GÜNÜMÜZ FIKIH PROBLEMLERİ - Ünite 1: Günümüz Fıkıh Problemlerinin Çözümünde İlke ve Yöntemler Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 1: Günümüz Fıkıh Problemlerinin Çözümünde İlke ve Yöntemler
Giriş
Günümüzde dinî bakımdan problem oluşturan meselelerden bir kısmı tamamen yeni sayılmaz. Bunlar klasik fıkıh geleneği içinde bir şekilde çözüme kavuşturulan, fakat zamanın ve şartların değişmesiyle yeniden ele alınmaya ihtiyaç duyulan meselelerdir. Bu durum doğal olarak dinî hükümlerde zamana, çevreye ve şartlara göre bir değişikliğin mümkün olup olmadığı, mümkünse bunun alanı ve sınırlarının ne olduğu sorunlarını gündeme getirmektedir.
Din, Fıkıh Ve Hayat
Daha önceki dönemlerde din ve fıkıh kavramlarıyla ilgili belirli düzeyde bilgi sahibi oldunuz. Bu yüzden burada bu kavramlarla ilgili ayrıntılı açıklamalar yapmaya gerek duymuyoruz. Burada bu iki kavram üzerinde sadece birbirleriyle ilişkileri ve insan hayatı üzerindeki rolü ve etkileri bağlamında durmaya çalışacağız.
Din Nedir?
Din sözcüğünün kökeninde biri hâkimiyet ve mülkiyet , diğeri itaat ve boyun eğme şeklinde zıt yönlü iki anlam vardır. Kelime esas olarak iki taraf arasında birinin emir ve hâkimiyeti, diğerinin teslimiyet ve boyun eğmesine dayalı karşılıklı ilişkiyi ifade eder. Bu ilişki İslâm kültüründe ulûhiyet ve ubudiyet kavramlarıyla ifade edilmiştir.
Din iki taraf arasındaki ortak ilişkiler bakımından da bu ilişkileri düzenleyen prensip, nizam ve yolun adıdır. Din niteliği gereği sadece Tanrı ve kul arasındaki bağ ve ilişkiyle sınırlı olmayıp, aynı zamanda insanın diğer insan ve varlıklarla ilişkilerini de içerir. Bu yüzden din genel anlamda insanın Tanrı, diğer insan ve varlıklarla ilişkilerini düzenleyen ve onlarla ilgili davranışlarının temelini oluşturan kurallar bütünüdür.
İnsana hitap eden ve insan için söz konusu olan din olgusu tarihin bütün devirlerinde ve her toplumda çeşitli şekillerde kendini göstermiş ve daima varlığını sürdürmüştür.
İslam bilginleri hak dini şöyle tanımlarlar: "Din akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren ilahî bir kanundur."
Bu tanımda ilahî dinin üç önemli unsur ve özelliği vurgulanmaktadır:
- Gerçek din özü itibariyle ilahî kaynaklı olup insanın kendi çabası ile ulaştığı beşeri bir olgu değildir.
- Dinin muhatabı akıl ve irade sahibi insanlardır. Bu aynı zamanda dinin kişisel irade ve sorumluluğa dayalı bir tercih konusu olduğunu anlatır.
- Dinin aşkın ilahî gerçekliklere olan içsel ve bireysel inanç boyutunun yanında insan hayatını bütünüyle kuşatan bir davranış ve aksiyon boyutu da vardır. Tanımda yer alan "hayırlı olana götürme" özelliği dinin bu işlev ve alanına işaret eder.
Fıkıh ve İctihad
Dinî hitap, bu hitaba muhatap olan mükellef kişi bakımından farz, vacip, mendup, mekruh, haram, batıl, fasit gibi onun davranışlarını yönlendiren ve bunların dinî açıdan değerini ortaya koyan şer î hükümler bütünü olarak anlaşılır ve yerine getirilir. Bunların tamamına şer'î hükümler veya ilâhî hükümler ya da dinî hükümler adı verilir. Şerî hükümlerin dayanağını oluşturan Kur'ân, Sünnet ve diğer kaynaklara da hükümlerin delilleri veya hükümlerin kaynakları denilir.
Kur'ân ve Sünnet nasları birer söz ve metin olup bunlardan dinî hüküm çıkarmak için öncelikle dilin tüm imkânlarını kullanarak bunların manalarını tespit etmek, yani bunları anlamak ve yorumlamak gerekir. Anlam ve yorum ise mutlaka metnin durumuna göre belirli düzeylerde zihnî bir çabayı gerektirir.
İşte dinî literatürde ilk ve en geniş anlamıyla fıkıh, bir veya birden fazla nassı gerektiğinde metin dışı unsurları da dikkate alarak kendi iç bütünlüğü ve birbirleriyle ilişkisi bağlamında anlama ve yorumlama faaliyetinin genel adıdır.
Hicrî ilk asırlarda İslâm'ın inanç ve ahlak boyutunu da kuşatacak şekilde zihnî çaba ile elde edilen dini bilgilerin tamamı için ilim kelimesi ile birlikte fıkıh terimi kullanılmıştır. Nitekim Ebû Hanîfe fıkhın tanımını "kişinin hak ve vecibelerini bilmesidir" şeklinde yapmış ve inanç konularını ele aldığı eserine "en büyük fıkıh" anlamında elFikhü'l-ekber adını koymuştur.
Ancak ilerleyen dönemlerde İslâmî ilimlerde tefsir, hadis, akâid ve kelam, tasavvuf gibi ayrı disiplinlerin oluşmasına paralel olarak fıkhın kapsamı daralarak sadece ibâdât, muâmelât ve ukûbât alanlarıyla sınırlı hale gelmiştir.
Fıkıh ve Hayat
Gerek dinî meselelerle ilgili soyut hükmün çıkarılması, gerek bunların somut olay ve olgulara uygulanması yaşanılan hayata ve toplumsal gerçekliğe dair derin bir bilgi, kavrayış ve analiz gücünü gerekli kılar. Dolayısıyla ictihâdın unsurlarına üçüncü bir unsur daha katılmaktadır ki, bu da sosyolojik unsurdur.
Şu halde fıkıh bir yönüyle ilahî tebliğle yani Kur'ân ve Sünnet'te yer alan bilgi ve açıklamalarla doğrudan ilişki içindedir. Bir yönüyle de fakihlerin zihnî üretimleri, gözlem ve tecrübe birikimleri, farklı zaman ve mekânlarda yaşayan toplumların hayatları, kültürleri ve gelenekleriyle de yakından bağlantılıdır. Bu özelliğiyle fıkıh beşerî aklın etkin rolü ve katkılarıyla ilahî hitap ile bireysel ve toplumsal hayat arasında anlamlı ve tutarlı bir bağ kurmaya çalışan, kısaca dinle hayat, nasla olgu arasında köprü vazifesi gören oldukça canlı ve dinamik bir ilmî faaliyet alanıdır.
Günümüzde durmadan gelişen ve değişen hayat olayları karşısında kendi iç dinamikleriyle bu gelişmeleri takip etme, yönlendirme ve yeni meselelere çözüm üretme misyon ve görevi de fıkıh ilminin omuzlarındadır.
Fıkıhta Hükümlerin Değişmesi ve Yeni Hükümler
Toplumsal hayat sürekli bir değişim içindedir. Sosyal bilimciler "değişmeyen bir şey varsa, o da hayatın sürekli değiştiği gerçeğidir" derler. Değişme ve süreklilik ilk bakışta karşıt kavramlar olarak gözükse de esas itibariyle bunlar bir gerçekliğin iki ayrı yüzü gibidir. Süreklilik olmadan değişim, değişim olmadan da süreklilik sağlanamaz. Her şeyin değiştiği, hiçbir şeyin aynı kalmadığı bir dünyada ne dinden, ne gelenekten, ne de kültür ve medeniyetten söz edilebilir. Aynı şekilde zamana, ortama ve şartlara ayak uyduramayan hiçbir şeyin de sürekliliği sağlanamaz. Değişme bir durumun bütünüyle bambaşka bir duruma dönüştüğü anlamına gelmez. Değişen şeyin birçok niteliği eski haliyle ilgisini devam ettirir. Birçok şey değişerek devam eder, devam ederek de değişir.
İslâm dininin insan hayatının her alanını kuşatan bir özelliğe sahip olduğunu gördük. İnsan ve hayata dair her şeyin dinle de doğrudan veya dolaylı olarak ilgisi vardır. Bu yüzden dinin insan ve topluma hayatındaki değişme ve gelişmelere kayıtsız kalması düşünülemez. İslâm dininin evrenselliği ve bütün zaman ve mekânlara elverişliliği bunu gerektirir.
Buna karşılık İslâm inancına göre dinin özü asla değişmez. Değişmeyerek insanlığın son dini, ilahî vahyin son halkası olarak kıyamete kadar görevini ifa edecektir. Kur'ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber'in sünneti bu dinin değişmeden kıyamete kadar bâkî kalmasını sağlayan iki temel metindir. Bu iki metnin bağlayıcılığı, Müslüman toplumların sağduyusu ve müçtehitlerin bu unsurlara bağlı kalarak ortaya koydukları çaba ve gayret, İslâm toplumlarında başlangıçtan bugüne kadar ortak bir kimlik, ortak bir gelenek, ortak bir dinî tecrübe ve ortak bir refleks oluşmasını sağlamıştır. Bunların bir kısmı dinî gelenekte icmâ olarak değerlendirilmiştir.
İslâm'ın bir taraftan özünü ve safiyetini koruyup diğer taraftan durmadan değişen hayat realitesine uyum sağlama zorunluluğu ve yeteneği onun bazı hükümlerinde zamana, çevreye ve şartlara göre nisbî bir değişme olup olmayacağı meselesini gündeme getirmiştir. Bu konu klasik fıkıhta " ahkâmın tağayyürü (hükümlerin değişmesi)" adı altında ele alınmıştır.
Fıkıhta Hükümlerin Değişmesi
Fıkıhta dinî hükümlerin değişmesinden maksat, hakkında nas bulunsun bulunmasın herhangi bir konu ile ilgili soyut hüküm ya da uygulamada zaman içinde gözlenen değişiklikler ve farklılıklardır.
Bu değişim hükmün neshi veya iptali anlamında olmayıp belirli şartlarda uygulanması istenen hükmün o şartlar oluşmadığı için uygulanmaması demektir. Şartlar eski haline döndüğünde önceki hüküm tekrar yürürlüğe girebilir.
Fıkhî hükümlerde değişimin sahası ve sınırlarını ortaya koymadan önce değişime imkân tanıyıp tanımama özelliği bakımından bu hükümlerin genel görünümüne, bunların değişme karşısındaki genel tutumuna bir bakmak gerekir. Çünkü fıkhın bir kısım özellikleri değişme ile bağdaşmaz gözükürken, diğer bir kısmı değişmenin mümkün olduğu izlenimini vermektedir.
Fıkhın Değişme ile Bağdaşmaz Gözüken Özellikleri
Fıkhın, hükümlerin değişmesine kapalı olduğu görüntüsü veren özelliklerinden en önemlileri onun amaç ve kaynak itibariyle ilahî nitelikli oluşu, İslâm'ın kemâle ermiş ve ebedî yürürlükte kalmak üzere gönderilmiş bir din olması ve bütüncül ve gayeci bir özelliğe sahip bulunmasıdır. Burada ilk iki özellik hakkında kısa bilgi verilecektir.
1. Dinî hükümlerin ilahî nitelikli oluşu: Fıkıh, kaynak itibariyle ilahî bir sistemdir. Fıkhın birinci temel kaynağını oluşturan Kur'ân-ı Kerîm bütünüyle vahiy mahsulüdür. İkinci kaynak olan Sünnetin de vahye dayandığı, en azından vahyin kontrolüne tabi olduğu kesindir. Bu yüzden o da genel anlamda vahiy kapsamında değerlendirilir. Fıkhın iki temel kaynağının vahiy oluşu, onun ve ondan çıkarılan hükümlerin de ilke olarak değişmez ve değiştirilemez oluşunu gerektirir. Kur'ân-ı Kerîm, onu tebliğ eden Peygamber'in bile Kur’an’dan bir hükmü değiştirmeye yetkisi olmadığını belirtmektedir. Kur'ân'ın tahriften korunmuş olması, koruyucusunun da bizzat Allah Teâlâ olması da Kur’an’ın değişmezliğini garanti altına almıştır.
2. İslam’ın kemâle ermiş olması: İslâm dininin tamamlanmış, bütünlüğe ulaşmış, kemâle ermiş olması da hükümlerin değişmesine engel olarak gözüken hususlardan biridir. Kur'an-ı Kerîm'de bu husus, " Bugün size dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm'ı seçtim ve ondan razı oldum " (elMâide 5/3) ayetiyle ifade edilmiştir. Bu ve benzeri ayetlere göre din tamamlanmış olup onun hükümlerine eklemeler yapmak veya mevcut hükümleri başkaları ile değiştirmek İslâm'ın bu özelliği ile bağdaşmaz. Ayrıca Hz. Peygamber kendinden sonra din adına ortaya konulan her şeyin kabul edilmez olduğunu söylemiştir (Buharı, "Sulh", 5; Müslim, "Akdiye", 17).
İslâm bilginleri öteden beri "dinin kemâle ermesinden" ne kastedildiği konusunda fikir yürütmüşlerdir. Kurtubî gibi bazı bilginlere göre bununla " İslâm beş temel üzerine kurulmuştur " (Buharî, "İmân", 34) hadisinde belirlenen ibadetlerin tamamlandığı kastedilmektedir.
Ünlü İslâm âlimi Şatıbî'nin de içinde bulunduğu bir grup bilgine göre ise dinin kemâlinden anlaşılan dinin tek tek cüz'î/tikel meseleleri değil temel esasları ve genel prensipleridir. Dolayısıyla bu bilginler dinin kemâle ermiş olmasının yeni ictihadlara engel olmadığını düşünürler. Çünkü içtihadın gerekliliği de Kitap ve Sünnet'e dayalı genel prensiplerden birisidir. Dinde içtihada açık bir alan her zaman mevcuttur. Dinin ictihad kurumunu kabul edip özendirmesi de bunu göstermektedir. Bu bilginlere göre dinin kemâle erdiğini bildiren ayetten sonra başka birkaç ayetin daha inmiş bulunması da bu görüşü desteklemektedir.
Fıkhın Değişmeye Açık Olduğunu Gösteren Özellikleri
Fıkhın değişmeye elverişli olduğunu gösteren özelliklerinin başında İslâm dininin evrenselliği ve hükümlerinin esnekliği gelmektedir.
1. İslam dininin evrenselliği: İslâm, herhangi bir coğrafî bölge, zaman veya ırk ayırımı olmaksızın bütün insanlığa hitap eden bir dindir. Kur'ân-ı Kerîm'de İslâm'ın bu özelliğini anlatan birçok ayet vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: " De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin hükümranı, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan, hayat veren ve öldüren Allah'ın hepinize gönderdiği bir elçiyim". "Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Sebe' 34/28). Hz. Peygamber de daha önceki peygamberlere verilmeyip sadece kendisine bahşedilen beş özelliği sayarken "her peygamber yalnızca kendi kavmine göndedildiği halde, ben bütün insanlara gönderildim " demiştir.
2. Hükümlerin esnekliği: İslâm'ın yükümlülük getiren hükümlerinin belirli ölçüde esnemeye elverişli bir yapıda olması esas itibariyle onun evrensellik özelliğinin bir sonucudur. Hükümlerin esnekliğinden anlaşılan bazı hükümlerin zamana, ortama ve şartlara göre farklı şekiller alabilme yeteneğidir.
İslâm dini hükümlerde esnekliği temin eden pek çok unsur ve araçlara sahiptir. Bunların başında hüküm kaynaklarının özelliği gelmektedir. İslâm'da hükümlerin aslî kaynağını oluşturan Kur'ân ve Sünnet nasları yanında fakihlerin hüküm çıkarırken başvurabileceği icmâ\ kıyas, istislâh, istishâb, istihsân, sahabi kavli, sedd-i zerâi, umûmü'l-belva, örf ve adet gibi sayı ve çeşit olarak oldukça zengin kaynak ve metotlar vardır. Bunların büyük bir çoğunluğu niteliği gereği yeni olay ve gelişmeleri karşılayabilecek yetenek ve esnekliğe sahiptir.
Fıkıhta özellikle kolaylık ve zaruret prensipleri hükümlerin esnekliğini sağlayan en önemli araçlardandır.
Kolaylaştırma İslâm'ın temel amaçlarından biridir. İslâm insanlara rahmet olarak gelmiş ve daha başlangıçta önceki dinlerde mevcut olan ağır yükümlülüklerin birçoğunu kaldırmıştır.
Zaruret ise fıkıhta "dinin yasak ettiği bir şeyi yapmaya veya yemeye mecbur eden durum" anlamında kullanılan bir terimdir. Zaruret ilkesi aslında kolaylık ilkesinin bir gereği olup ana yolun tıkanması halinde açılan servis yolu gibi geçici ve istisnaî çözümler getiren bir fıkıh aracıdır. Bu ilke İslâm billginleri tarafından "Zaruretler yasakları mubah kılar" şeklinde genel kural haline getirilmiştir (bk. Mecelle, md. 22).
Hükümlerde Değişmenin Alanı ve Sınırları
İslâm bilginleri fıkhî hükümlerde değişmenin ilke olarak mümkün olduğunu kabul ederler. Bu husus Mecelle'de genel ve olumsuz bir ifade ile "Ezmânın tağayyürü ile ahkâmın tağayyürü inkâr olunamaz" şeklinde ifade edilmiştir (bk. md. 39).
Fakat yapılan açıklamalar bu ilkenin mutlak olarak bütün hükümlerde değil, belirli alanlarda ve sınırlı konular için geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü fıkhın bir kısım hükümleri dinin özünü, değişmeyen sabitelerini ve olmazsa olmazlarını oluşturmaktadır. Mesela iman esasları, ahlak kuralları ve ibadet şekilleri İslâm'ın sabiteleridir. Şartlar ne olursa olsun değişmeden kalmıştır ve öyle kalacaktır.
1. Taabbûdî hükümler: Fıkıhta taabbudî hüküm kavramı, biri geniş diğeri dar olmak üzere iki anlamda kullanılmaktadır. Geniş anlamda taabbudî hüküm gerekçesi akılla kavransın veya kavranmasın içerisinde Allah hakkı bulunan her hükümdür. Bu anlamıyla taabbudî hüküm esasen ta`lilî hükümleri de içine almaktadır. İster ibadet ister muamelât alanında olsun bütün dinî yükümlülüklerin bu anlamda taabbudî bir yönü bulunmaktadır. Taabbudun bu anlamı, hükümlerde kıyas ve içtihada başvurulmasına engel oluşturmamaktadır.
2. Ta`lîlî hükümler: Benzer şekilde ta`lîl kavramına da ele alındığı bağlama göre farklı anlamlar yüklenir. En genel anlamıyla ta`lîl, taabbudî olanlar da dâhil olmak üzere bütün şer`î hükümlerin belirli bir gayeye yönelik olduğunun kabul edilmesidir. Bu gaye, insanların dünyevî ve uhrevî yararlarını sağlamaktır. Hükümlerde böyle genel bir amacın bulunduğu konusunda İslâm bilginleri arasında önemli bir görüş ayrılığı yoktur.
Klasik fıkıhtaki baskın eğilimi dikkate alarak şer`î hükümleri taabbudîlik açısından şu şekilde gruplandırmak mümkündür:
İnançla ilgili hükümler: Bunların taabbudî olduğu konusunda ittifak olup bunlarda herhangi bir değişiklik söz konusu değildir. Temel ahlaki değerlerle ilgili hükümler de bu kapsama dâhil edilebilir.
İbadelerle ilgili hükümler: Bunlar insanın Allah'la ilişkisini düzenleyen ve konuluş gerekçesi ve biçimleri akılla anlaşılmayan hükümlerdendir.
Miktarlarla ilgili hükümler (Mukadderât): İslam dininde bazı hükümler belirli miktarlar ifade etmekte ve bunların bizzat Şâri` (Allah ve Resulü) tarafından belirlendiği kabul edilmektedir. Fıkıh terminolojisinde bunlara mukadderât adı verilmektedir.
Haramlar ve helaller: Haram, yapılması dinen kesin ve bağlayıcı bir ifade ve üslupla yasaklanan fiildir. Haram'ın karşıtı olan helal ise dinen izin verilmiş, hakkında şer`î bir yasaklama ve kısıtlama bulunmayan davranışı ve onun dinî hükmünü ifade eder.
Muamelâtla ilgili hükümler: Fıkıh usulü açısından muamelatla ilgili hükümlerde asıl olan taabbud değil, ta`lîldir. Bu yüzden kıyas ve içtihadın en fazla işletildiği alan muâmelât alanıdır.
Nevâzil Fıkhı
Nevâzil, Arapça nâzile kelimesinin çoğuludur. Sözlükte "sonradan meydana gelen, insanlar için zorluk veya sıkıntı doğuran durum" anlamına gelir. Bu kelime, bir fıkıh terimi olarak klasik fıkıhta ve günümüzde sözlük anlamıyla bağlantılı bir şekilde birbirine yakın fakat içerik ve kapsam olarak birbirinden kısmen farklı anlamlarda kullanılmıştır.
Günümüz Fıkıh Problemlerinin Çözümü
Günümüz fıkıh problemlerinin çözümüne yönelik farklı yaklaşımlar, bu konuda dikkate alınması gereken temel esaslar ve bunların çözümüne ışık tutacak bazı fıkıh kuralları bulunmaktadır.
Temel Yaklaşımlar
1. Modernist/tarihselci yaklaşımlar: Köken olarak Batı’ya ait olan bu yaklaşım her şeyin tarihe göre değiştiği ve tarihsel olanın evrensel olamayacağı temel düşüncesine dayanmaktadır. Bu anlayışa göre Kur'ân ve Sünnet nasları da belirli tarihî şartların ürünüdürler ve bu bakımdan tarihseldirler.
2. Yeni selefîci yaklaşımlar: Bu yaklaşım klasik fıkıh birikimi ve geleneğini büyük ölçüde yok sayan veya reddeden bir anlayışa sahiptir. Aslî kaynaklara dönüş çağrısını dillendiren ve ictihada aşırı vurgu yapan bu yaklaşım, fıkıh üretiminin ilk dönemlere gidilerek oradan yeniden başlatılması fikrini savunmaktadır.
3. Gelenekselci/taklitçi yaklaşımlar: Bu yaklaşımların sahipleri, belirli mezheplerin fıkıh eserlerinde yer alan görüş ve açıklamaları çoğunluk itibariyle evrensel ve değişmez hükümler olarak görürler.
4. Akademik yaklaşımlar: Bu yaklaşımlar da klasik fıkıh geleneğindeki yöntem ve görüşlere büyük değer verirler ve günümüz fıkıh problemlerinin çözümünde öncelikle bunlara başvururlar.
Bireysel ve Kurumsal Çalışmalar
Son dönemlerde günümüz fıkıh problemlerinin çözümüne yönelik çok sayı ve nitelikte çalışma yapılmaktadır. Bunlardan bir kısmı bireysel çabaların ürünüdür. Dünyanın her tarafında birçok fıkıh bilgini bu konuları ele almakta ve bunlarla ilgili kişisel görüş ve fetvalarını kamuoyu ile paylaşmaktadır. Bu çalışmalardan önemli bir kısmı kitap olarak da yayımlanmış bulunmaktadır. Bunlar arasında genel olarak birçok güncel meseleye ilgili görüş ve fetvaları bulunan bilginlerden bazıları şunlardır: Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Abdülhalîm Mahmûd, Mevdûdî, Tâhir İbn Âşûr, Mahmud Şeltût, Mustafa ez- Zerkâ, Câdülhak Ali, Ahmed Şerbâsî, Muhammed Salih el-Useymîn, Abdülaziz İbn Bâz, Yusuf el-Karadâvî, Ramazan el-Bûtî, Hayreddin Karaman, Faruk Beşer, Halil Gönenç.
İslâm dünyasının birçok ülkesinde güncel dinî meseleleri görüşüp çözümler ve kararlar üretmekle görevli daimî araştırma merkezleri, fetva kurulları ve akademiler kurulmuştur. Biz burada bunlardan en fazla tanınan birkaç tanesi ile ilgili kısa bilgi vermekle yetineceğiz.
1. Mısır'da Ezher'e bağlı İslâm Araştırmaları Akademisi: 1961 yılında kurulmuştur. Farklı İslâm mezheplerini temsil eden elli üyeden oluşmaktadır.
2. Dünya İslâm Birliği Fıkıh Akademisi: 1976'da Mekke'de kurulmuştur. Başkan ve vekili dışında yirmi üyesi vardır. 1978-1985 yılları arasında gerçekleştirdiği yedi toplantıda önemli konuları görüşüp karara bağlamıştır.
3. İslâm Konferansı Teşkilâtı Fıkıh Akademisi: 1983 yılında İslâm Konferansı Teşkilatı’na bağlı olarak kurulmuştur. Merkezi Suudi Arabistan'ın Cidde şehrindedir.
4. Avrupa Fetva ve Araştırma Kurulu (ECFR): Avrupa'da yaşayan Müslümanların dinî ihtiyaç ve problemlerine çözüm üretmek üzere kurulmuş merkezi İrlanda'nın Dublin kentinde olan bir kuruldur.
5. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın en üst ilim, istişare ve karar organı olan kurul bir başkan ve on beş üyeden oluşur.