştırıldığı bir politik sistem şarttır. Böyle bir politik sistemin varlığının devamı için, güçler ayrılığını destekleyici bir Anayasa ve bağımsız bir yargı sistemi zorunludur. Tüm bu şartları taşıyan istikrarlı bir politik sistem, siyasal kararların kestirilebilirliğini ve meşruiyetini sağladığından, ekonomik gelişimdeki aktörlerin faaliyetlerinin, gelişmeye açık bir iklim içerisinde sürdürülebilmesi de sağlanmış olacaktır.
Son dönemde yapılan çalışmalarda, ekonomik özgürlüklerin genişletildiği, diğer bir ifadeyle piyasa ekonomisi kurallarının işler hâle getirildiği ülkelerde insanların daha yüksek yaşam standartlarına sahip olduğu, ekonomik büyüme ve kalkınmanın daha hızlı gerçekleştiği ortaya konmuştur. Piyasa ekonomisinde ekonomik kalkınma, ekonomik özgürlüklerin bir yan ürünü olarak ortaya çıkar. Hem ekonomik hem siyasal ve hem de sosyal alandaki özgürlüklerin genişletilmesi kalkınma için gerekli şarttır.
Kalkınma Teorileri
Ülkeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarını açıklamak için farklı teorik yaklaşımlar geliştirilmiştir.
Yapısal değişim yaklaşımına göre, üretim faaliyetleri, gelişmekte olan ülkelerde hâlâ önemli olan birincil (tarım, ormancılık, madencilik vb.), ikincil (imalat, inşaat vb.), üçüncül (hizmetler) üretim faaliyetleri şeklinde sınıflandırılmaktadır. Doğal olarak, ilk aşamada bulunan gelişmekte olan ülkeler birincil üretimde, daha sonraki aşamada bulunan daha fazla gelişmiş ülkeler imalat malı üretiminde ve son olarak en son aşamada bulunan olgun gelişmiş ekonomiler de hizmetler sektöründe, kaynaklarının daha büyük bir yüzdesini ayırmış olurlar. 1950’li ve 1960’lı yıllarda geliştirilen kalkınma teorileri, az gelişmişliği yerel koşullar ile açıklama çabası içinde olmuşlardır.
Az gelişmişliği açıklamaya çalışan ve bu ülkelerin gelişmiş ülkelere dönüşmesi için geliştirilen öneriler, geleneksel (Ortodoks) kalkınma teorileri ve heteredoks kalkınma teorileri alt başlıkları altında incelenir. Kalkınma iktisadı literatürünün ana gövdesini geleneksel kalkınma teorileri oluşturur. Bu geleneksel kuramlar, Rosenstein-Rodan’ın (1943) Büyük İtiş Teorisi, Nurkse’nin (1952) Fakirlik Kısır Döngüsü Teorisi, Boeke (1953) ve Lewis’in (1966) İkili Ekonomi Teorisi ve Rostow’un (1960) Tarihsel Büyüme Aşamaları Teorisinden oluşmaktadır.
Heteredoks kalkınma teorileri , kaynakların hangi oranda ve hangi sektörlere yönlendirilmesi gerektiğine ilişkin görüşleri ileri sürer. Bu çerçeve dengeli büyüme stratejileri , bir ülkenin sahip olduğu kaynakları düzgün bir şekilde bütün sektörlere yönlendirmesi ve kalkınmanın gerçekleşmesi için bütün endüstrilerin (sektörlerin) aynı anda ve kaynaklar ölçüsünde harekete geçirilmesini ileri sürmektedir. Diğer taraftan, dengesiz büyüme stratejileri ise kalkınmanın sağlanabilmesi için kaynakları aynı anda bütün sektörlere birden yönlendirmenin kaynak israfı olduğunu ve bunun yerine birbirleriyle tamamlayıcılık ilişkisi olan bazı stratejik sektörler belirleyip sınırlı kaynaklarla bu sektörlerin öne çıkarılması görüşünü savunmaktadır.