GENEL UYGARLIK TARİHİ - Ünite 5: İslâm Tarihi ve Uygarlığı Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 5: İslâm Tarihi ve Uygarlığı

İslâmiyet’ten Önce Arabistan

Arabistan’ın İslâmiyet’ten önce yaşam şartları ve dini incelendiğinde, 4. ve 6. yüzyıllar arasında yoksulluk ve bedevileşme çağı olarak tabir edilen bir tür karanlık çağa gömülmüştür. Müslümanlar tarafından Cahiliye dönemi olarak adlandırılan bu dönemde arap halkı geçimlerini, sürüler, kervan ticareti ve yağmacılıkla sağlamıştır. Bedevî kabileleri şeklinde örgütlenen Arap halkının siyasi liderliğini seyyid ve şeyhler yapmıştır. Göçebeler, dinen Sâmîler’in putperestliğinin dışında Lat, Menât, Uzza ve Hübel gibi ilahlara da inanmışlardır. Din inkâr edilemez ve dine riayet siyasi itaatin göstergesi olmuştur. Putperestliğin dışında, Arabistan’da Hanîf dini denilen İbrahim milletinin dini de etkili olmuş ve tek Allah’a inanma, Allah’ın rızasına uyma, Hacca gitme, sünnet olma gibi dinî gelenekleri yerine getirmişlerdir.

İslâmiyet’in Doğuşu

İslamiyet’in varoluşunu Hz. Muhammed’in yaşamını göz önünde bulundurduğumuzda 3 ana başlık altında inceleyebiliriz:

  • Hz. Muhammed’in Peygamberlik Öncesi Yaşamı
  • Hz. Muhammed’in Peygamberliği
  • Hicret (622)

Hazreti Muhammed, Mekke’de Beni Haşim mahallesinde dünyaya geldi. Mîlâdî takvim, 20 Nisan 571 yılına işaret etmektedir. Babası, Abdullah annesi ise Âmine’dir. Dedesi Abdülmuttalib’in mensup olduğu Hâşim soyu, Mekke’nin önde gelen aileleri arasındadır. Genel olarak Hz. Peygambere, Muhammed isminin dedesi tarafından verildiği kabul edilir. Babasının ölümünden sonra dedesi Abdülmuttalib ve annesi Âmine’nin himayesinde büyüyen Hz. Muhammed, bir süre sonra Halime isimli bir sütanneye verilmiştir. Hz. Muhammed, sütanne yanında dört yıl kaldıktan sonra annesinin yanına gönderilmiştir. Annesi öldükten sonra dedesi de ölüm yatağında, torununu, oğlu Ebû Tâlib’in himayesine bırakmıştır. Hz. Hatice ile evleninceye kadar Ebû Tâlib’in yanında süren yaşamı, zaman zaman ailenin koyunlarını gütmekle, oniki yaşını tamamlamasıyla birlikte, amcasının yanında ticaretle uğraşarak geçmiştir. Hz. Muhammed’in Kâbe’nin korunmasını sağlayan ailenin Kureyş zenginlerinden olan Hatice adına yaptığı ticaret seferi, ilerideki evliliğinin temelini de atmıştır. Hz. Hatice ile olan evliliğinden, dört kız iki erkek çocuk Mısır’lı Mâriye’den de İbrahim isimli bir oğlu daha olmuş ancak tüm erkek coçukları vefat etmiştir. Hz. Muhammed’e Köle olarak verilen Zeyd bin Harise ve yanına aldığı yeğeni Ali, kaybettiği evlatlarının yerini tutmuşlardı.

Hz. Muhammed’e Peygamberlik çağrısı kırkıncı yaşına doğru, Ramazan ayında bir gece, Hira dağında gelmiştir. Cebrail, tefekkür halinde olan Hz. Muhammed’e görünmüş ve Oku! demiştir. Bu ilk mesajı, diğer vahiyler izlemiş ve Kur’an’da yerini bulmuştur. Tebliğ görevinin emredildiği ayet indirildikten sonra Hz. Peygamberin eşi Hz. Hatice, ardından azâd ettiği kölesi Zeyd ve yeğeni Ali de Müslüman olmuşlardır. Bu gelişmelere öfkelenen Mekke ileri gelenleri, yeni müminlerle uğraşmaya başlamıştır. Müslümanları, Kureyşlilerin zulmünden kurtarmak isteyen Hz. Muhammed, Taif’e göç etmeye dönük sonuç alınamayan bir denemeden sonra Medine ahalisinin şehirlerine yerleşme teklifini kabul etmiştir.

Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçü -Hicret- bir dönüm noktasıdır ve Müslüman takvimine başlangıç teşkil etmiştir. İlk olarak, Müslümanların ibadetlerini yerine getirecekleri bir câmi inşa ettiren Hz. Muhammed ardından, toplumlar arası dengeyi sağlamak amacıyla Muhâcirle Ensâr arasındaki dinî ve sosyal bağları kuvvetlendirerek onları birbiriyle kardeş ilan etmiştir.

Muhâcirûn (göçmenler): Mekke’den göç eden Müslümanlara, göç etmeleri sebebiyle verilen isimdir.

Ensâr (yardımcılar): Medineli Müslümanlara Muhacirlere ve Peygambere yardımlarından dolayı verilen isimdir.

Hz. Muhammed Döneminde Yapılan Savaşlar

Bedir Savaşı (624): Hicret’in ikinci yılında Mekkeliler, Ebû Süfyan’ın başkanlığında, çok büyük bir ticaret kervanı hazırlamış, bu kervanı korumak için de Ebû Cehil’in kumandasında yaklaşık 950 kişilik bir kuvvet harekete geçmiştir. Ancak Mekke’ye geri dönmeyen Kureyş ordusuna karşılık Hz. Muhammed’in yaklaşık 300 kişilik ordusu Bedir’deki savaşın kazanılmasını sağlamıştır.

Uhud Savaşı (625): Bedir’deki mağlubiyetin ardından Kureyşliler, yaklaşık 3.000 kişilik bir ordu ile Medine’yi hedef aldılar. Uhud Dağı eteklerinde yapılan savaşta başta, Hz. Hamza olmak üzere birçok Müslüman savaşta şehit olmuş ve Kureyş, bu savaştan çok az kayıpla, galip ayrılmıştır.

Hendek Savaşı (627): Yirmi gün süren savaşta Müslümanlar, Kureyşlilerle üçüncü kez karşılaşmış ve Selman-ı Farisî’nin, Fars ülkesinde saldırıya uğrayan bir şehrin hendek kazılarak savunulacağı görüşüyle, kazılan hendekler sayesinde savaştan galip çıkmıştır.

Hudeybiye Anlaşması (628): 628 yılında Hudeybiye Anlaşması ile Müslümanların, Mekkelilerle eşitliği sağlanmış ve birçok kabilenin Hz. Peygamberle ittifak yapması sonucu, Medine’nin hâkimiyeti öne çıkmıştır. On yılı kapsayan anlaşmayla Müslümanlar, Mekke’ye Hac seferinde bulunma ve orada üç gün kalma hakkını da kazanmışlardır.

İslâmiyet’in Yeni Gelişme Dönemi

Yahudiler ile imzalanan anlaşmaya karşın özellikle Kaynuka Yahudileri anlaşma şartlarını ihlâl etmiş ve yapılan savaşı, Müslümanlar kazanmıştır. Nâdir Yahudileri ise, taşınabilir mallarıyla birlikte Medine’den ayrılmıştır. 628 yılının Mayıs ayında, Hayber’in alınmasıyla Yahudi sorunu önemli ölçüde çözüm bulmuştur. Daha sonra 629 senesinin Aralık ayında, Medine’den yola çıkan İslâm ordusu, Mekke’yi ele geçirmiştir. Hz. Peygamber’in vefatından önce gerçekleştirdiği askerî seferlerin sonuncusu ise Tebük Seferi (630) olmuştur. 632 yılında Hz. Peygamber’in Hac yapacağı ilânı ile Veda Haccında kendisine kalabalık bir heyet eşlik etmiştir. Hz. Peygamber, 8 Haziran 632 tarihinde vefat etmiştir. Vefatından önce Batı Arabistan’ın putperest kavimlerine karşı İslamiyet’i kabul ettirmiş ve bunu ardında dini bir kitap bırakarak sonsuzlaştırmıştır.

Dört Halife Dönemi (632-661)

Hz. Peygamber’in yakın çevresi, İslam’ı ilk kabul edenlerden Hz. Ebûbekir’i (632-634) halife olarak seçmiştir. Bundan böyle halifelik kurumu, İslâm dünyasının en önemli dinî ve siyâsî makamı olacaktı. Hz. Ebûbekir, ilk olarak, kabileler arasında ortaya çıkan, İslam dininden dönmeye verilen ad olan “Ridde” hareketlerini önlemiştir. 633 yılında yalancı peygamber Müseylime’ye karşı kazanılan Arkaba (veya Akrabâ) zaferi, İslâm fetih hareketlerinin başlangıcını oluşturmuştur. Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit başkanlığında bir heyet kurulmuş ve Kur’an kitap haline getirilmiştir.

Hz. Ebûbekir’in ölümünden sonra Hz. Ömer (634-644) halife olmuştur. Hz. Ebûbekir’in başkumandanı Hâlid b. Velid önderliğinde 634 Nisanı’nda Şam’a girilmiştir. Temmuz 636’da ise Yermuk’ta, Bizans’ın yenilmesiyle Suriye ve Filistin hemen hemen fethedildi. Bu fetihlerin ardından Hâlid b. Velid başkumandanlıktan alınıp yerine Ebû Ubeyde getirildi. Suriye’de kazanılan başarılar, Filistin, Mısır ve Kuzey Afrika’nın fethine zemin hazırlamış ve 637 tarihinde Kudüs’ün alınması da Mısır’ın fethi için uygun ortam hazırlamıştır. Ayrıca, Irak ele geçirilmiş; Kadisiye (635) ve 642 yılındaki Nihavend Savaşları ile İran ordusu tam bir yenilgiye uğratılmıştır. Arap tarihleri bu başarılardan ‘zaferlerin zaferi’ veya ‘en büyük zafer’ olarak bahsetmişlerdir. Bu zaferden yaklaşık dokuz yıl sonra son Sâsânî hükümdarı Yezdicürd’ün öldürülmesiyle Sâsânî Devleti yıkılmıştır.

Hz. Ömer döneminin sonuna yaklaşıldığında, İslâm Devleti’nin sınırları, Mısır, Anadolu’nun güney kesimleri, Azerbaycan, Kafkasya ve İran dâhil Ceyhun nehrine kadar uzanmış bulunuyordu. Hz. Ömer, Kasım 644 tarihinde İranlı bir köle olan Ebû Lülü tarafından hançerlenerek öldürülmüştür.

Hz. Osman (644-656) devrinin ilk yıllarında fetih hareketlerine devam edilmiştir. Taberistan alınmış ve Türkistan’a ilk akınlar başlamıştır. Şam valisi Muaviye, Anadolu’nun bazı bölgeleri ile Kıbrıs ve Rodos’u fethetmiş, ayrıca Afrika’nın kuzey kısımları ele geçirilmiştir. Bu dönemde mushaf haline getirilen nüshadan istinsah (kopya) yapılmıştır.

Hz. Osman’ın öldürülmesi, İslâm tarihinde sürüp giden birçok kanlı olayın başlangıcı olmuştur. Hz. Osman’dan sonra halifelik makamına Hz. Ali (656-661) seçilmiştir. Ashab’ın bir kısmı yeni halifeye biat (itaat etmek, kabul etmek, onaylamak) etmekte tereddüt göstermiştir. Hz. Ali hilafete geçtiğinde bir takım gruplar da siyasî alanda mücadele ediyorlardı. Bu gruplar şunlardır:

  • Liderliğini, Suriye ve Filistin valisi Muaviye’nin yaptığı Emevîler,
  • Talha ve Zübeyr’in içinde bulunduğu ve daha sonra Hz. Ayşe’nin etrafında toplanacak Medine grubu.
  • Allah’ın emri ve Peygamber’in sünneti üzerine yaşamayı seçen dindar grup,
  • Hz. Ali ve onu destekleyenler.

Irak halkı tarafından tanınan Hz. Ali döneminde Kûfe başkent haline getirilmiştir. Irak’taki asayişin sağlanmasından sonra Hz. Ali, ordusuyla birlikte Suriye’deki rakibi Muaviye bin Ebu Süfyan’ın ordusuyla, 657 yılında Sıffîn yakınlarında karşılaşmıştır. İlk çarpışmaların ardından mağlup duruma düşen Suriyeliler, meselenin çözümü için Kur’an’ın hükümlerine başvurulmasını istemişlerdir. Bu olay, İslâm Tarihi’nde, Hakem Olayı olarak bilinir. Hakemler, Hz. Ali ve Muaviye’nin halife olmaktan azledilerek, halkın oylarıyla yeni bir halife seçilmesini kararlaştırmışlardır. Fakat durum değişmiş, Muaviye’nin hakemi Amr b. As, Hz. Ali’nin hakemi Ebû Musa el- Eflarî’nin kararı uyarınca azledilen halifenin yerine kendi adayını tayin ettiğini ifade etmiştir. Bu olayın ardından Hz. Ali, Suriye üzerine bir sefer daha yapmaya karar vermiştir. Sefer hazırlıkları sırasında, Ocak 661’de Kûfe camiinde bir Hâricî tarafından namaz kılarken öldürülmüştür. Ölümünden sonra oğlu ve halefi durumunda bulunan, mizacı gereği barışsever olan Hz. Hasan, hakkını Muaviye’ye devretmek zorunda kaldı. Bu durum sonrasında, Muaviye, Irak’a girerek halkın biat etmesini sağlamış ve halifeliği bütün İslâm Devleti’nde tanınarak Emevî Devleti’nin temelleri de atılmıştır.

Hâricîler: Hz. Ali taraftarlarından bazılarının onun kuvvetlerinden ayrılıp ona karşı dönmesiyle ortaya çıkan gruptur. Hz. Ali’yi katleden bunlardan biriydi ve bu grup, Emevîler’e de onların haleflerine de muhalefete devam ettiler.

Emevîler Dönemi (661-750)

Kureyş kabilesinde, Abdu-Menaf’ın oğulları olan Haşim ile Abdu’ş-Şems iki önemli ailenin kurucusu oldular. Böylece, Haşimîler ve Emevîler olarak adlandırılan iki önemli aile ortaya çıkmış ve bu iki aile arasında yıllar sürecek bir rekabet başlamıştır. Hz. Osman’ın halifeliği döneminde bu rekabet iyice belirgin hale gelerek bu durumdan yararlanan Muaviye b. Ebû Süfyan, dört halife döneminden sonra Emevî Devletini kurmuştur. Muaviye’den sonra halifelik, babadan oğula geçen bir kurum olarak devam etmiş ve Emevî hanedanı kurulmuştur. Emevîler’in yürütmüş olduğu siyaset sebebiyle 680 yılında, Hz. Hüseyin ve taraftarları, Şam yönetimine son vermek amacıyla harekete geçmiş ancak, Hz. Hüseyin ve ailesinden birçok kişi Emevîler tarafından Kerbelâ’da katledilmiştir. Emevîler döneminde, Kuzey Afrika, Anadolu ve Türkistan yönünde önemli fetihler yapılmış, İspanya’nın büyük bir kısmı fethedilmiş ve ayrıca İstanbul üzerine bir ordu gönderilerek Şehir kuşatılmış ancak başarı elde edilememiştir. 744 yılında iş başına geçen Mervân, Harran’ı hükümet merkezi yapmıştır. Bu son halife döneminde, Emevî Devleti tam bir çöküş içine girmiş ve İslâm ülkesi karışıklıklarla sarsılmıştır. Mervân, ülkedeki isyanlarla uğraşırken Abbasîler’in, Emevî karşıtı propagandaları da yayılmak için gerekli ortamı bulmuştur. Mervân, ülkesini kurtarmak için gereken çabayı gösterse de artık çok geç kalınmıştır.

Endülüs Emevî Devleti (756-1031)

Endülüs’ün fethinden sonra Müslümanlar, İspanya’da kalmış, özellikle Kuzey Afrika’dan gelen göç dalgaları birçok Arap ve Berberî’nin buraya yerleşmesini beraberinde getirmiştir. Emevî hanedanına mensup Abdurrahman b. Muaviye, 756 yılında Kurtuba’yı ele geçirerek 1031 tarihine kadar ayakta kalacak olan bağımsız Endülüs Emevî Devleti’ni kurmuştur. Ölümünden sonra tahta çıkan oğlu Hişâm b. Abdurrahman (788-796) döneminde Hıristiyanlara karşı mücadele verilmiştir. Hişâm’ın oğlu Hakem (796-822) döneminde uzun yıllar sürecek isyanlar, Endülüs’e Hıristiyan saldırılarını kolaylaştırmıştır.

II. Abdurrahman (822-852), devrinde merkezî ve bürokratik idare yeniden düzenlenmiştir. Ayrıca, doğudan bilim adamları ve çeşitli kitaplar getirilmiştir. Bu yıllar, Endülüs’te bir barış ve huzur dönemi olmuştur. Ölümü ile yerine geçen oğlu Muhammed (852-886) kararlı siyasî tutumuna rağmen iç karışıklıkların çıkmasını engelleyememiştir. Muhammed’in ardından oğlu Munzir (886-888) tahta geçtiğinde ülke, babasından miras kalan isyanlarla çalkalanıyordu. Yapılan seferler sonucunda, asayiş temin edilmiş ancak kardeşi Abdullah b. Muhammed (888-912) sağlanan huzuru koruyamamıştır. Yeni halife III. Abdurrahman (912-961) iç karışıklıkları bastırarak asayişi tekrar kurmuştur. Araplar, Berberîler ve Müslüman İspanyolların meydana getirdiği toplumsal yapı, III. Abdurrahman’ın dayandığı en önemli gücü oluşturmuştur. III. Abdurrahman, Endülüs’ü, refah ve huzurun hâkim olduğu bir ülkeye dönüştürerek Endülüs Emevî Devleti’nin ikinci kurucusu olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde başkent Kurtuba, bir bilim merkezi haline gelmiştir. Yerine geçen oğlu II. Hakem (961-976) binlerce ciltlik kitaptan oluşan bir kütüphane kurmuştur. Döneminde bilim ve sanata büyük önem verilmiştir.

XI. yüzyılda, Endülüs Emevî Devleti yerel güçler arasındaki iktidar mücadelesi sebebiyle parçalanmaya başlamış ve Kurtubalıların hilâfeti bütünüyle ortadan kaldırmaları, Endülüs Emevî Devleti’nin varlığına da son vermiştir.

Abbasi Devleti (750-1258)

İranlı bir köle olan Ebû Müslim, Horasan’ın her tarafında Abbasîler’in faaliyetlerini ve bunların Peygamber ailesine olan yakınlığını belirterek Emevîler’in zulmünü vurgulamış, halkı ayaklandırmak için cesaretlendirmiştir. Ebû Müslim’in propagandası, kısa sürede etkisini göstermiştir. Hareketin lideri Ebû’l Abbas (749-754) halife ilan edilmiştir. Hârûn Reşîd’in, yaklaşık 23 yıl süren halifeliği, Abbasî Devleti’nin en parlak dönemi olarak görülmekle birlikte çöküşün ilk izlerine de bu devirde rastlanmıştır. Halifenin ölümü ile oğulları, Me’mûn ile Emin arasında bir iç savaş patlak vermiştir. İktidarda bulunan Emin (809-813)’in, oğlu Musa’yı, kardeşi Me’mûn’un yerine veliaht ilân etmesi bir iç savaş sebebi olmuştur. Emin ve Me’mûn’un orduları iki defa savaşmış ve her iki mücadeleden de Me’mûn’un orduları galip ayrılmıştır. 813 yılında kardeşini yenerek iktidarı devralan Me’mûn (813-833), başkent Bağdat’ın yanı sıra Merv’de de ikamet etmiş ve özellikle bilim ve sanat faaliyetlerine çok önem vermiştir. Abbasî tarihinde savaşla tahta geçen ilk halife unvanına sahip olan Me’mûn, veziri Fazl b. Sehl’e devlet yönetimini devretmiş ancak bu durum, pek çok ayaklanmanın çıkmasına sebep olmuştur.

Abbasî Devleti’nin en güçlü dönemi, kuruluştan itibaren 120 yıl kadar sürmüş ardından toprak kayıpları başlamıştır. Bir İran hanedanı olan Şii Büveyhîler döneminde, Abbasî halifeleri etkilerini kaybetmiş ve bu durum, hilafetin çöküşünü beraberinde getirmiştir. Abbasîler, Büveyhîler’in etkisi altına girerken Mısır’da Fatımî halifeliği zirvesini yaşıyordu. Mısır ve Suriye’de otoriteleri tanınıyor, Hicaz ve Yemen’de halifeleri adına hutbe okunuyordu. 1242 yılında Mustasım son Abbasî halifesi olarak tahta geçmiştir. Moğol hükümdarı Hülâgû ordularıyla Bağdat üzerine yürümüş ve şehri kuşatarak Abbasî ordularını yenmiştir. Kısa süre sonra halife de Hülâgû ve ordusundan nasibini almış, ailesiyle birlikte hayatını kaybetmiştir. Abbasî Devleti, 1258 yılında Hülâgû tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra 1261 tarihinde Mısır’da Kölemenler tarafından halife ilan edilen Mustansır ile birlikte gölge halifeler dönemi de başlamış olur. Böylece, 1517 yılına kadar Mısır’da, Abbasî halifeleri fiilen güç sahibi olmasalar da işbaşına gelmeye devam etmiştir. Nihayet, Yavuz Sultan Selim’in, Mısır’ı fethinden sonra halifelik Osmanlılara geçmiştir.

İslâm Kültür ve Uygarlığı

Ortadoğu’da İslâm devletlerinin yükselmesiyle birlikte görkemli bir uygarlık doğdu. Bu uygarlığın doğuşu ile Arap fetihleri arasında yakın bir ilişki vardır. Yapılan fetihlerle İran, Kuzey Afrika ve Anadolu’ya doğru genişleyen İslâm devletleri, bu bölgelerden pek çok kültürel birikimi de bünyesine katmıştır. Dolayısıyla, İslâm kültür ve uygarlığının oluşmasında anılan bölgelerin çok önemli etkisi görülmektedir. Ancak, bu uygarlık, temel çizgileri itibariyle, İslâm damgası taşımaktadır.

Dil ve Edebiyat

İslâm uygarlığının oluşmasındaki en önemli araçların başında dil gelmektedir. Arapça, Sâmî dil ailesinin en zenginleri arasında yer alır. İslâm öncesinde Arapça, yazılı olmaktan daha çok sözlü olarak kullanılan bir dildi ve Araplar, köklü bir şiir geleneğine sahipti. Arapçanın kullanıldığı şiir yazımında, siyasi, toplumsal, kültürel konular gibi geniş bir yelpazede eserler verilmekteydi. İslâmiyet’in yayılması ile birlikte bu dil, fethedilen topraklarda da geçerli olan ortak bir iletişim aracı haline gelmiş ve İslâm devletinin sınırlarına katılan yeni topraklarda konuşulan yerel dillerin de katkısı ile Arapça, önemli bir dile dönüşmüştür. Arapçanın güçlü bir dil haline gelmesi, kültür ve uygarlığın zenginleşmesini de beraberinde getirmiştir.

Bilim ve Felsefe

Edebiyat ve tarih alanında yapılanları, bilim ve felsefe alanındaki çalışmalar takip etmiştir. İslâm dünyasındaki bilim ve felsefenin gelişiminde, eski Yunan mirasının önemli katkısı olmuştur. Özellikle, matematik, astronomi, coğrafya, kimya, fizik ve tıp gibi alanlarda, bu etki açıkça görülür. Yunanca kitapların Arapçaya çevrilmesi ile IX. ve X. yüzyıllarda önemli bir bilgi birikimi sağlanmıştır. Bunun yanı sıra, İskenderiye, Antakya ve diğer pek çok bölgede İslâmiyet’ten önceki dönemde kurulan eski Yunan okulları da varlıklarını devam ettirmişlerdir. Dolayısıyla, bu okullar da bilim ve felsefe alanındaki gelişmeleri hızlandırmıştır.

Yunanca’dan yapılan çeviri faaliyetinin, Emevîler Dönemi’nde başladığı söylenebilir. Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaziz (717-720) döneminde, Basralı bir Yahudi olan Mâsarcaveyh , Süryani tıp kitaplarından bazılarını Arapça’ya çevirerek Arap tıbbının temellerini atmıştır. Ancak, Emeviler devrinde yapılan çeviriler, kurumsal bir yapıya sahip değildir. Çoğunluğunu, Hristiyan ve Yahudi tercümanların oluşturduğu bu ilk dönemdeki çevirilerin sayısı, oldukça sınırlıdır. Abbasî Devleti döneminde, çeviri işi, daha köklü ve sistematik bir düzeye ulaşmıştır. Özellikle, Halife Me’mûn (813-833) döneminde Bağdat’ta, kütüphanesi ve devamlı memurları bulunan bir bilimler akademisi (Beytü’l-hikme) kurulmuş ve tercüme faaliyetinin gelişmesi ile birlikte pek çok önemli tercüman ortaya çıkmıştır. Cundişapurlu, Hristiyan bir hekim olan Huneyn b. İshak bunların en önde gelenlerinden birisidir. Huneyn b. İshak’ın, özellikle, Hippocrates’ten yaptığı çeviriler, Arap tıp dünyasının gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Bu dönemde, astronomi, fizik, matematik ve diğer konularda da önemli sayılarda çeviriler yapılmıştır.

Sanat

Edebiyat, bilim ve felsefedeki gelişmelerin yanı sıra Ortaçağ İslâm dünyasında, sanat alanında da önemli çalışmalar yapılmıştır. İslâm sanatı, kısa zamanda bütün Akdeniz çevresine yayılmıştır. Özellikle, Abbasî hilâfeti boyunca Bağdat, ortaçağın en büyük sanat merkezlerinden biri haline gelmiştir. Abbasî halifeleri Mehdî, Hadî ve Harun Reşid döneminde, müzik alanında parlak eserler verilmiştir. Bu dönemde, Fârâbî, müzik teorisi üzerine araştırmalar yaparken birçok besteci de yeni ürünler vermiştir. Diğer alanlarda olduğu gibi, müzikte de Abbasî halifelerinin yapılan çalışmaları yakından izledikleri ve destekledikleri görülür. Örneğin, Harun Reşid’in müzikle yakından ilgilendiği bilinmektedir. Bağdat’taki zengin müzik birikimi ve anıları, yüzyıllar sonra bile hatırlanır. İbn Haldun, Bağdat’ta verilen eşsiz güzellikteki konserlerin melodilerinin hâlâ unutulmadığını belirtir. Müzikteki gelişmelerin yanında, diğer sanat dallarında da oldukça önemli çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Abbasî halifeliği döneminde Bağdat’ın yanı sıra Samarra, Basra ve Kûfe şehirleri de önemli sanat merkezlerine dönüşmüştür İslâm dünyasının en önemli sanat dalları arasında yer alan hat sanatında da oldukça önemli hattatlar yetişmiştir. Bunlar arasında hiç şüphe yok ki en meşhur olanı, İbn Mukla (öl. 939)’dır.

Mimari

İslâmiyet’in hızla yayıldığı bölgelerde kısa sürede şaheser niteliğinde yapılar yükselmiştir. Suriye’den İspanya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada gerek Emevîler gerek Abbasîler döneminde eşsiz eserler bırakılmıştır. Erken dönem İslâm mimarisini oluşturan iki temel yapı biriminin, cami ve saray olduğu belirtilebilir. Hz. Peygamberin Medine’de yaptırdığı ilk caminin ardından Amr b. As, 642 yılında Fustat’ta bir cami yaptırmıştır. Bugüne dek pek az değişikliğe uğrayarak günümüze kadar gelmeyi başarabilmiş bilinen ilk cami Şam’da yaptırılan Emevî Camii (706-714)’dir. Emevî döneminde, camilerin yanı sıra, pek çok önemli saray da yaptırılmıştır. Bunun ilk örneği, Amman yakınlarında, Halife I. Velid tarafından inşa ettirildiği sanılan Kusayr-ı Amra Sarayı’ dır. Benzer şekilde, Halife Hişam b.Abdü’l-Melik tarafından 728 yılında Şam yakınlarında yaptırılan Kasrü’l-Hayri’l-Garbî de bir başka önemli Emevî eseridir. Yine, Şam’ın güneyinde inşa edilen Mışatta Sarayı (734- 744) da Emevî döneminin görkemli yapıları arasındadır.

Abbasîler devrinde, İslâm mimarisinin daha ince bir zevke ulaştığı söylenebilir. Özellikle, İran ve Mezopotamya mimarlık mirasının bu dönemdeki eserlere büyük etkisi olmuştur. Emevîlerin, Şam’ı merkez alarak geliştirdikleri mimarinin Akdeniz etkileri taşımasına benzer şekilde Bağdat merkezli Abbasî mimarisi de İran ve Mezopotamya izleri taşır. Abbasîler döneminde inşa ettirilen en önemli camiler arasında Samarra’daki Büyük Camii (848-852) ve Ebu Dulef Camii (861-862) ile Kahire’deki Tolunoğlu Camii (876-879) gösterilebilir. Özellikle, Samarra’daki yapılarda zengin çini örneklerine de rastlanır.