HUKUK SOSYOLOJİSİ - Ünite 7: Sosyal ve Hukuki Bir Olgu Olarak Mülkiyet Özeti :

PAYLAŞ:

Ünite 7: Sosyal ve Hukuki Bir Olgu Olarak Mülkiyet

Giriş

Sadece insanla nesne arasındaki ilişkileri değil, insanla insan arasındaki ilişkileri de kapsayan geniş ve karmaşık bir kavramı ifade eden mülkiyet; kişilik, güç ve kontroldür. Kişiliktir çünkü bizler bireysel veya toplumsal olarak kim olduğumuzu sembolize etmek, tanımlamak ve ifade etmek için mülkiyeti kullanırız. Tüm bunların yanında mülkiyet, bize sahip olduklarımız üzerinde tüketme, tasarruf etme ve daha da önemlisi, diğerlerini dışlama hakkı verdiği için kontroldür. Bu yanlarıyla mülkiyet bireysel bir olgu olduğu kadar sosyal bir olgudur da. Ayrıca mülkiyet, hukuki bir kavramdır zira birçok ülke mevzuatında mülkiyetle ilgili normlar yer almakta ve İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Korumaya Dair Avrupa Sözleşmesi gibi birçok uluslararası sözleşme mülkiyeti koruma altına almaktadır. Tüm bu yönleriyle hem hukuki hem de sosyal bir olgu olmasından ötürü mülkiyet, hukuk sosyolojisi kapsamında incelenmesi gereken kavramlardan biridir.

Mülkiyetin Psikolojisi

İnsan yaşamının devamı su, ekmek ve barınmanın mevcudiyetine bağlıdır. Bunlar, bütün insanlar tarafından yaşamlarını devam ettirmek için talep edilmektedir. Eğer herkes tarafından talep edilen bu nesne ve kaynaklar, kıtlığa düşerse ya da kıt olanlar, talep edilmeye başlanırsa; mülkiyet doğacaktır. Kısaca talep ve kıtlık, mülkiyetin ortaya çıkışı için zaruridir. Mülkiyetin ortaya çıkması için; söz edilen koşullardan sadece biri yeterli değildir. Ancak anılan iki koşul (talep ve kıtlık) birlikte mevcut olduğunda mülkiyetten bahsedilebilecektir. Talep ve kıtlığın yanında insanın ruhi yapısı da mülkiyetin doğuşunda etkili olmuştur. Mülkiyetin temelinde sahip olma duygusu yer almaktadır. Araştırmanın sonuncunda; sahip olma duygusu ve sahip olmaya yönelik insan davranışlarının, insan faaliyetlerinin çok büyük bir kısmının merkezinde yer aldığı ve sahip olma duygusunun bebeklikte ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Ayrıca ailenin ve sosyal çevrenin, sahip olma duygusuyla baş ediş yollarının, çocuğun fiziki ve zihinsel gelişiminde önemli rol oynadığı da açığa çıkarılmıştır. Sahip olma duygusu, insan doğasında yer almakta, insanların kişiliklerini oluşturmada ve diğer insanlarla ilişkilerini belirlemede etkili olmaktadır. Bu yönüyle mülkiyet, duygusal, fiziksel, iktisadi, eylemsel, hukuki ve sosyal bir gerçeklik olma niteliği taşımaktadır.

Tarihsel Süreçte Mülkiyetin Görünüş Biçimleri

Mülkiyet, hakkın konusuna (gayrimenkul-menkul), hak sahibinin niteliğine (kamu mülkiyeti-özel mülkiyet) ve hak sahibinin adedine (tek başına mülkiyet-birlikte mülkiyet) göre çeşitli şekillerde tasnif edilebilir. Yapılan bu tasniflere, kolektif (ortak) ve ferdi mülkiyet ayrımı da eklenmelidir. Kolektif mülkiyet belirli bir insan topluluğunun geçmiş ve gelecek nesillerinin birlikte mülkiyetini ifade eder. Kolektif mülkiyette topluluktaki bireylerden birinin ölümü, mülkiyeti sonlandırmaz. Aksine, ölenin mirasçıları herhangi bir hukuki işleme gerek kalmadan kolektif malik olur. Kolektif mülkiyet olmayan ve söz konusu edilen diğer tüm tasniflerde yer alan tüm mülkiyet türleri ise; ferdi mülkiyettir. İlkel toplumdan günümüz toplumuna dek kimi zaman kolektif kimi zamansa ferdi mülkiyet ön planda olmuştur.

İlkel Toplumlarda Mülkiyet: Fransız felsefeci, sosyolog ve antropolog Lucien Levy-Bruhl’a göre ilkel topluluklarda toprağın mülkiyeti ve ferdi mülkiyet çok az meta üzerinde söz konusu olmuştur. Yani birkaç ufak eşya dışındaki her şey kolektif mülkiyetin konusudur. Örneğin toprak, tüm topluma yani yaşayanlar ve ölülerin tamamına ait kabul edilmiştir. Bu inanışın bir sonucu olarak, yaşanılan bölge ya da onun herhangi bir parçası bir başkasına satılamamış veya bırakılamamıştır. Ayrıca ziraat, toplama veya avcılık için kullanılan eşyalar da ortak mal kabul edilmiştir. İlkel toplumlarda insanların vücutlarının saldığı, salgıladığı veya dışarıya attığı her şey, vücudun her parçası ve üzerinde kişisel mülkiyetin belirginleştiği özel eşyalar bireylere aittir.

Antik Yunan ve Roma’da Mülkiyet: Antik Yunan’da, din, aile ve mülkiyet üç önemli sosyal olgudur. Bu üç sosyal olgu da karşılıklı bir ilişki içindedir. Ocak, yerleşik yaşamın simgesidir ve bir kere yerine konduktan sonra; ailenin sürekli yaşadığı yer, onun olduğu alan olacaktır. Yaşanılan bu yer artık bütün ailenin kolektif mülkiyetindedir. Kolektif mülkiyet, ailenin yalnız yaşayan üyelerini değil, ölülerini ve doğacak olanları da kapsayan bir nitelik taşımaktadır. Ayrıca bu toplumlarda mülkiyetin konusunun yalnızca eşyalar değil, insanlar da olabilir. Mülkiyet konusu olan insan yani köle, babadan oğula; ölenden varisine geçebilmiş ve köleler, taşınır ve taşınmaz olarak ikiye ayrılmıştır. MÖ VI. yüzyıldan başlayarak, ticaretin gelişmesiyle, aile mülkiyeti hakkındaki inançlar zedelenmiş ve aile mülkiyeti dinsel güç olma özelliğini kaybetmiştir. Bu vesileyle ferdi mülkiyet ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak; Antik Yunan’da kısa bir sürede aile mülkiyetinden ferdi mülkiyete geçilmiştir. Roma’da ilk mülkiyet, Antik Yunan’da olduğu gibi her ailenin; kendi evi, hayvanları, tarlası ve kutsal ocağının tüttüğü yeri üzerindeki aile mülkiyetidir. Ayrıca Antik Roma’da da, Antik Yunan’da olduğu gibi dini bazı inanışlar mülkiyet anlayışında etkili olmuştur. Fakat hayli kalabalıklaşan ailelere üzerinde yaşadıkları “heredium” yetmez olunca, kolektif mülkiyet ortaya çıkmıştır. Agerpublicus adını taşıyan arazi üzerinde çıplak mülkiyet devlete ait olmuş, fakat kişiler bu toprakları kullanmış ve yararlanmıştır. Kabileler kalabalıklaştıkça, kolektif mülkiyetin sakıncaları ortaya çıkmış ve her ailenin çalıştığı toprak üzerinde kullanım hakkına sahip olduğu kabul edilmiştir. Dolayısıyla ekilen arazi de aile mülkiyetine girmiştir. Roma İmparatorluğu’na fethedilen toprakların eklenmesiyle, mülkiyet konu bakımından genişlemekle kalmamış, mülkiyetten yararlanan kişilerde de bir artış söz konusu olmuştur. Mülkiyetin konusunun ve mülkiyetten yararlananların genişlemesi, aile mülkiyeti ile kolektif mülkiyetin yerini ferdi mülkiyetin alması sonucunu doğurmuştur. Fakat belirtilen bu gelişmeler mülkiyetin eşit olarak dağıtıldığı izlenimi vermemelidir. Zira insanlar arasındaki zenginlik farklılıkları, Roma’da kölelerin de katıldığı iç ayaklanmaların nedeni olmuştur. Bu çatışmaların nedeni olan eşitsizlik, öyle bir hal almıştır ki; önce Cumhuriyet, daha sonra tüm Roma İmparatorluğu parçalanmıştır.

Orta Çağ’da Mülkiyet: Orta Çağı anlamak için kullanılan temel kavramlardan biri, “feodalite (derebeylik)”dir. Feodalite hem zaman, hem de coğrafya olarak tüm Orta Çağı kapsamamakta fakat var olduğu zamanlarda; ülkelerdeki iktisadi, sosyal ve hukuki açıdan etkili olması nedeniyle önem arz etmektedir. Feodal düzende, serfler, senyörler, vasallar, Kilise ve kral olmak üzere beş toplumsal sınıftan söz edilebilir. Kilise, Hristiyanların bağışları ve toplanan sadakalarla, Avrupa’nın farklı yerlerinden toprak satın almış ve hatta İtalya’nın neredeyse tümünün maliki olmuştur. XI. yüzyıldan başlayarak, ekonomik hayatın canlanmaya başlanması ile birlikte kapalı tarım ekonomisinden çıkılmış, ticaret ve el sanatları önem kazanmaya başlamıştır. Paranın hakim olduğu hareketli bir pazar ekonomisine doğru bir geçiş başlamıştır. Bunun sonucunda; girişim serbestliği, kişi özgürlüğü ve ferdi mülkiyet önem kazanmıştır. Kurulan yeni şehirlerde yeni bir sosyal sınıf doğmuş ve bu sınıf burjuvazi adını almıştır. Burjuvazi, girdiği sınıf mücadelelerinden galip çıkarak, iktisadi gücünü siyasi alanda kazandığı güçle pekiştirmiş ve başta ferdi mülkiyet olmak üzere birçok hakkını güvence altına almayı başarmıştır. Burjuvazi, yeni gelişen ulus devletlerde soyluların eski ayrıcalıklarını teker teker ellerinden almıştır. XIV ve XV. yüzyıllarda, ulusal ve uluslararası ticaret, süratli bir gelişme göstermiş ve sermayenin endüstrideki önemi gittikçe artmıştır. Yeni ülkelerin bulunması, bunların sömürge durumuna getirilmesi, denizaşırı ticaretin ilerlemesi ve özellikle Amerika Kıtası’ndan Avrupa’ya çok miktarda altın ve gümüş madeninin getirilmesi, ticaret hayatının gelişmesi ve değişmesinde etkili olmuştur.

Yeni Çağ’da Mülkiyet: XVI. yüzyılın başlarında ticaretin gelişmesi ve tarıma ilginin azalmasıyla çiftçinin durumu hızla kötüleşmiştir. Ekonomik hayattaki gelişmeler Orta Çağın sınıf yapısını etkilemiş, yoksul sınıflar daha da yoksullaşmış, orta sınıfın az gelirli zümresinin ekonomik durumu sarsılmış, küçük aristokrasi buhran içine girmiştir. Bu yüzyılda sermayenin, piyasanın ve rekabetin rolü daha önce hiç olmadığı kadar önemli hale gelmiştir. Aynı zamanda, modern kapitalizmin gerekli bütün unsurları ortaya çıkmıştır. Ayrıca XVI ila XVII. yüzyıla kadar olan süreçte, Otuz Yıl Savaşları Westphalia Antlaşması’yla son landırılmış ve modern devletin toplum sözleşmesi kuramı ile temelleri atılmıştır. Tüm bunların yanında Reform’la birlikte mülkiyet, teolog düşünürler tarafından gerekli bulunmuş ve hatta dini açıdan temellendirilmeye başlanmıştır. XVIII. yüzyıl ise Aydınlanma Çağ’ı olarak adlandırılmaktadır. Zira bu yüzyılda bilim, felsefe, ekonomi, sosyoloji ve hukuk gibi birçok alanda bugün dahi önemini ve geçerliliğini sürdüren gelişmeler yaşanmıştır. Aydınlanma düşünürleri mülkiyet dahil olmak üzere toplumsal sözleşme, doğal hukuk, hak, özgürlük gibi birçok kavramı tartışmış ve incelemiştir. Aydınlanma düşünürleri, ortaya koydukları düşüncelerle Fransız Devrimi’ni hazırlamıştır. 1789 yılında yayımlanan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde ise ferdi mülkiyet, insanın doğuştan sahip olduğu bir hak olarak kutsanmıştır.

Günümüzde Mülkiyet: Bugün mülkiyetin özel bir biçimi olarak fikri mülkiyet karşımıza çıkmaktadır. XIX. yüzyılda, teknolojik gelişmeler nedeniyle hızla artan icatların korunmasına yönelik mucitler tarafından patent uygulamaları kapsamında fikri mülkiyet hakları dile getirilmeye başlamıştır. XX. yüzyıl başlarında ise, kapitalizmin gelişmesi ve büyük şirketlerin ortaya çıkmasıyla birlikte, fikri mülkiyet hakları eser sahipleri ya da mucitlerin olduğu kadar şirketlerin de takip ettikleri bir konu halini almıştır. Fikri mülkiyet haklarının temel bir ticari kaygı şeklini alması küresel kapitalizmin 1980’lerde başlayan dönüşümünde ortaya çıkmıştır. Bugünün küresel dünyasında, fikri mülkiyet, sadece bireysel haklar açısından önem arz etmemekte, büyük şirketler açısından da sağladığı yenilik ve yaratıcılıkla, sürdürülebilir gelişme ve ekonomik kalkınmanın temelini oluşturmaktadır.

Mülkiyetin Sosyal Yönü

Aydınlanma Çağı’ndan itibaren mülkiyet teorileri kökleri doğal haklar doktrinine odaklanmıştır. Bu doktrin çerçevesinde insanların Tanrı tarafından donatıldıkları dokunulamaz, mutlak, vazgeçilmez ve devredilemez hakları olduğu kabul edilmiştir. 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ve Napolyon Kanunu gibi düzenlemelerde yer aldığı şekliyle mülkiyet, sübjektif, kesin ve mutlak bir haktır. Kullanma, yararlanma ve istendiği zaman elden çıkarmayı kapsayan bu hak, insan iradesinin özerkliği ile kişi bağımsızlığının mükemmel bir tezahürüdür. Mülkiyetin sağladığı bu yetkilere rağmen malik isterse sahip olduğu şeyi kullanmaz, ondan yararlanmaz ve elden de çıkarmaz. Her ne kadar doğal haklar doktrini baskın olsa da mülkiyetin sadece bireye yani malike fayda sağlayan sübjektif bir haktan öte topluma fayda sağlaması gereken sosyal bir olgu olduğu görüşü de ileri sürülmüştür. Bu görüşün ilk sahibi olarak Antik Yunan düşünürü Aristoteles gösterilebilir. Mülkiyetin sosyal bir fonksiyonu olması gerektiğine vurgu yapan bir diğer düşünür, Auguste Comte’dur. Comte’a göre mülkiyet, doğası gereği sosyaldir ve kontrolü gerektirir. Birçok modern hukukçu, iyi ya da kötü kullanımdan bağımsız olarak mülkiyetin mutlak bir hak olduğunu iddia etmektedir. Ayrıca mülkiyetin sadece malike fayda sağlayan mutlak bir hak olduğuna ilişkin söz konusu bu iddia, Comte’a göre, anti-sosyal niteliktedir. Zira mülkiyet, toplumsal dayanışma için her zaman gereklidir ve bu yüzden tamamen ferdi olarak nitelendirilemez. Duguit’ye göre mülkiyetin sübjektif bir hak olduğu iddiası, tamamen metafiziktir ve pozitivizme aykırıdır. Bunun yanında mülkiyetin ferdiliğinin kabul edildiği hukuksal sistemler, terk edilmeye başlanmıştır. Çünkü bu sistemler, sadece bireyleri koruma eğilimindedir. Oysa bugün insan amaç değil, araçtır. Oysa sosyal bilincin baskın olduğu modern dünyada sosyal dayanışma egemendir ve özgürlük bireyin bu dayanışmayı arttırmaya yönelik bir görevi haline dönüşmüştür. Aynı şekilde mülkiyet de malik için sosyal dayanışmayı desteklemek ve arttırmak için kullanması gereken objektif bir görev ya da yükümlülük olarak görülmelidir. Toplumdaki her birey, belli bir işlev yerine getirme göreviyle donatılmıştır. Servet sahibi de sahip olduklarından dolayı onunla aynı servete sahip olmayanların yerine getiremeyeceği bir göreve sahip olmalıdır. Servet sahibi kendi sermayesini koyarak toplumun refahını arttırabilir. Böylece mülkiyet, malikin sübjektif ve mutlak bir hakkı olmaktan çıkacak ve sosyal bir fonksiyon kazanacaktır. Duguit’ye göre böyle bir sistemde ferdi mülkiyet asla yok olmayacak aksine öncekine nazaran daha çok korunacaktır. XXI. yüzyılda mülkiyetin, sosyal bir fonksiyonu olması gerektiği düşüncesi daha sık dile getirilmeye başlanmıştır. Mülkiyet konusundaki eserleriyle tanınan Hanoch Dagan’a, göre mülkiyet doğal hak gibi tek yönlü bir formülle açıklanamaz. O’na göre mülkiyet, birçok kurumun toplamından oluşan bir şemsiyedir. O’na göre mülkiyete dair hukuki metinler, malik ve diğerleri arasındaki ilişkileri düzenlediği kadar çeşitli paydaşlar arasındaki ilişkileri de düzenlemektedir. O’na göre mülkiyetin anlamı kaynakların türüne (arsa, telif, patent, su gibi) ve toplumsal yapıya (aile, komşuluk, el birliği ile mülkiyet gibi) göre değişiklik göstermektedir. Her bir mülkiyet kurumu toplumsal yapıya en uygun mülkiyet değeriyle (otonomi, fayda, emek, kişilik, toplum ve dağıtıcı adalet), eşleştirilmek için tasarlanmıştır. Bir diğer önemli isim, Gregory S. Alexander’dır. Alexander “insani gelişim temelli sosyal-yükümlülük” teorisinde herkesin insan gelişimi için gerekli olan imkanların arttırılmasına dair bir yükümlülüğü olduğunu ifade eder. Bunun özellikle malikler açısından önemli sonuçları vardır. Eğer böyle bir yükümlülüğünün varlığı kabul edilirse ve böyle bir yükümlülükten fazla kaynağın paylaşımı anlaşılırsa bu durumda diğerlerinin gelişimi arttırılmış olacaktır. Sonuç olarak bugün mülkiyetin sosyal bir fonksiyonu olması gerektiğine dair birçok teori mevcuttur ve hepsi sosyal bir olgu olan mülkiyetin, sadece ferdi açıdan değerlendirilemeyeceği konusunda hemfikirdir.