HUKUK TARİHİ - Ünite 4: İslâm Hukuku Özeti :
PAYLAŞ:Ünite 4: İslâm Hukuku
İslâm Hukukunun Hususiyetleri
İslâm hukuku, ilahî menşeli hukuk sistemleri (şeriat) grubuna girer. Esasını da Müslümanların mukaddes kitabı Kur’an-ı kerîm ile Hz. Muhammed’in koymuş olduğu hükümler (nasslar) teşkil eder. İslam hukukunun dini menşeili olması hukuki müeyyidelerinin hem dünyevi hem de uhrevi olması sonucunu doğurur. İslam hukuku dini menşeili olması sebebiyle Müslüman kişiler bu hukuk sisteminin cari olmadığı ülkelerde yaşasalar dahi onun hükümleriyle bağlıdırlar. Ayrıca bu hükümlerinin icrasının mutlaka din adamlarınca da yapılmasını gerektirmez.
İslâm hukuku, müstakil ve kendine has bir hukuk sistemidir. İslâm hukukunun kaynakları ilahîdir. Ancak hukukun genel ilkelerine aykırı olmayan örf ve adetler hukuk kaynağı olarak kabul edilmiştir.
İslâm hukuku belirli bir zaman veya mekân ile kayıtlı olmayarak bütün insanlığa hitap eder. Bu nedenle İslam hukuku umumidir.
Bütün hukuk sistemlerinde hukukî hükümleri ortaya koyan otorite, bunları değiştirerek yerlerine yenilerini getirmeye salahiyetlidir. Hatta hukukun kaynağının örf ve adet olduğu yerlerde dahi bunun değişmesi mümkündür. Ancak menşei ilâhî olduğu için İslâm hukukunun hükümleri devamlıdır. Ancak, İslam hukuku hükümleri asla değişmez, donuk, statik kaideler de değillerdir. İkincil prensipler her zaman değişebilir.
İslam hukuku bir hukukçular hukukudur. İslâm hukukunun kaynakları, Kur’an ayetleri ve Peygamberin sözleri, esas itibariyle hukukçuları muhatap almaktadır. Bir başka deyişle, bu kaynakları tefsir edip bunlardan hüküm çıkarabilme salâhiyeti, ancak bu ilmî mahareti kazanmış hukukçulara yani müctehidlere tanınmıştır. Böylece İslâm hukuku denildiğinde, İslâm hukukçularının, İslâm hukuk kaynaklarını tefsir yoluyla elde ettikleri hükümler (içtihatlar) anlaşılır. Bunların içtihatlarıyla tespit ve tedvin ettikleri hükümlerin hepsine fıkh , bu işi yapana da fakih denir. Fıkh, İslam hukuku kavramından daha geniştir. İbadetleri, hatta inanç esaslarını da içine alır.
İslâm hukukunun ana kaynakları (delilleri) kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Bu kaynaklardan, müctehid hukukçular, usûl-i fıkh (hukuk metodolojisi) yardımıyla hükümler çıkarmış ve bunları mesele mesele kitaplara geçirmişlerdir. Böylece İslâm hukuku meseleci, yani kazuistik bir şekil almıştır. İslam hukuku meseleci bir hukuk sistemi olmakla beraber, her hukuki müessese için ortak esaslar belirlemeye elverişlidir. Hukukçuların hukuki hükümler için belirledikleri ortak hususları tespit ettikleri genel prensiplere kavaid-i külliye adı verilir.
İslâm Hukukunun Kaynakları
İslâm hukukunun kaynakları (delilleri), hukukî hükümlerin çıkarıldığı kökleri ifade eder. Aslî kaynakların başında Kitap, yani Kur'an-ı kerîm gelir. Onu Hz. Muhammed’in sünneti, ümmetin icmaı (görüş birliği) ve fakihlerin kıyası takip eder. Kaynakları değerlendirme ehliyetine sahip olan İslam hukukçusu hukuki bir meseleyi çözerken önce Kuran’a, burada hüküm bulunmaması halinde peygamber sünnetlerine, burada da bulamaması halinde kendinden önceki hukukçuların icmalarına ve icmanın da bulunmaması halinde kıyas yapar ve meseleyi çözer.
Kitap: Kur’an-ı Kerîm : Müslümanların mukaddes kitabı olan Kur’an, müstakil bir hukuk kitabı olmamakla beraber, bir kısmı, ahkâm âyetleri de denilen hukukî hükümlere dairdir. Kur’an’da 114 sure ve 6236 âyet vardır.
Sünnet-i Nebevî : Sünnet, kelime anlamıyla yol; terim olarak ise Hz. Peygamber’in yapılmasını emredip övdüğü yahut yaptığı veya yapılırken görüp de mâni olmadığı işlere denir. Hz. Peygamber’in sünnetini nakleden söze Hadîs-i şerîf (kutlu söz) denir.
İcmâ : Toplama anlamına gelen icmâ, terim olarak bir asırda bulunan müctehid hukukçuların bir işin hükmünde ittifak etmeleri demektir. Meşru oluşu hadislerle sabittir.
Kıyas : Kıyas, bir şeyi bir başka şeye benzetmek; terim olarak ise hükmü âyet ve hâdisten anlaşılmayan bir şeyin hükmünü, bu şeye benzeyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir. İslam hukukunun bu dört asli kaynağı dışında feri kaynaklar da denilen sahabi kavli, istihsan, örf ve adet, maslahat-ı mürsele gibi ikincil kaynakları da vardır.
İslâm Hukukunun Kaynaklarının Değerlendirilmesi
İctihad : İslâm hukukunun delillerini hakkıyla anlayıp hükme esas alabilme kabiliyetine ictihad, bunu yapabilene de müctehid denir. Müctehid olabilmek için, âlet ilimleri de denilen 12 Arapça ilmini (gramer, edebiyat, mantık vs.) ayrıca Kur’an kıraat ve tefsirini; sünneti, kitap ve sünnetteki neshleri; icmâ olunmuş meseleleri; önceki hukukçuların kıyaslarını; ayrıca ictihad usullerini iyi bilmek gerekir. Müctehid hukukçular, önlerine gelen meselelerde, bütün bu delilleri tefsir eder ve bunlardan hukuk normunu elde eder. Bir müctehide uyan kimseye mukallid denir.
Fetvâ : İslâm hukukuna dair bir meselenin hükmünü bildiren hukukçu görüşüdür. Fetvâ verene müftî (müftü) denir. Fetvâ, sual ve altında müftünün cevabı olmak üzere iki kısımdan oluşur. Fetva ile yargı arasında farklar vardır. Fetvalar devlet başkanının uygun görmesiyle kanun hâline getirilebilir.
Resmî Tedvin : İslâm hukuku, bir hukukçular hukuku olduğundan, hükümleri, başka hukuk sistemlerinde olduğu gibi salahiyetli makamların çıkardığı kanunlarla tespit edilmiş değildir. Ancak hükümdar, şer’i hukukun hükümlerini kısmen veya tamamen kanun hâline getirebilir. Hukuk tarihinde, buna teşebbüs eden hükümetler olmuş, ancak şer’i hukukun kanun hâline getirilmesine en çok Osmanlılarda rastlanmıştır.
İslâm Hukukunun Tarihî Devreleri
Hz. Peygamber Devri : İslâm hukukunun teşekkül tarihinde en mühim devir Asr-ı Saadet de denilen vahiy devridir. İslâm hukukunun aslî kaynakları olan Kur’an’ın indiği ve Hz. Peygamber’in emir ve yasaklar getirdiği devirdir. İslam hukukunun açıklayıcısı olan Hz. Muhammed 571 yılında Mekke’de dünyaya gelmiş ve 40 yaşında iken kendisine ilk vahiy inmiş ve peygamber olduğu bildirilmiştir. Peygamberin vahye muhatap olduğu 23 yılın 13 yılında gelen ayetlerin neredeyse tamamı inanç esaslarına ilişkindir. Hz Peygamber ile Medine’de yaşayan Araplar ve Yahudiler arsasında imzalanan Medine Vesikası tarihte bilinen ilk yazılı anayasalardandır.
Sahâbe Devri : Sahâbilerin çoğu, İslamiyet’in hükümlerini yaymak için yeryüzüne dağılarak, gittikleri şehirlerde talebe yetiştirmiş ve İslâm dininin esaslarını, Kur’an âyetleri ve hadisleri bildirmiştir. Bu devrin en mühim hâdisesi Kur’an’ın kitap haline getirilmesidir. Hz Peygamberin ölümünden sonra çoğu Kur’an’ı ezbere bilen sahabeler Kur’an’ı yazılı hale getirmişlerdir
Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn Devri : Sahâbeden ders görenlere tâbiîn (veya tâbi’ûn: tâbiler, bağlı olanlar); bunların talebelerine de tebe-i tâbiîn (tâbilere tâbi olanlar) denilirdi. Tâbiînler, Emevîler zamanından itibaren İslâm hukukunun teşekkülünde söz sahibi olamaya başladı. Sahabelerin sadece hadis rivayeti ile iktifa etmeyip, gerektiğinde reye müracaat ederek fetva veren bir kısmının talebeleri Mesleki Iraki (rey ekolü), diğer kısmı ise mümkün olduğu kadar reye az müracaat eden sahabenin talebeleri de Mesleki Hicazi (hadis ekolü) adı verilen hukuk ekollerinin kurucuları olmuşlardır. Bu devir hukukçuları, sahâbe hocalarından farklı bir yol takip ederek farazî meseleleri de müzakere etmiş ve bunlara hükümler getirmişlerdir.
Hukuk Tedvini ve Mezhepler : Emevîlerden sonra gelen Abbâsîler, farklı bir yol tutarak, dine ve adalete daha meyilli görünmüşler; bu sebeple hukuka ve hukukçulara müdahil olmaya çalışmışlardır. Bu devirlerde, mezhep mensupları arasında yoğun ilmî münazaralara rastlanır. İslâm hukukçuları, hocalarının içtihatlarını tetkik ederek, bunların nasslardan hüküm çıkarma metotlarını tespit etmiş ve kitaplar yazmışlardır. Böylece usul-i fıkh ilmi doğmuştur.
İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe ve Hanefî Mezhebi : Ebû Hanîfe Nu’man bin Sâbit (699-767) Kûfelidir. Tabiîn hukukçularının önde gelenlerinden Hammâd’dan okumuş, Hammâd vefat edince de ulema tarafından onun kürsüsüne geçirilmiş ve Kûfe’nin müftüsü olarak kabul edilmiştir. Bugün dünya üzerinde bulunan Müslümanların yarıdan fazlası ve Ehli sünnetin beşte üçü Hanefi mezhebindedir. Bu nedenle de Ebu Hanefi hukuk külliyatı açısından tüm dünya tarihinde önemli bir yer elde etmiştir. Ebu Hanefi fıkıh ilmini herkesten önce tedvin ederek bugüne kadar ulaşan bablar ve fasıllar şeklinde sistematiğe göre düzenleyen kişidir.
Ebû Hanîfe, farazî (kurgusal) meselelere de çözüm getirmiştir. Bu sebeple Hanefî mezhebi, farazî meselelerle meşgul olmayan diğer mezheplere göre, çok zengin hükümler ihtiva eder. Ebû Hanîfe, ferdiyetçi hukuk anlayışı ve irade hürriyetine çok değer vermesiyle tanınmıştır. Ebû Hanîfe aynı zamanda hadîs âlemi olup, dört bin kişiden hadîs dinlemiştir.
İmam Malik ve Maliki Mezhebi : Medinelidir, Ebu Hanefi’nin derslerine katılmış ve ticaretle uğraşmıştır. Ebû Hanîfe’den farklı olarak dersi talebeye anlatır, sualleri varsa cevap verir, talebesi de görüşlerini yazardı. Yine Ebû Hanife’den farklı olarak farazi mesellerle uğraşmaz, yalnızca vuku’a gelmiş hâdiselere hal tarzı bulmaya uğraşırdı. Halife Mensur’un isteği ile yazmış olduğu elMuvatta adlı eser günümüze intikal eden hadis ve fıkıh kitaplarından ilkidir.
İmam Şâfiî ve Şafiî Mezhebi: İmam Muhammed bin İdris Şâfiî Kureyşlidir. Derslerini takrir ve müzakere usulüyle verirdi. Hanefîlerce temkinli yaklaşılan tek kişinin bildirdiği hadîsleri şartsız kabul eder; buna mukabil Hanefîlerin delil aldığı mürsel (senedinde kopukluk olan) hadîsleri delil almazdı. Sünnetten sonra icmâya bakardı. Sahâbi görüşlerinden nasslara en yakın veya kıyasa en uygun bulduğu bir tanesini alırdı.
İmam Ahmed bin Hanbel ve Hanbelî Mezhebi : Bağdatlı olan İmam Ahmed bin Hanbel’in en mühim eseri elMüsned adındaki hadîs kitabıdır. Ahmed bin Hanbel’in mezhebi, daha ziyade hocalarının rivâyet ettiği hadîsler ışığında talebesinin yaptığı içtihatlardan teşekkül eder. ElCami’ü’l-Kebir adlı eserinde tüm bildiklerini toplayarak gelecek nesillere aktarmıştır.
Sünnî Olmayan Mezhepler : Bunlar arasında Haricilik, Şiilik, Zeydiyye, İmamiyye ve Vehhabilik öne çıkan mezheplerdir. Taklit Devri: Çok uzun bir zaman periyodunu ifade eden bu devirde, eskisi gibi mutlak müctehid yetişmemiş; buna mukabil hukukçular, bir mezhebi taklit suretiyle eser vermiş; mezhep bilgilerini tedvin etmiştir. Böylece bu devirde dört mezhepten birine uyulması gerektiği yönünde fiili bir icmâ oluşmuştur.
Kanunlaştırma Devri : Bu devir, Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839 yılında başlamış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bu devirde, selefe bağlılığı ön planda tutan gelenekçi (muhafazakar) ulemanın yanında, yeni ve marjinal fikirleriyle tanınan yenilikçi bir grup ortaya çıkıp güçlenmiştir. Bu devirde, kanunlaştırma hareketine hız verilmiştir. Bunlar arasında İslam hukuku bakımından çok mühim olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye yer almaktadır.
İslâm Hukukunun Dalları
Anayasa ve idare hukuku: İslâm tarihinde, modern manada bir anayasa yoktur. Çünkü İslâm hukuku, devletin şeklini ve idare usullerinin düzenlenmesini zaman ve zeminin ihtiyaçlarına havale etmiştir. Temel hak ve hürriyetler de bizzat nasslarda teminat altına alınmıştır.
Devletin başındaki kişiye halife, imam, emîrül’l mü’minîn veya veliyyü’l-emr gibi isimler verilir. Halife, İslâm hukukunu tatbik bakımından Hz. Peygamber’in vekili sayılır. İslamiyet’te ideal olan halifenin seçimle iş başına gelmesidir.
Mali hukuk : İslam’da mali hukuka dair bilgiler klasik kaynakların zekât ve siyer bahislerinde yer almaktadır. Ayrıca İslâm tarihinde münhasıran malî hukuka dair kitaplar da yazılmıştır. Ebû Ubeyd’in Kitâbü’l-Emvâl ve Ebû Yusuf’un Kitâbü’l-Harac adlı eserleri en ünlü örnekleridir.
İslamiyet’te devlet hazinesine beytülmal adı verilmekteydi. Beytülmâlde tahsildarlarca toplanan dört kalem mal bulunurdu. Bunları gereken yerlere sarf etmek hükümetin göreviydi. Bu mallar şunlardır:
- Hayvan, toprak mahsulleri ve ticaret malı zekâtı olup; bunlar Kur’an’da sayılan sekiz sınıf insana verilir.
- Ganimetin ve madenlerle definelerin beşte biri olup; bunlar yetimlere, yoksullara ve parasız yolculara verilir.
- Harac ve cizye ile gayrimüslim tüccardan vergi tahsildarının aldığı vergi olup; bunlar yol, köprü, han, medrese, mahkeme gibi kamu ihtiyaçlarına ve millî müdafaaya harcanır.
- Sahipsiz terikeler ile lukatalar olup; bunlar da hastanelere, çalışamayacak durumda olan kimsesiz fakirlere ve fakirlerin cenazelerini kaldırmaya harcanır.
Devletler hukuku : İslam hukukuna göre, yeryüzü dârülislâm ve dârülharb olmak üzere iki kısma ayrılır. Darülislam, Müslümanların hâkim olduğu ve İslâm hukukuna göre idare olunan ülkeye denir. Burada Müslümanlar ve cizye vermeyi kabul eden gayrimüslim zimmîler yaşar. Başka hükümetlerce idare olunsa da bütün İslâm memleketleri dârülislâm olarak tek bir vatan sayılır.
Dârülharb, bunun tersi olup, gayrimüslimlerin hâkim olduğu ve İslâm hukukuna göre idare edilmeyen ülkelere denir. Dârülharb vatandaşlarına harbî adı verilir. İki İslâm ülkesinin arasında olmayan açık denizler ve çöller de dârülharb sayılır.
Şahıslar hukuku : Şahsiyet, doğumla başlar; ölüm ile sona erer. Kişi bakımından hukuki haklar ve yükümler, bu iki zaman arası için söz konusu olur. Doğmak hakikaten ya da hükmen olur. Hükmen doğum ana rahmindeki çocuğun dış müdahale ile ölü olarak doğması, hakikaten doğum ise sağ olarak dünyaya gelmek demektir. Ölüm de doğum gibi hakikaten veya hükmen olmaktadır. İnsan, hayatını, uzuvlarını ve sıhhatini korumakla mükelleftir. İntihar etmek suç olduğu gibi; başkasına kendisini öldürmek üzere emir vermek de caiz değildir. Öldükten sonra da, otopsi, hükmen doğum, hakikaten doğum gibi bir zaruret olmadıkça bedeni ve ruhi şahsiyetinin rencide edilmesi yasaktır. Herkesin inancına uygun şekilde cenaze merasimine hakkı vardır. Devlet, beytülmal ve vakıflar İslam hukukunda günümüzdeki tüzel kişiliğin karşılığıdır.
Ehliyet, vücub (hak) ve edâ (fiil) ehliyeti olmak üzere ikiye ayrılır. İnsanın lehine ve aleyhine meşru hakların sabit olabilmesi için gereken ehliyete vücub ehliyeti denir. Sağ olarak dünyaya gelen herkes tam vücub ehliyetine haizdir. Bir insanın, hukuken muteber muamelelerde bulunup, birtakım haklar kazanması ve yükümlülükler altına girebilmesi için gereken ehliyete edâ ehliyeti denir. Akıllı ve baliğ erkek ve kadın tam edâ ehliyetine sahiptir. Akıllı, ama bülûğa ermeyen çocuk ve israfı sebebiyle hacr altına alınmış sefih eksik edâ ehliyetlidir. Yedi yaşından küçük çocuk ve akıl hastalarının hiç edâ ehliyeti yoktur. Akıllı ve bülûğa ermiş köle, efendisinin izniyle tam ehliyetli hâle gelir.
Aile hukuku : Evlilik, iki tarafın veya veli ve vekillerinin aynı mecliste iki şahit huzurunda evlilik hususunda geçmiş zaman kipinde icap ve kabul yapmalarıyla kurulur. Üçüncü bir şahsın nikâh kıymasına ihtiyaç olmamakla beraber, işin dini havasından dolayı taraflar ve evliliklerden haberdar olmak isteyen hükümetler bunları bir din adamının kıymasını tercih etmiştir. Usul, füru, kardeş, usulün kardeşleri, eşinin usul ve füruu, bunların süt karşılıkları ile evlenilmez.
Evlilik beş şekilde sona erer. Bunlar; ölüm, tâlâk, muhâlaa (anlaşarak boşanma), tefrik (mahkeme kararıyla boşanma) ve fesh (kendiliğinden boşanma).
Erkek dilediği zaman evliliğe son verebilir. İslam hukukunda boşanmak yalnız erkeğin elinde değildir. Kadın evlenirken boşanma hakkı talep etmiş ve bu şart, erkek tarafından kabul edilmişse kadın da evliliğe son verebilir.
Miras Hukuku : Ölümü müteakip, ölünün mal varlığı (terike) üzerinde sırasıyla dört muamele yapılır: cenaze masraflara ayrılır, varsa borçlar ödenir, mallar piyasaya göre değerlendirilip üçe bölünür ve üçte biri, varsa meşru vasiyetlerine, geriye kalan mallar ise vârislere taksim edilir. Küllî halefiyet yoktur. Terike borç ve vasiyetlerden sonra vârislere geçtiği için, borçlarını ödemek mecburiyeti yoktur. Taraflar, mirası aralarında taksim edebilirler. Buna rızaî taksim denir. Vârisler arasında gaip veya akıl hastası yahut küçük çocuk varsa, mirası mahkeme taksim eder ve buna kazâî taksim denir. Muris, sağlığında veya vasiyetler yoluyla varisini mirastan düşüremez ve evlatlıktan ret edemez. Muris ile vâris arasında miras mukavelesi ile mirastan feragat mümkün değildir. Vârislerden biri, murisin sağlığında mirasına mahsuben bir mal alıp ayrılsa bile miras alır; o malı da iade etmesi gerekmez. Başkasının çocuğunu kendi çocuğu olarak ilan etmek caiz olmadığı için, evlatlık miras alamaz. Vâris nasbı yoktur. Malının borçtan artan üçte birinden vasiyet yapılabilir. Vârislerden birine yapılan vasiyet, ancak diğer vârislerin izniyle yerine getirilebilir.
İslâm hukukunda kadının durumu, iktisadî bakımdan teminat altına alınarak, mirastan hiçbir şey almaya muhtaç bırakılmamıştır. Onun bütün ihtiyaçlarını kocası, babası, erkek kardeş ve amca gibi mahrem yakınları karşılamakla mükelleftir.
Arazi hukuku : İslamda beş çeşit arazi vardır. Mülk arazi, fetih sırasında gazilere dağıtılmış veya eski sahiplerinin elinde bırakılmış yahut sahipleri göç ederek muhacirlere verilmiş ya da sahipleri topluca Müslüman olmuş ya da devletçe halka satılmış arazidir. Gazilere dağıtılmayan, hazinede tutulup kiraya verilen arazilere ise mirî arazi denir. Osmanlılarda bu arazinin bir kısmı maaş olarak devlet memurlarına tahsis edilir. Buna tımar (dirlik, ıkta) sistemi denir. Arazinin üçüncü çeşidi vakıf arazisidir. Dördüncüsü ise metruk arazidir. Beşincisi ise kimsenin olmayıp meskûn yerlerden bir ses aşımı mesafede bulunan mevat arazidir.
Borçlar ve ticaret hukuku : İslamda borçlar hukukunun iki hususiyeti vardır: Hükümler âmirdir. Taraflar, yapacakları akitlerde, akit şartlarını kendi rızalarıyla bertaraf edemezler. Ancak şekil hususunda serbesti vardır. İslamda borcun kaynakları şunlardır:
- Akit (Akit; vakıf, vasiyet, ibra gibi tek taraflı borç doğurucu hukukî tasarruflara, hem de satış, kira gibi iki taraflı hukukî muamelelere şamildir).
- Haksız fiiller (Malikin malı üzerindeki zilyetliğini zorla ortadan kaldırmaya gasp; başkasına ait bir malı telef etmeye itlâf denir. Mal aynen iade edilir ve mevcut değilse misli veya kıymeti ödenir.)
- Haksız iktisap (Bir malı, hukukî bir sebep bulunmaksızın elinde tutan kimse aynen, mevcut değilse mislini veya kıymetini iade ile mükelleftir.)
- Kanundan doğan borçlar (Bazı borçlar nafaka ve cuâle gibi irade söz konusu olmaksızın kanundan doğar.)
İslam hukukunda borcun sona erme şekilleri şunlardır:
- İfa (Akitlerin çeşidine göre ifa zamanı değişir. Meselâ satış akdinde önce semen ödenir, sonra mebî teslim edilir. İfa yeri akdin yapıldığı yerdir.)
- Fesh ve ikale (Muhayyerlikte ve tek tarafa fesh hakkı veren âriyet, vedia, karz, rehin, şirket gibi akitlerde fesih borcu sona erdirilir.)
- İfa imkânsızlığı (Akit mevzuu zâyi veya imkânsız hale gelirse, borç sona erer.)
- Tecdid (Bir mal 100 liraya pazarlık edildikten sonra, 110 liraya veya 100 dolara tekrar pazarlık yapılırsa, ilk borç son erer.)
- Takas (Taraflar; cins, vasıf ve vadesi aynı olan alacaklarını birbirine mahsup edebilir.)
- İbra (Bir alacaklı, borçlusundaki bir veya bütün alacağından vazgeçtiğini tek taraflı beyan edebilir. Buna ibra denir.)
- Alacaklı ve borçlu sıfatının birleşmesi (Bir kimse amcasına borçlu olsa, amcası ölüp borçlu amcasına vâris olsa, borç miras hissesi kadar sona erer.)
- Müruruzaman (Zamanaşımı) (Kanunen muayyen bir zaman geçtikten sonra, borç varlığını sürdürür; ancak talep edilemez.)
- Havale (Borcun nakli) (Borçlu, alacaklı ve borcun nakledileceği üçüncü şahıs olmak üzere üç kişi arasında karşılıklı rıza ile kurulur.)
- Alacağın temliki (Hanefîlere göre alacak, yalnızca borçluya ve peşin olarak satılabilir veya hibe edilebilir. Mâlikî ve Şafiî mezhebinde alacak miktarda indirim yapılamamak koşulu ile üçüncü şahsa satılabilir.)
İslam borçlar hukukuna göre faiz yasaktır. Faiz; karzda, rehinde ve alışverişte taraflardan birsinin ötekine karşılıksız olarak vermesi şart koşulan fazla maldır.
Sigorta kavramının İslam hukukuna girişi Avrupa ile ticaretin yoğunlaştığı yıllarda başlamıştır. İslamda sigortanın yerini tutan yardım sandıkları bulunmaktadır. Bunlar vakıflardır. Vakıflar bağış kabul eder, emin kişilerce idare edilir, sandıkta toplanan paralar nemalandırılır ve ihtiyacı olana borç veya teberru olarak verilir.
Kumar oynamak ise caiz değildir; kumarda da para kazananın mülkü olmaz.