GÜZEL SANATLAR - Ünite 6: Heykel Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 6: Heykel

Giriş

Heykel, en eski sanat biçimi olarak kabul edilmiş ve üretildiği her dönemde, içinde bulunduğu uygarlığın kültürünü yansıtan bir sanat olmuştur. Heykelin tanımı, ilk üç boyutlu biçimler ya da figürler yapılmaya başlandığı tarihten günümüze kadar sürekli değişmiştir. Heykel sanatı modern dönem öncesinde her toplumda işlevsel değeri doğrultusunda tanımlanmıştır. Her uygarlık heykel eserlerini kendi kavrayışına göre üretmiştir.

Heykelin Biçimsel Özellikleri

Heykel her sanat dili gibi biçim, öz bütünlüğüdür. Her heykelin görünüşünün ardındaki özü, anlamı, mesajı anlamak gerekir. Heykel, dış görünüşten içe, biçiminden özüne doğru katmanlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla bir heykel; biçimi, hacmi, boşluğu, kompozisyonu, malzemesi, rengi, dokusu gibi özellikleri üzerine kendi argümanlarını sunmaktadır. Bunlar, heykele bir sanat disiplini olarak değer kazandıran temel biçimsel özelliklerdir ve eserin öz anlamını destekler. Doğru biçimsel özellik taşımayan heykel eserlerinin sanat değeri taşıdığı tartışmalıdır. Heykel sanatının ayırıcı özellikleri olan ve anlaşılabilmesi için en gerekli özellikler; kütle- boşluk, ışık-gölge ve doku-ritim ilişkileri olarak ele alınabilir. Heykel her şeyden önce üç boyutu işleyen bir sanat dalıdır. Diğer sanat dallarından farkı, biçimsel özelliklerini temsil ya da yanılsama kullanmadan gerçek bir nesne olarak ortaya koymasıdır. Bir heykel eserinin ilk algılanacak özelliği çevresindeki mekândan ayrılan hacmi olacaktır. Heykelin hacmi çevresindeki boşlukla bir düzen ilişkisi oluşturarak ifade üreten bir araçtır. Büyük kütleler çevresi üzerinde yüce ve ağır bir etki yaratırken ince birimlerden oluşan ve boşluğu daha çok gösteren heykeller incelik ve zarafet etkisi taşıyabilir. Heykel sanatında ışık, sadece görme duyusunun çalışmasını sağlayan bir öge değil, heykel kütlesinin algılandığı temel özelliktir. Heykel eseri üzerine düşen ışığın ve oluşturduğu gölgenin yarattığı hacimler ile tanım kazanır. Heykelin yüzeyine düşen gölgelerin tasarıma biçimsel bir öge olarak katılmasıyla, eserin ifade ettiği içerik tamamen değişebilir. Doku, bir heykel eserinin yüzeyinde sağlanan biçimsel özelliktir. Doku, heykelin hacimsel yapısı üzerinde ritmik olarak tekrarlayan izler olarak da tanımlanabilir.

Heykelin Teknik Özellikleri

Teknik bilgi ve beceri heykel yapımında bir sanatçının ustalığının göstergesidir. Eserlerinde teknik ustalık gösteremeyen bir sanatçı, kendini ifade etme problemi yaşayacaktır. Heykel üretiminde kullanılan başlıca teknikler yüzyıllardır pek az değişiklik göstermiştir. İlkel uygarlıklar, kolaylığı ve çabuk bulunurluğu açısından küçük ölçekli pişmiş toprak heykeller üretmiştir. Teknolojik gelişimlerle birlikte uygarlıklar, büyük boyutlara ve daha kalıcı başka malzemelere yönelmiştir. Heykelin teknik sürecinde Antik Dönemlerden bizlere ulaşan malzeme gelenekleri taş, ahşap ve bronz olmuştur. Heykel yapımında kullanılan her malzemenin kendine has fiziksel özellikleri ve bu özelliklerine uygun araç ve yöntemleri vardır. Heykel eseri üretiminde malzemeye hâkimiyet bir heykeltıraşın zanaatındaki ustalığını gösterir. Malzemenin fiziksel yapısı ile bitmiş heykel arasındaki ilişki uygunluğuna göre görsel bir etki sağlar. Malzemeye göre değişiklik gösteren teknikler; biçimlendirme, yontma (oyma) ve inşa (yapılandırma) olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Heykel yapımının en eski tekniklerinden biri biçimlendirmedir (modelleme). İnsanın, elleri ile kıvamlı çamuru şekillendirmesi tarih öncesi dönemlerde başlamıştır. Biçimlendirme için şekillenebilir (plastik) bir malzeme kullanılır. Malzemeye eklemeler ve çıkarmalar ile verilen biçim, heykeltıraşın tasarımını taşır. Bu yöntemin avantajı, kolaylıkla şekil alabilen malzemelerin kullanımı ile sanatçı tasarımını çok detaylı biçimde gerçekleştirebilmesidir. Yontma da biçimlendirme gibi tarih öncesinden gelen bir heykel yapma tekniğidir. Bilinen en eski heykel eseri, yontu tekniği ile fildişinden yapılmıştır. Sert malzemeye doğrudan uygulanan bu teknik kullanılan malzemeye göre dayanıklı aletler ve ustalık derecesinde teknik bilgi gerektirmektedir. Bu teknik uygulamanın yapıldığı ilk malzemeler taş, ahşap ve kemiktir. 20. yüzyıl sonrasında beton, ytong ve alçı bloklar da yontma tekniğiyle heykel yapımı için tercih edilir olmuştur. Taşın cinsi, mineral yapısı ve sertlik derecesi yontma işlemini kolay ya da zor kılabilir. Taşın oluşum özellikleri, kristal yapısı, parlaklığı, rengi, dokusu bir heykelin biçimlendirme aşamasının yanında tasarım aşamasına da etki eder. Kullanılan kesici ve aşındırıcı diskler, oyma kalemleri, zımparalar ve parlatıcı kimyasallar taş cinslerine göre farklılık göstermektedir. Her biçime rahatça uygulanabilir olan ahşap, Eski Mısır Uygarlığı’ndan beri bütün uygarlıklarda bir heykel malzemesi olarak tercih edilmiştir. Ahşabın coğrafi konumlara göre farklı türleri vardır. Bu farklılık ahşap yontma tekniklerinde de kendini gösterir. Farklı medeniyetler farklı ahşap yontma teknikleri geliştirmiştir. Malzemeleri bir araya getirerek inşa etme yöntemi geleneksel heykel tekniklerinin aksine modern dönemde ortaya çıkan bir tekniktir. Picasso ile başlayan bu yöntem, etrafta bulunan her türlü malzemenin bir tasarım çerçevesinde bir araya getirilmesiyle oluşmaktadır. Picasso’nun “Sanatta soylu soysuz malzeme ayrımı yoktur” deyişi, heykelde geleneksel malzeme geleneğinin sonu olmuştur. Metal heykeller 20. yüzyıla kadar hep döküm tekniği ile yapılmıştır. Ancak Picasso’nun asamblaj (montaj) tekniğinin metal heykel tekniğinde doğrudan kullanma dönemi başlamıştır. Metal ile doğrudan anlatım yöntemi, herhangi bir döküm işlemine gerek duymadan hazır metal parçaları çeşitli teknikler ile birbirine tutturarak form oluşturma işlemidir.

Heykel Sanatı Tarihi

Heykel, toplumların kültürel değerlerini günümüze kadar aktarmalarında bir ifade aracı olmuştur. Heykel sanatının tarihsel sürecine bakıldığı zaman, insandaki doğayı anlama ve anlamlandırma çabasının çağdan çağa, uygarlıktan uygarlığa, nasıl değişim gösterdiği açıkça görülebilir. İlk sanat yapıtı izlerinin bulunduğu ve sanatsal üretimin başladığı dönem ilkel (primitif ) dönemdir. Primitif dönemde yapılan bu sanat nesneleri ile günlük yaşamda kullanılan bir eşya arasında işlev ve yarar bakımından hiçbir fark yoktur. Heykellerde gerçeğe birebir benzerlik aranmamıştır. Yapılış amacına göre heykeller abartılmış ya da sadeleştirilmiştir. Amaca göre vurgulanmak istenen detay üzerinde yoğunlaşılmıştır. Mezopotamya’da heykel; devletin gücünü ve politikasını, tanrıları, siyasal ve dinsel yöneticileri, üst düzey görevlileri, ünlü kişileri betimlemek ve ölümsüzleştirmek amacıyla yapılırdı. Heykeller genelde arkaik dönem özellikleri olan frontal (önden) betimlemeler, simetrik ve katı bir tasvirle beraber geometrik bir düzen içinde yerleştirilmişlerdir. Mısır’da heykeltıraşa “yaşamı koruyan kişi” denmiştir. Heykel de ölümsüzlük için ölen kişinin bedenini ve görüntüsünü koruyan bir araç yani bir nevi ölen kişinin maddi uzantısı olmuştur. Doğa gözlemi ve anatomi konusunda oldukça ileri olan Mısırlı heykeltıraşlar, heykellerde ortak bir biçimsel dil geliştirmiş ve figürleri sosyal statülerine göre ölçeklendirilmişlerdir. Bazı istisnalar dışında Mısır heykeli bir genelleme ve toplumsal organizasyonun bir yansımasıdır. Erkek figürleri; tanrılar, krallar, dinamik bir görünüme sahip genç ve sıradan insanlardan oluşmaktadır. Kadın figürleri diğer figürlerle aynı yapısal özelliklere sahip olmakla birlikte genç, saf ve narin görünümlüdürler. Genellikle çıplak olan çocuk figürleri bazı Tanrı görünümleri dışında minyatür biçiminde belirsiz ve küçüktür. Mısır sanatından etkilenen ve ilk dönem bazı eserlerinde Mısır sanatının izleri olan Antik Yunan heykel sanatı M.Ö. 2000’lerden başlayarak Roma egemenliğine kadar devam etmiştir. Arkaik Dönem, Klasik Dönem ve Helenistik Dönem olarak başlıca üç dönem olarak kabul edilir. Arkaik Dönem Yunan heykelinde ‘kuros’ ve ‘kore’ olarak adlandırılan heykeller görülmektedir. Genç bir tanrının ya da savaşçının temsili olan bu heykeller; hareket ve ele alınışlarıyla Mısır heykelinin izlerini taşımaktadır. Klasik Dönem’le birlikte gerçekliğin içerisindeki ideal güzellik arayışını benimsemiştir. Demokrasiye dayanan Antik Yunan kültürü insan biçimini ideal güzellik olarak kabul etmiştir. İnsanlarda var olan kusurları heykellere aktarmayan heykeltıraşlar, kendilerine konu olarak kusursuz vücudu olan, idealize edilmiş insan görünümünü seçmişlerdir. Tanrıların tasviri dahi idealize edilmiş insan figürleri olarak ele alınmıştır. Helenistik Dönem’le birlikte heykellere konu olan tanrılar ve kahramanlar günlük yaşamda yer alan insanlar gibi betimlenmiştir. Yunan felsefesindeki ünlü ‘insan her şeyin ölçüsüdür’ sözü aynı zamanda tanrılara da uygulanmaktadır. Tanrısallaşan bu heykellerde kusursuz ölçüler kullanılarak neredeyse hareket edeceklermiş gibi canlı ve gerçekçi bir etki oluşturulmuştur. Kaynağı Yunan ve Roma sanatı olan Rönesans; sanat ilkeleri, yöntemleri ve pek çok orijinal yenilik bakımından güçlü ve zengin bir sanatsal süreç geçirmiştir. Bu yeniliklerden en önemlilerinden biri Brunelleschi’nin perspektif tekniğini bulmasıdır. Rönesans heykeli Antik Yunan heykellerinin biçimsel özelliklerini temel almış ve onları ilerletmiştir. Rönesans heykelindeki biçimsel arayışlar Yunan sanatındaki güzellik ideali, ahenk ve doğal gerçeklik unsurlarını tekrar gündeme getirmiştir. Antik Yunan ve Roma’da mimarinin bir parçası olma zorunluluğu ve bir süsleme ögesi olarak mimarinin bir unsuru olan heykel, Rönesans heykelinde de aynı özellikleri göstermiştir. İnsan bedenini bu gerçeklik anlayışı ve duyarlılıkla ele alan sanatçılardan Donatello ve Michelangelo örnek olarak verilebilir. Donatello, Roma sanatından sonra ilk nü (çıplak figür) heykeli yapan heykeltıraş olmuştur. Donatello’nun Davut heykeli hem çıplaklık hem de vücudun duruşundaki ‘S’ kıvrımı ile Yunan heykeline gönderme yapmaktadır. Michelangelo ise Rönesans’ın olgunluk çağını yansıtan bir sanatçı olmuştur. Michelangelo resim ve heykel alanında eşsiz eserler vermiştir. Her şeyden önce bir anatomi ustası olan Michelangelo Rönesans heykelini derinden etkilemiş, Yunan ve Roma sanatının ideal güzellik anlayışını ve mermerdeki teknik becerisini en üst seviyeye taşımıştır. Rönesans’ın Antik Yunan’dan gelen klasik kuralları katı şekilde kullanmasına karşı çıkan sanatçılar eserlerinde ince deformasyonlara yer vermeye başlamıştır. Bu hareket Maniyerist (Üslupçuluk) Dönemi olarak adlandırılmıştır. Bu dönemin en önemli heykeltıraşı Giovanni Bologna’dır. Sanatçı heykellerinde konuyu önemsememiştir. Biçimi kompozisyon içinde etkisini arttıran ve artı değer yükleyen bir eleman olarak ele almıştır. Maniyerizmin Rönesans’a tepkisiyle başla yan süreç Barok Dönemi’ni hazırlamıştır. Barok Rönesans’ın geometriye dayanan katı ve kuralcı tutumuna karşı bir çıkıştır. Doğa gözlemine dayanan, ayrıca sanatçının hayal gücünün de heykellere yansıdığı bir dönem olmuştur. Bu dönemin yetiştirdiği en önemli heykeltıraş Bernini’dir. Üretken bir sanatçı olan Bernini’nin hareketli heykel gruplarına Roma meydanlarındaki çeşmelerde rastlanır. Sanatçı aynı zamanda büst ve portrecilikte de yetkinliğe ulaşmış önemli bir heykeltıraştır. Modernizmin bir dönem olarak başladığı kabul edilen 19. yüzyıl, sanat tarihi açısından da bir devrimler yüzyılı olmuştur. Romantizm akımıyla başlayan bu dönemde Empresyonizm (İzlenimcilik), Ekspresyonizm (Dışavurumculuk), Kübizm, Fütürizm (Gelecekçilik), Konstrüktivizm (İnşacılık), Dadaizm, Sürrealizm (Gerçeküstücülük), Soyut Ekspresyonizm, Pop-sanat, Minimalizm, Kavramsal Sanat gibi akımlar kısa süreler içerisinde birbiri ardına bazen birbirlerinden beslenmiş bazen de birbirlerini yıkmak için çıkmışlardır. 18. yüzyıl son çeyreğinde başlayan ve 19. yüzyıl boyunca süren romantizm, neo-klasikçilik akımına karşı bir tepki olarak çıkmıştır. Romantik sanatçılar Avrupa’da süregelen katı sanat anlayışına, kurallara, geleneklere ve akademilere karşı bir tutum sergilemiştir. Modern sanatta bir dönüm noktası olan İzlenimcilik (Empresyonizm) ismini ressam Monet’nin “İzlenim (Gün Doğumu)” adlı resminden almıştır. 1860 yılında doğan sonrasında da Fransa’ya yayılan sanat anlayışıdır. Bütün sanat dallarını, özellikle de resim sanatını kökten bir değişime uğratmıştır. İzlenimciliğe göre bir sanatçı doğayı olduğu gibi aktarmamalıdır. Doğadaki canlıların ya da nesnelerin sanatçı üzerinde bıraktığı etkileri yansıtmalıdır. İzlenimciliğin dış dünyaya bağlı kalma durumuna bir tepki olarak 20. yüzyılın ilk yıllarında dışavurumculuk (Expresyonizm) akımı ortaya çıkmıştır. Plastik sanatlarla birlikte müzik ve edebiyat alanında etkisini gösteren bu akımın kaynağı Almanya’da kurulan “Der Blaue Reiter (Mavi Süvari)” grubudur. Kübizm akımı 1906-1920 yılları arasında etkisini göstermiştir ve İzlenimciliğin açtığı yolu ilerletmiştir. Kübizmin başlangıcı Cézanne’ın doğa biçimlerini geometrik çözümlerle yorumladığı resimlerine kadar uzanır. Görünen dünyanın duyusal bir dünya olmaktan çıkarılıp düşünülen ve yeniden kurgulanan bir doğa hâline dönüştürülmesini ifade eder. Pablo Picasso ve Jaqcues Braque bu akımın kurucu sanatçıları olarak kabul edilirler. 20. yüzyılda Avrupa’daki toplumsal düzene ve bu düzenin ürünü olan modern sanata kökten karşı çıkan Dada akımı, I. Dünya Savaşı sırasında 1916 yılında Zürih’te başlatılmıştır. Dada, I. Dünya Savaşı’nın ve Sovyet Devrimi’nin yıkıcılığını eleştiren ve modern toplumu reddeden bir isyan niteliğindedir. “Dada” kelimesinin belirli bir anlama gelmemesi de bu grubun sanatın anlamsızlığına dair inancının bir işaretidir. 20. yüzyılın başlarındaki modern hareket içinde pek çok sanat akımının çıktığı ortamda bu akımlarla bağdaşmayan ya da bu akımlara dâhil edilseler bile bireysel çalışmalarıyla akımların önüne geçen heykeltıraşlar çıkmıştır. Constantin Brancusi, Hans Arp, Henry Moore, Alberto Giacometti, Barbara Hepworth, Alexander Calder, Louis Bourgeois gibi heykeltıraşlar modern heykelin bireysel temsilcileri olarak ön plana çıkmışlardır. Anadolu toprakları birçok uygarlığa ve kültüre ev sahipliği yapmıştır. Geçirmiş olduğu tarihsel süreçte bu medeniyetlerin bıraktığı kültür mirasları günümüzde önemli bir tarihsel zenginlik sunmaktadır. Bu kültürel geçmişe ve zenginliğe rağmen sanatın geçirmiş olduğu evrim Avrupa ülkelerindeki gibi geleneğe bağlı bir gelişim süreci göstermemiştir. Bunun iki temel sebebi vardır: Birincisi önemli bir bölümünün göçebe yaşadığı Türk toplumunun yaşam anlayışında kalıcı herhangi bir eser bırakma alışkanlıklarının olmaması, ikincisi ise İslamiyet’in kabul edilmesiyle tasvir yasağının konması ve insan ya da hayvan tasvirinin yasaklanmasıdır. Bu sebeplerden dolayı Tanzimat Dönemi’ne kadar, geleneksel taş yontuları hariç, Türk heykel sanatıyla ilgili herhangi bir bilgi ya da kalıntı bulunmamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda yüzyıllar süren bu yasak 1871 yılında Sultan Abdülaziz’le bir dönüm noktası yaşamıştır. Bir Avrupa gezisi sonrasında kendi büstünü ve heykelini yaptırmak için sipariş vererek Osmanlı Dönemi’nde heykelle ilgili ilk adımı atmıştır. Türk heykeli adına örneklerden sonra heykel sanatıyla ilgili en önemli adım 1882’de daha sonraları Devlet Güzel Sanatlar Akademisi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak yeniden adlandırılan, Sanayi-i Nefise Mektebinin kurulması olmuştur. Batılı anlamda eğitim veren ilk kurum olan Sanayi-i Nefise mektebinin ilk heykeltıraşı Roma’da eğitim almış olan Yervant Osgan Efendi’dir. Sanayi-i Nefise’ye öğrenci olarak giren ve Yervant Osgan Efendi’den sonra heykel bölümünü yöneten heykeltıraş İhsan Özsoy’dur. 1882’den 1923’e kadar buradan yetişen ve isimlerinden söz ettiren heykeltıraşlar İhsan Özsoy, İsa Behzat, Mahir Tomruk ve Nejad Sirel’dir. Bu sanatçılar II. Dünya Savaşı’ndan Türkiye’ye kaçan Rudolf Belling eğitim vermeye başlayana kadar hocalık yapmışlardır.